Yağmacının da yağmalandığı bir rüya ülke: Amerika

Resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan ABD, 244 yıllık kısacık tarihi ile dünyanın en kalabalık suç ve kötülük dolu sicil defteri ile karşı karşıya. Her devletin geçmişinde sıkıntılı dönemler ve olaylar vardır. Ancak ABD, kurulduğundan bu yana sistemli olarak soykırım, işgal, sömürü ve kölelik gibi acımasız Vahşi Batı anlayışı üzerine yapılı...

GEÇTİĞİMİZ gün bir videoda, Amerika’daki sokak olaylarında yağmacıların görüntülerini izledim. İbretlik videodaki olay şöyle: Birçok mağaza yağmalanmış ve birçok kişi, ellerinde ganimetlerle (!) gayet rahat, utanmadan, sıkılmadan kaptığını götürüyor. Ama asıl dehşet verici bir durum ki, yağmalayanlardan birkaçı diğer yağmacılardan birinin elindekileri beğenmiş olmalı ki adamı pataklayıp onu da yağmalıyorlar. Hırsızın hırsıza saygısı olmuyor demek(!)… Yağmacının da yağmalandığı, bir de üzerine dayak yediği bir görüntü…

Kovboy karakteri ile bireysel suç tiplemesini anlatan iki film: “Bir Avuç Dolar” ve “İyi, Kötü, Çirkin”

“Kovboy” yani “sığır çobanları” ile meşhur olan Vahşi Batı…

Aslında adını düzensizlikten, kanunsuzluktan ve yönetim boşluğundan alıyor. İrlandalısından Alman’ına kadar akıllısı, delisi, çiftçisi, tüccarı, kanun kaçağı, hırlısı hırsızı, her türlü insanın ucuz toprak sevdâsıyla yolda birbirlerini ve Kızılderilileri öldüre öldüre ele geçirdiği toprakların adı, “Vahşi Batı”.

İki klâsik Western filmi aklıma geldi “yağmacılar birbirini yağmalarken”. Çünkü bu filmlerde de benzeri bir konu işleniyordu. Kovboy tiplemesinin en önemli canlandırıcısı olan ünlü oyuncu Clint Eastwood’un başrolde olduğu iki film…

Aslında kovboy filmlerinin en çarpıcı ve gerçekçi hâliyle Vahşi Batı ortamını anlamamıza yardımcı olan birçok örneği var. Vahşi Batı denilen yer, coğrafî olarak “o zamanki Amerika’nın batısı” demek. Yani keşfinden sonra Avrupa kaynaklı olarak kolonileşen ve gelişen yeni dünya, Amerika… Kıtanın Avrupa’ya bakan tarafı olan doğusundan itibaren gelişmeye (!) yani işgal ve sömürüye başlamış. Belli ki “New York”, adını aslında Londra’da bir yer ismi olan York’tan alıyor ve “Yeni York” anlamında, York’dan gelenlerin yerleştiği yeni şehir olarak kurulan ilk yerleşim yerlerinden biri.

O zamanlarda “Vahşi Amerika” denen bölgede tam anlamıyla bir devlet yok; coğrafya çok geniş ve küçük küçük yerleşimler, çiftlikler ve kasabalar var. Bunların arasındaki boşluklarda herhangi bir kural yok. Ve gücü yeten, diğerini eziyor, yağmalıyor, öldürüyor, esir alıyor, kafa derisini yüzüyor… Her ne yapmak istiyorsa…


“Vahşi Batı” denen yer için, 100’den fazla insanı öldürdüğü ile övünen, ünlü bir silahşor ve aslında katil olan Wild Bill Hickok’un (1837-1876) tanımlaması şöyleymiş: “Vahşi Batı’da kötüler çok kötü, iyilerse çok daha kötüdür.”

Her iki Western filminde de, birçok Amerikan filminde olduğu gibi “dolar” başrolde. Arka plânda federaller, vergi memuru ve kilise var. Ancak her Amerikan filminde yüceltilen sözde Amerikalı aile değerleri, fedakârlık, kahramanlık, dürüstlük, verginin kutsallığı gibi kavramlar bu filmlerde pek yok. Bu filmler çok daha çıplak bir şekilde ABD’nin kuruluş tarzı ve yaşamsal değerlerini ortaya koyuyor.

Filmler Amerika’da mücadele vermeye değer en önemli şeyin dolar yani para olduğunu anlatıyor. İnsan onun için yaşar ya da ölür. Güç, zenginlik, iktidar, mutluluk, yüce olan ve en önemli şey her zaman “dolar”...

Diğer bir öne çıkan konu da şu: Amerika’da hızlı olan yaşar!

Acımasız ölümcül bir rekabet vardır yani. Biriyle karşılaşmışsanız, iki seçeneğiniz var sanki: Ölmek ya da öldürmek… Sırtını duvara yaslamazsan yine güvende değilsin. Vahşi Batı’da kadın, çocuk ve erkek, herkes silah kullanmayı bilmek zorunda; çünkü kimse güvende değil!

Bu arada “Kızılderili” dedikleri kıta yerlilerine yapılan soykırım ile Afrika’dan kaçırılıp köleleştirilen Zencilerin durumu, ABD’nin bitmeyen bir utanç sebebi ve bir türlü yüzleşemediği acı gerçek. Yani sadece birbirlerini değil, yerlileri, köleleri, hattâ bufalo gibi para eden hayvanları yani para için kullanabilecekleri her şeyi ya da buna engel olarak gördükleri her şeyi öldürmüş veya ele geçirmiş bir toplumdan bahsediyoruz.

İşte bu şartlarla kurulmuş olan bir Amerikan medeniyeti, yıllardır hem dünyayı, hem de kendini kandırıyor.

“Mafya” adlı organize suç makinesini anlatan iki film: “New York Çeteleri” ve “The Godfather”

Meselâ “New York Çeteleri” adlı film, yeni kurulmakta olan bir şehir olarak New York’ta çetelerin ve mafya geleneğinin nasıl polis teşkilâtına dönüştüğünü anlatan ilginç bir film!

Henüz devletin olmadığı, kaosun egemen olduğu yerlerde, otorite boşluğu mutlaka kendi kurallarını üretir. Ki bu anlamda çeteler ve mafya, Amerika’nın kuruluşunda önemli bir yer edinmiştir.

Diğer film olan “The Godfather”, kuruluş sürecindeki çetelerin, daha sonraki gelişmiş Amerika’da eğitimli ve organize mafya olarak nasıl evrimleştiğini gösteren, çok beğenilen klâsik bir filmdir.

Amerika’da birçok mafya filmi çekilmektedir; bu bile tek başına ülkenin bu konuyla ne kadar içli dışlı olduğunun ispatı sayılabilir. Mafya, çeteler ve kovboylara rağmen diyebiliriz ki, “Amerika’da en büyük mafya, Amerikan polisidir”. Yani Amerikan polisi, tarihsel süreç içinde aslında çetelerin ve mafyanın üniforma giymiş ve kurumsallaşmış hâlidir. Bu, başlangıçta bir düzen oluşumu süreci olarak henüz bir devlet geleneğinin ve toplumsal bir düzenin olmadığı dönemlerden kalan bir durum. Çünkü karma bir topluluk olarak Amerika’ya gelen göçmenlerin sadece güç ve zorbalıkla hizaya getirildiği bir dönem için çetelerin ve mafyanın zamanla devletleşmesi bir nebze anlaşılabilir.


İşte bu kurucu anlayış, polis teşkilâtının içine sinmiştir ve pek dile gelmese de aslında ABD polisi, devlet adına çalışan resmî mafya durumundadır.

Elbette bir ülke olarak Amerika’da iyi ve güzel şeylerin varlığı, bazı işlerin doğru yapılıyor olması, aynı oranda her şeyin doğru ve iyi olduğu anlamına gelmiyor. Bugünkü ABD’nin sınırlı sayıdaki başlıkta başarılı yönlerinin bulunması, düne ve bugüne ait birçok konu başlığındaki çirkinlikleri ve kötülüğünü örtmeye yetmiyor. Yani iki iyi, bir kötüyü silse/götürse bile, Amerika’nın kısa tarihindeki kötülük yükü o kadar fazla ki… Amerikalıların bununla yüzleşip tövbe etmeden ya da onların usûlüyle günah çıkarmadan huzuru yakalaması zor.

Dünyanın en genç devletlerinden olan ABD’nin bu kısa tarihi; devlet olması ve güçlenmesi süreçleri de dâhil, 244 yıl…

Resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan ABD, 244 yıllık kısacık tarihi ile dünyanın en kalabalık suç ve kötülük dolu sicil defteri ile karşı karşıya. Her devletin geçmişinde sıkıntılı dönemler ve olaylar vardır. Ancak ABD, kurulduğundan bu yana sistemli olarak soykırım, işgal, sömürü ve kölelik gibi acımasız Vahşi Batı anlayışı üzerine yapılı...

Diğer yandan, süper güç olduktan sonraki son yüzyılda ise dünyanın her yerinde savaşlar, terörizm, baskı, şiddet gibi türlü kötülüğü bir şekilde yöntem olarak kullanarak küresel gücünü sürdürmüştür ABD.

Bugün Amerika’da elbette iyi insanlar, iyilikler ve güzel şeyler vardır. Bugünün Amerika’sını dünyanın süper gücü yapan hususların başında, işleyen kanunlar, bilimsel gelişimin teşvik edilmesi ve serbest ticaretin sunduğu fırsatlar, özgürlük ile uyumlu bir siyasal sistem ve toplumsal refah düzeni vardır.

Amerika, zenginliğin paylaşıldığı, güçlü olanın takdir edildiği ve onurlandırıldığı bir ülke olmuştur. Ama hangi zenginlik, hangi güç? Kimden çalınan ve sömürülen zenginlik?  

Amerikan rüyası bitiyor mu?

Tüm bunlar ortadayken, bizim milletimizin ve devletimizin geçmişiyle asla kıyaslanamayacak kadar kirli bir bakiyesi olan ABD’ye sempati duyan ama kendi ülkesine ve milletine düşmanlık edenlerin durumunu nasıl açıklayabiliriz? Kendi iyiliklerimizi, başarılarımızı ve doğrularımızı övgüye değer bulmayan içimizdeki bazıları, Amerika ya da Batı’ya ait en ufak başarıyı yere göğe sığdıramıyor. Düne ya da bugüne ait kendi hata ya da eksiklerimizi ölçüsüzce eleştirip bizlere küfredecek seviyede tepki gösteren, hattâ “Türk olmak benim suçum değil” diyecek kadar kendini sefilleştiren bazıları, Amerika ya da Batı’ya ait hiçbir kötülüğü eleştirip dikkat çekerek hedefe koyamıyorlar.

Bu durumdaki sorunlu psikolojik vakaları bir kenara bırakırsak, bizim millet ve devlet olarak dünümüz ve bugünümüzle, bu milletin bir evlâdı ve bu devletin bir neferi olmaktan gurur duymamamız mümkün değildir.

Bizler onurlu ve gururlu bir şekilde, hep birlikte Türkiye olarak yarınlara ilerlerken, bir yandan da dünyayı izlemek, globalden yerele tüm gelişmeleri okumak ve not almak zorundayız. Bu anlamda her birimiz kendi alanında ve kendi gücünde, hepimizin ortak geleceği için, “yarının ucundan tutup” kendimizi ileri doğru çekmeliyiz. Önemli olan, aynı yönde ve ortak bir geleceğe inanmak ve bu duyguyla davranmak.

Meselâ son bir haftadır yaşanan olaylara bakarak “Amerikan rüyası sanki sona yaklaştı” ya da “Amerika kendi rüyasından uyanıyor” diyebiliriz. Açıkçası birkaç aydır Covid-19 salgını ile baş etmekte zorlanan Amerika’da ve gelişmiş olarak tanımlanan birçok ülkede devletler ve kurumlar işlemez hâle gelmiş ve alârm vermeye başlamışken, bir de üstüne Amerika’nın kronik, varoluşsal sorunu olan ırkçılık ve polis şiddeti kaynaklı sokak olayları başladı.

Mesele öyle bir noktaya savruldu ki tıpkı Türkiye’de yaşanan 2013 Gezi Olayları’ndaki gibi Amerika’da da sokak olayları Vandalizm’e çevrildi. O dönem bir kesim samîmi insanımızı suiistimal edip barışçıl gösteri girişimi gibi algılatarak, eylem haklarını gasp ederek işi çığırından çıkaran ve sözde birkaç ağaç için neredeyse tüm ülkeyi yangın yerine çevirenlerin mağaza, cadde, sokak, araç gibi hem özel, hem de kamu malını yakıp yıktığı günlerin bir benzerini yaşıyor Amerika.

Taksim’de işgal edilen AKM binasında her türlü terör örgütü ile terörist başı Öcalan’ın posterleri ve örgüt afişleriyle sabaha uyanan milletimiz, kendini geri çekerek oyuna gelmemiştir. Ancak buna rağmen o günlerde Türkiye’den canlı yayın yaparak sokakları yakıp yıkan terörist, anarşist ve Vandalları sanki sivil halkmış gibi dünyaya anlatmaya çalışanlar, bugün kendi sokaklarının nasıl yandığını izliyorlar.

O günlerde bir kısım yerli ve yabancı odaklarca kutsanan Gezi Olayları üzerinden bir “Türkiye Baharı” arzulayanları alkışlayarak, meşru sivil siyaseti alaşağı etmeye çalışanların bugün aynı yöntemle Amerika’da neler yaptıkları apaçık ortada!

Amerika’da oluyor diye sevinip mutlu oluyor değiliz; maksat, içimizdeki teslimiyetçi, mandacı ve sömürgeciler ile kendisini sözde medenî ve barışçıl olarak tanımlayan ama terörle kol kola olanların olup biteni anlamalarını sağlamak. Çünkü Amerika’nın sokağa teslim olup kontrolden çıkması, hattâ bir anda iç savaşa sürüklenip dünya siyasetinden elini eteğini çekmesi gibi senaryolara hazırlıklı olmalı ve böyle bir durumda meydanın kime kalacağı belli olmadığına göre tedbirli olmalıyız.

İhtimâlleri ve olası senaryoları dikkatle izlemeli, meşru devletler ve yönetimlerle süreci hukuk içinde yönetmenin kıymetini bilmeliyiz. Diğer yandan, küresel otoritenin zayıfladığı kontrolsüz bir döneme geçildiğini de görmemiz gerek.

O yüzden Vandalizm’i alkışlamadan, onaylamadan olayları izliyoruz. Onların bize yaptığı gibi, “Nasılsa Amerika’da” diyerek sokak terörizmini alkışlayamaz ve gülümseyerek izleyemeyiz. Sorumlu olmalı ve kendimize yakışan bir tavırla, “İşte biz de bunu anlatmaya çalışıyorduk!” diyerek, kamu düzenini ve istikrarı hedef alan bu olayların bir merkezden yönetilen, belirli bir stratejiyle küresel bir tehdit hâline geldiğini görmemiz ve göstermemiz gerek.

Yerelden küresele, güç ve düzen dengesi yeniden kurulurken “Güçlü ve Büyük Türkiye” olarak tarihimize yakışan bir şekilde yeni düzende yerimizi almalıyız.