Yabancı

İyi ve güzel olana dayanamayan, sonsuz büyüklükteki şu kâinata sığamayan, tefekkür etmekten yoksun zavallılar, sırtı Allah’a dönük, kalbi kararmış şekilde defterini kapatıp giden nice insan toplulukları var elbette. Üstünlük, mal, mülk, güç dâvâsı, parti, tarafgirlik, ırk, dil diye ayırmanın yeri değil dünya. Hepi topu üç günlük dünya! Ey insanlık! Yol bitmemişken hak ve hakikate, kardeşliğe dönelim.

AYNADAKİ bedenime bakıyorum. Bunca senedir benliğime ev sahibi olan bu beden, ne kadar da tanıdık! Bu tanıklık ne kadar da yabancı idrakime! Daldığım düşünce okyanusunda çaresiz çırpınıyorum. Kırklı yaşlardayım. Acı tatlı birçok anı var heybemde. Hayat yolculuğumda bana eşlik eden duygu ve düşüncelerim, bedenim ve yaşadıklarım o kadar sıradan ve basit ki, anlatması da kolay, taşıması da. Anlayacağınız, her şey çok tanıdık ve bilindik. Öyle olağanüstü bir ânım, yeteneğim ve başarım yok.

Bir dolmuş yolculuğundayım. Akşam olmak üzere… İşten dönüyorum. Hava nemli ve dolmuş, tam anlamıyla dolmuş. Dolmuşun içerisinde hemen ön tarafta bulunan üç kişilik koltuğun ortasında oturuyorum. Ayakta kalanlar doğal olarak daha sıkıntılı. Ter kokusundan kaçış yok. Şoföre bir para akışı oluyor, şoförden de yolculara para üstü. İçerideki oksijen miktarı azaldıkça yüzlerdeki sıkıntı ifadesi daha belirginleşiyor. Kaptanından yolcusuna tek ortak nokta, bir an önce bu yolculuğun son bulması.

Sıkışık, kalabalık, havasız ve mutsuz bir ortam düşünün. Dışarıda hava iyice kararmış. Dolmuş yokuş yukarı, biraz da trafiğin etkisiyle yavaş yavaş ilerlerken ve her şey bu kadar sıradan ve bilindik iken, zihnimde düşünceler bir o yana, bir bu yana çarpıp dururken, bir düşünce tam orta yerde patlayıverdi. Öyle böyle değil, o düşünce etrafında o zamana kadar ne kadar fikir varsa hepsini buhar etti. Dışardaki karanlık, içerideki sıkıntı bitiverdi. İçimde tarifsiz bir heyecan oluşmaya başladı. Şaşkınlık, merak, “Nasıl yani?” soruları peş peşe zihnimde çaktı. Bir şeyler oluyordu iç dünyamda. Bana bir şeyler oluyordu.

O saat ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Heyecanımı kaybettiğim için mi yaşam heyecanını yitirmişti? Sanki o anlarda her şey yok olmuş da sadece boşlukta bir dolmuş ve onun içinde bir grup insanla varlığın tam orta yerinde öylece var oluyorduk. Başka hiçbir şey yoktu, hiçbir düşünce. Sadece daha önce hiç hissetmediğim, adını koyamadığım bir ürperme vardı.

O günden sonra olan her şeyi, varlığı tek olarak hissetmeye çalıştım. İnanılmaz bir duygusu vardı. Sonra sorgulamalar başladı tabiî. Savaşlar neden bu kadar tanıdıktı, biz neden bu kadar savaştık? Ölümler bu kadar tanıdıkken, yaşamaya neden bu kadar alıştık? Rüzgârın dokunuşuna hiç ses çıkarmadık, dağlar volkan olup patladı, “Olabilir” dedik. Denizler taştı, depremler oldu, “Afet” dedik. Sonsuz büyüklükte bir kâinata sığamayan insan hırsına şahit olduk, hep kızdık ama hiç okuyamadık. Rabbimin sonu gelmez nimetleri altında (sağlık, akıl, her bir hücre ve atomun hizmeti, dünya yemişleri, bahçeleri, yağmur, kar, güneş, doğum, eş, iş, çayır çimen, yıldızlar, çiçekler, kuşlar, denizler) bu kadar fakir ve doymaz olduk. Hep başkasında olana göz diktik. Elimizde olana şükretmedik, olmayana sabretmedik.

İnsan olmak, var olmak, kul olmak zaten makamların en yücesi ve hazinelerin en büyüğüyken kendimizi dillere, ırklara, üstünlüklere, ülkelere, partilere, güçlülük ve zayıflıklara, zenginlik ve fakirliklere, bilmişliklere böldük. Bu kadar âşinâ olduk da nelere yabancı kaldık? Denizler taştı, depremler acıttı, dağlar patladı, güneş yaktı, yıldırımlar düştü ama nafile, uyanamadık!

Kutsal kitaplar, peygamberler, yaşanan onca hikmetli hâdise, yaşayanlar kadar ölenler de bir şey ifade etmedi. Varlığın her zerresi bir mesajdı ama derdini anlatamadı insana. Çünkü insan yerinde değildi.

Yaşamak, belki de her şeyi bilmek ama anlamamaktı. Bildiği için bilmediğine yabancı olmaktı belki. Hakikate ancak ölümden sonra ulaşacağız büyük bir çoğunluğumuz korkarım. Kanımca insan, yaşarken hakikate erse idi açık ve net şekilde bazı işaretleri taşırdı. Meselâ sakin kalamaz delirir, taşar, çatlayıp patlar, eser gürlerdi. Her an kıyameti yaşardı belki de. Hakikatle kol kola yürüse yıldırımlar içinde kalırdı. Bilim de açıklamadı mı atomlara ve daha aşağı yapılara indiğimizde ya da galaksilere baktığımızda gördüğümüz inanılmaz enerjiyi? Atom altı seviyede bir kıyamet yaşanır sanki. Atom bombasını görmediniz mi? Atomu parçalamak nelere mâl oldu, ama ne kadar sakinim ve yaşanan bunca şey beni parçalamıyor, hatta ilgilendirmiyor. Bu umursamazlık da ayrı bir mucize olsa gerek.

Allah aşkına, bir düşün “Allah” kelimesini, var ve insan olmayı! Hissetmeye, bildiklerinin ötesini görmeye çalış. En ufak bir titreme bile gelmiyorsa git ve bir köşede ağla! Farklı bir şeyler yap, değişik kitaplar oku, çokça tefekkür et! Dünyanın bir köşesinde bir grup insan zevk ve sefa içinde, diğer köşesinde milyonlar aç… Dünyanın bir köşesinde özgürlük ve güzel manzaralı bir yaşam, diğer köşesinde kan ve gözyaşı… Bir köşede alabildiğine karanlık senaryo, diğer köşede uykuda olan âlim ve iyiler, verilen mücadelelerin zayıflığı ve yetersizliği…

Bu yazıma tepki gösteren, hâddimi aştığımı söyleyen olacak, kim bilir. Ben çoktan hududumu aşmış, deli divane olmuşum. Bu akıl bu başta olsa idi, ülkeme, dinime, insanlığa büyük katkılar sunacak işler yapardım. İşbu sebepten, sözlerime takılmasın bilenler. Benim işim zaten bilenlerle, akıllılarla değil. Arayanlarla, ağlayanlarla, delilerle, yaralılarla, olup bitene anlam veremeyen, benim gibi düşünmekten engelli olanlarla.

Canım güzel kardeşim, büyüğüm, inan zerre kadar anlamış değilim bu savaşları. Kim neden haklı, neden üstün? Birileri diğerlerinin yaşamasını neden istemez? Bir can, bir başka canı nasıl yakar? Aman Allah’ım, gerçekten bu bir rüya mı? Gerçekten bu hayatta aç, susuz, kan revan içinde bebekler, analar, kardeşler, babalar mı var? “Olmak” sırların en büyüğü iken, bunu merak etmeyen milyarlarca akıl olduğu doğru olabilir mi?

Tanıdık olan bunca şeye çok yabancı kaldım. Belki o yüzden aklım takılı kaldı pili bitmiş saat gibi olduğu yerde. Onca senedir koşturup duruyorum insanlar arasında. Binlerce sohbete tanıdık oldum. İçinde aradığımı bulamadığım bu sohbetler sonunda işitme ve denge kaybına maruz kaldım. Engelli oldum. Meniere hastası oldum. Sokağa çıkamayacak derecede baş dönmeleri, kulaklarda bitmeyen uğultular… Anlayacağınız, ulu orta kayboldum. Büsbütün yabancı kaldım.

Şimdi kendi içimdeki hastanenin bir köşesinde yatmaktayım. Öyle fazla işe yaramam! Yazar dururum. Defter yetmez, bilgisayara, o da yetmez cep telefonuna… Evde, işyerinde rengârenk kağıtlarım vardır, katlar dururum. İyi bir şeyler çıkarsa hediye ederim etrafımda kim varsa. Birkaç insan dışında dinleyenim de olmaz zaten. Kim neylesin uçuk kaçık şeyleri? “Öyle derinlere dalma” der duyarsa büyükler ve bilenler. Sizce de haklılar mı? Derin düşüncelere dalmak çok mu tehlikeli?

Kim bilir, bu yazım yayın yönetmenimden geçemeyecek belki de. Haklı olarak okuyucuları düşünecek. Eğer yayınlanmış olup okuyorsanız bu yazıyı, hâddimi aşan yerler için özür dilerim, düşüncesizliğime verin. Bunun yüzünden kendime etmediğim kalmadı. Tekrar ifade etmek istiyorum ki, bu öfkeleri, savaşları, siyasetin yüz kızartıcı hâllerini, insanla insanın arasını açanları, canı cana dar edenleri, olayları anlamış değilim. Kırk küsur senelik tanıdık bildik bu hayata öyle yabancıyım ki şu aralar, öyle derin yaralar açıyor ki bende, bu yazım, o yaraların acısının inlemesi…

Sevgi, mutluluk ve kucaklaşma gözyaşlarına da şahit oluyorum yer yer. Birliğe, beraberliğe, vefaya, fedaya, vatan, din ve tanımadığı insanlar için şehit olanları kim bilip şahit olmuyor ki? O kadar güzel ve duygu yüklü hâller ki bunlar… “Hep böyle bitse günler, kuşatsa bütün coğrafyaları” diyor insanın içi, kalbin bütün zerreleri “Âmin!” diyor ama akşam haberleri târumâr ediyor bütün bu hayâlleri. Düşmanın düşmana etmediğini ediyor yan yana yaşayan insanlar. İhanet, vahşet ve haram, güzel olan birkaç gelişmeyi kara bulutlar gibi örtüyor. Adı üstünde, haber... Haber olmuş birçok olay, aklın sınırlarını parçalıyor. Bu tanıdık vakalara yabancıyım, anlayamıyorum. Ülkem de öyle garip işte!

Tarihi boyunca tek bir mesajı olmuş dünyaya ve yaşama ülkemin. Sevgi, saygı, kardeşlik ve en güzel kültürel renkliliklerle beraber yaşayalım şu dünya hayatını. Mazlumu koruyalım, fakiri gözetelim, Allah’ın yolundan sapmayalım. İyi ve güzel olana dayanamayan, sonsuz büyüklükteki şu kâinata sığamayan, tefekkür etmekten yoksun zavallılar, sırtı Allah’a dönük, kalbi kararmış şekilde defterini kapatıp giden nice insan toplulukları var elbette. Üstünlük, mal, mülk, güç dâvâsı, parti, tarafgirlik, ırk, dil diye ayırmanın yeri değil dünya. Hepi topu üç günlük dünya! Ey insanlık! Yol bitmemişken hak ve hakikate, kardeşliğe dönelim.

Yaşam başlı başına bir kıyametken, ben hâlâ niçin sakinim?