GEÇTİĞİMİZ gün bir videoda,
Amerika’daki sokak olaylarında yağmacıların görüntülerini izledim. İbretlik
videodaki olay şöyle: Birçok mağaza yağmalanmış ve birçok kişi, ellerinde
ganimetlerle (!) gayet rahat, utanmadan, sıkılmadan kaptığını götürüyor. Ama
asıl dehşet verici bir durum ki, yağmalayanlardan birkaçı diğer yağmacılardan
birinin elindekileri beğenmiş olmalı ki adamı pataklayıp onu da yağmalıyorlar.
Hırsızın hırsıza saygısı olmuyor demek(!)… Yağmacının da yağmalandığı, bir de
üzerine dayak yediği bir görüntü…
Kovboy
karakteri ile bireysel suç tiplemesini anlatan iki film: “Bir Avuç Dolar” ve “İyi,
Kötü, Çirkin”
“Kovboy”
yani “sığır çobanları” ile meşhur olan Vahşi Batı…
Aslında
adını düzensizlikten, kanunsuzluktan ve yönetim boşluğundan alıyor.
İrlandalısından Alman’ına kadar akıllısı, delisi, çiftçisi, tüccarı, kanun
kaçağı, hırlısı hırsızı, her türlü insanın ucuz toprak sevdâsıyla yolda birbirlerini
ve Kızılderilileri öldüre öldüre ele geçirdiği toprakların adı, “Vahşi Batı”.
İki
klâsik Western filmi aklıma geldi “yağmacılar birbirini yağmalarken”. Çünkü bu
filmlerde de benzeri bir konu işleniyordu. Kovboy tiplemesinin en önemli
canlandırıcısı olan ünlü oyuncu Clint Eastwood’un başrolde olduğu iki film…
Aslında
kovboy filmlerinin en çarpıcı ve gerçekçi hâliyle Vahşi Batı ortamını
anlamamıza yardımcı olan birçok örneği var. Vahşi Batı denilen yer, coğrafî
olarak “o zamanki Amerika’nın batısı” demek. Yani keşfinden sonra Avrupa
kaynaklı olarak kolonileşen ve gelişen yeni dünya, Amerika… Kıtanın Avrupa’ya
bakan tarafı olan doğusundan itibaren gelişmeye (!) yani işgal ve sömürüye
başlamış. Belli ki “New York”, adını aslında Londra’da bir yer ismi olan York’tan
alıyor ve “Yeni York” anlamında, York’dan gelenlerin yerleştiği yeni şehir
olarak kurulan ilk yerleşim yerlerinden biri.
O zamanlarda “Vahşi Amerika” denen bölgede tam anlamıyla bir devlet yok; coğrafya çok geniş ve küçük küçük yerleşimler, çiftlikler ve kasabalar var. Bunların arasındaki boşluklarda herhangi bir kural yok. Ve gücü yeten, diğerini eziyor, yağmalıyor, öldürüyor, esir alıyor, kafa derisini yüzüyor… Her ne yapmak istiyorsa…
“Vahşi
Batı” denen yer için, 100’den fazla insanı öldürdüğü ile övünen, ünlü bir
silahşor ve aslında katil olan Wild Bill Hickok’un (1837-1876) tanımlaması
şöyleymiş: “Vahşi Batı’da kötüler çok kötü, iyilerse çok daha kötüdür.”
Her
iki Western filminde de, birçok Amerikan filminde olduğu gibi “dolar” başrolde.
Arka plânda federaller, vergi memuru ve kilise var. Ancak her Amerikan filminde
yüceltilen sözde Amerikalı aile değerleri, fedakârlık, kahramanlık, dürüstlük,
verginin kutsallığı gibi kavramlar bu filmlerde pek yok. Bu filmler çok daha
çıplak bir şekilde ABD’nin kuruluş tarzı ve yaşamsal değerlerini ortaya
koyuyor.
Filmler
Amerika’da mücadele vermeye değer en önemli şeyin dolar yani para olduğunu
anlatıyor. İnsan onun için yaşar ya da ölür. Güç, zenginlik, iktidar, mutluluk,
yüce olan ve en önemli şey her zaman “dolar”...
Diğer
bir öne çıkan konu da şu: Amerika’da hızlı olan yaşar!
Acımasız
ölümcül bir rekabet vardır yani. Biriyle karşılaşmışsanız, iki seçeneğiniz var
sanki: Ölmek ya da öldürmek… Sırtını duvara yaslamazsan yine güvende değilsin. Vahşi
Batı’da kadın, çocuk ve erkek, herkes silah kullanmayı bilmek zorunda; çünkü
kimse güvende değil!
Bu
arada “Kızılderili” dedikleri kıta yerlilerine yapılan soykırım ile Afrika’dan kaçırılıp
köleleştirilen Zencilerin durumu, ABD’nin bitmeyen bir utanç sebebi ve bir
türlü yüzleşemediği acı gerçek. Yani sadece birbirlerini değil, yerlileri,
köleleri, hattâ bufalo gibi para eden hayvanları yani para için
kullanabilecekleri her şeyi ya da buna engel olarak gördükleri her şeyi
öldürmüş veya ele geçirmiş bir toplumdan bahsediyoruz.
İşte
bu şartlarla kurulmuş olan bir Amerikan medeniyeti, yıllardır hem dünyayı, hem
de kendini kandırıyor.
“Mafya”
adlı organize suç makinesini anlatan iki film: “New York Çeteleri” ve “The Godfather”
Meselâ
“New York Çeteleri” adlı film, yeni kurulmakta olan bir şehir olarak New York’ta
çetelerin ve mafya geleneğinin nasıl polis teşkilâtına dönüştüğünü anlatan
ilginç bir film!
Henüz
devletin olmadığı, kaosun egemen olduğu yerlerde, otorite boşluğu mutlaka kendi
kurallarını üretir. Ki bu anlamda çeteler ve mafya, Amerika’nın kuruluşunda
önemli bir yer edinmiştir.
Diğer
film olan “The Godfather”, kuruluş sürecindeki çetelerin, daha sonraki gelişmiş
Amerika’da eğitimli ve organize mafya olarak nasıl evrimleştiğini gösteren, çok
beğenilen klâsik bir filmdir.
Amerika’da birçok mafya filmi çekilmektedir; bu bile tek başına ülkenin bu konuyla ne kadar içli dışlı olduğunun ispatı sayılabilir. Mafya, çeteler ve kovboylara rağmen diyebiliriz ki, “Amerika’da en büyük mafya, Amerikan polisidir”. Yani Amerikan polisi, tarihsel süreç içinde aslında çetelerin ve mafyanın üniforma giymiş ve kurumsallaşmış hâlidir. Bu, başlangıçta bir düzen oluşumu süreci olarak henüz bir devlet geleneğinin ve toplumsal bir düzenin olmadığı dönemlerden kalan bir durum. Çünkü karma bir topluluk olarak Amerika’ya gelen göçmenlerin sadece güç ve zorbalıkla hizaya getirildiği bir dönem için çetelerin ve mafyanın zamanla devletleşmesi bir nebze anlaşılabilir.
İşte
bu kurucu anlayış, polis teşkilâtının içine sinmiştir ve pek dile gelmese de
aslında ABD polisi, devlet adına çalışan resmî mafya durumundadır.
Elbette
bir ülke olarak Amerika’da iyi ve güzel şeylerin varlığı, bazı işlerin doğru
yapılıyor olması, aynı oranda her şeyin doğru ve iyi olduğu anlamına gelmiyor.
Bugünkü ABD’nin sınırlı sayıdaki başlıkta başarılı yönlerinin bulunması, düne
ve bugüne ait birçok konu başlığındaki çirkinlikleri ve kötülüğünü örtmeye
yetmiyor. Yani iki iyi, bir kötüyü silse/götürse bile, Amerika’nın
kısa tarihindeki kötülük yükü o kadar fazla ki… Amerikalıların bununla yüzleşip
tövbe etmeden ya da onların usûlüyle günah çıkarmadan huzuru yakalaması zor.
Dünyanın
en genç devletlerinden olan ABD’nin bu kısa tarihi; devlet olması ve güçlenmesi
süreçleri de dâhil, 244 yıl…
Resmî
kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan ABD, 244 yıllık kısacık tarihi ile dünyanın
en kalabalık suç ve kötülük dolu sicil defteri ile karşı karşıya. Her devletin
geçmişinde sıkıntılı dönemler ve olaylar vardır. Ancak ABD, kurulduğundan bu
yana sistemli olarak soykırım, işgal, sömürü ve kölelik gibi acımasız Vahşi
Batı anlayışı üzerine yapılı...
Diğer
yandan, süper güç olduktan sonraki son yüzyılda ise dünyanın her yerinde
savaşlar, terörizm, baskı, şiddet gibi türlü kötülüğü bir şekilde yöntem olarak
kullanarak küresel gücünü sürdürmüştür ABD.
Bugün
Amerika’da elbette iyi insanlar, iyilikler ve güzel şeyler vardır. Bugünün
Amerika’sını dünyanın süper gücü yapan hususların başında, işleyen kanunlar,
bilimsel gelişimin teşvik edilmesi ve serbest ticaretin sunduğu fırsatlar,
özgürlük ile uyumlu bir siyasal sistem ve toplumsal refah düzeni vardır.
Amerika,
zenginliğin paylaşıldığı, güçlü olanın takdir edildiği ve onurlandırıldığı bir
ülke olmuştur. Ama hangi zenginlik, hangi güç? Kimden çalınan ve sömürülen
zenginlik?
Amerikan
rüyası bitiyor mu?
Tüm
bunlar ortadayken, bizim milletimizin ve devletimizin geçmişiyle asla
kıyaslanamayacak kadar kirli bir bakiyesi olan ABD’ye sempati duyan ama kendi
ülkesine ve milletine düşmanlık edenlerin durumunu nasıl açıklayabiliriz? Kendi
iyiliklerimizi, başarılarımızı ve doğrularımızı övgüye değer bulmayan
içimizdeki bazıları, Amerika ya da Batı’ya ait en ufak başarıyı yere göğe
sığdıramıyor. Düne ya da bugüne ait kendi hata ya da eksiklerimizi ölçüsüzce
eleştirip bizlere küfredecek seviyede tepki gösteren, hattâ “Türk olmak benim suçum değil” diyecek
kadar kendini sefilleştiren bazıları, Amerika ya da Batı’ya ait hiçbir kötülüğü
eleştirip dikkat çekerek hedefe koyamıyorlar.
Bu
durumdaki sorunlu psikolojik vakaları bir kenara bırakırsak, bizim millet ve
devlet olarak dünümüz ve bugünümüzle, bu milletin bir evlâdı ve bu devletin bir
neferi olmaktan gurur duymamamız mümkün değildir.
Bizler
onurlu ve gururlu bir şekilde, hep birlikte Türkiye olarak yarınlara
ilerlerken, bir yandan da dünyayı izlemek, globalden yerele tüm gelişmeleri
okumak ve not almak zorundayız. Bu anlamda her birimiz kendi alanında ve kendi gücünde,
hepimizin ortak geleceği için, “yarının ucundan tutup” kendimizi ileri doğru
çekmeliyiz. Önemli olan, aynı yönde ve ortak bir geleceğe inanmak ve bu
duyguyla davranmak.
Meselâ
son bir haftadır yaşanan olaylara bakarak “Amerikan
rüyası sanki sona yaklaştı” ya da “Amerika
kendi rüyasından uyanıyor” diyebiliriz. Açıkçası birkaç aydır Covid-19
salgını ile baş etmekte zorlanan Amerika’da ve gelişmiş olarak tanımlanan
birçok ülkede devletler ve kurumlar işlemez hâle gelmiş ve alârm vermeye
başlamışken, bir de üstüne Amerika’nın kronik, varoluşsal sorunu olan ırkçılık
ve polis şiddeti kaynaklı sokak olayları başladı.
Mesele
öyle bir noktaya savruldu ki tıpkı Türkiye’de yaşanan 2013 Gezi Olayları’ndaki
gibi Amerika’da da sokak olayları Vandalizm’e çevrildi. O dönem bir kesim samîmi
insanımızı suiistimal edip barışçıl gösteri girişimi gibi algılatarak, eylem
haklarını gasp ederek işi çığırından çıkaran ve sözde birkaç ağaç için
neredeyse tüm ülkeyi yangın yerine çevirenlerin mağaza, cadde, sokak, araç gibi
hem özel, hem de kamu malını yakıp yıktığı günlerin bir benzerini yaşıyor
Amerika.
Taksim’de
işgal edilen AKM binasında her türlü terör örgütü ile terörist başı Öcalan’ın posterleri
ve örgüt afişleriyle sabaha uyanan milletimiz, kendini geri çekerek oyuna
gelmemiştir. Ancak buna rağmen o günlerde Türkiye’den canlı yayın yaparak
sokakları yakıp yıkan terörist, anarşist ve Vandalları sanki sivil halkmış gibi
dünyaya anlatmaya çalışanlar, bugün kendi sokaklarının nasıl yandığını
izliyorlar.
O
günlerde bir kısım yerli ve yabancı odaklarca kutsanan Gezi Olayları üzerinden bir
“Türkiye Baharı” arzulayanları alkışlayarak, meşru sivil siyaseti alaşağı
etmeye çalışanların bugün aynı yöntemle Amerika’da neler yaptıkları apaçık
ortada!
Amerika’da
oluyor diye sevinip mutlu oluyor değiliz; maksat, içimizdeki teslimiyetçi,
mandacı ve sömürgeciler ile kendisini sözde medenî ve barışçıl olarak
tanımlayan ama terörle kol kola olanların olup biteni anlamalarını sağlamak.
Çünkü Amerika’nın sokağa teslim olup kontrolden çıkması, hattâ bir anda iç
savaşa sürüklenip dünya siyasetinden elini eteğini çekmesi gibi senaryolara
hazırlıklı olmalı ve böyle bir durumda meydanın kime kalacağı belli olmadığına
göre tedbirli olmalıyız.
İhtimâlleri
ve olası senaryoları dikkatle izlemeli, meşru devletler ve yönetimlerle süreci
hukuk içinde yönetmenin kıymetini bilmeliyiz. Diğer yandan, küresel otoritenin
zayıfladığı kontrolsüz bir döneme geçildiğini de görmemiz gerek.
O
yüzden Vandalizm’i alkışlamadan, onaylamadan olayları izliyoruz. Onların bize
yaptığı gibi, “Nasılsa Amerika’da” diyerek sokak terörizmini alkışlayamaz ve
gülümseyerek izleyemeyiz. Sorumlu olmalı ve kendimize yakışan bir tavırla, “İşte biz de bunu anlatmaya çalışıyorduk!”
diyerek, kamu düzenini ve istikrarı hedef alan bu olayların bir merkezden yönetilen,
belirli bir stratejiyle küresel bir tehdit hâline geldiğini görmemiz ve
göstermemiz gerek.
Yerelden
küresele, güç ve düzen dengesi yeniden kurulurken “Güçlü ve Büyük Türkiye”
olarak tarihimize yakışan bir şekilde yeni düzende yerimizi almalıyız.