AYNADAKİ bedenime
bakıyorum. Bunca senedir benliğime ev sahibi olan bu beden, ne kadar da tanıdık!
Bu tanıklık ne kadar da yabancı idrakime! Daldığım düşünce okyanusunda çaresiz
çırpınıyorum. Kırklı yaşlardayım. Acı tatlı birçok anı var heybemde. Hayat
yolculuğumda bana eşlik eden duygu ve düşüncelerim, bedenim ve yaşadıklarım o
kadar sıradan ve basit ki, anlatması da kolay, taşıması da. Anlayacağınız, her
şey çok tanıdık ve bilindik. Öyle olağanüstü bir ânım, yeteneğim ve başarım
yok.
Bir
dolmuş yolculuğundayım. Akşam olmak üzere… İşten dönüyorum. Hava nemli ve dolmuş,
tam anlamıyla dolmuş. Dolmuşun içerisinde hemen ön tarafta bulunan üç kişilik
koltuğun ortasında oturuyorum. Ayakta kalanlar doğal olarak daha sıkıntılı. Ter
kokusundan kaçış yok. Şoföre bir para akışı oluyor, şoförden de yolculara para
üstü. İçerideki oksijen miktarı azaldıkça yüzlerdeki sıkıntı ifadesi daha
belirginleşiyor. Kaptanından yolcusuna tek ortak nokta, bir an önce bu
yolculuğun son bulması.
Sıkışık,
kalabalık, havasız ve mutsuz bir ortam düşünün. Dışarıda hava iyice kararmış.
Dolmuş yokuş yukarı, biraz da trafiğin etkisiyle yavaş yavaş ilerlerken ve her
şey bu kadar sıradan ve bilindik iken, zihnimde düşünceler bir o yana, bir bu
yana çarpıp dururken, bir düşünce tam orta yerde patlayıverdi. Öyle böyle değil,
o düşünce etrafında o zamana kadar ne kadar fikir varsa hepsini buhar etti. Dışardaki
karanlık, içerideki sıkıntı bitiverdi. İçimde tarifsiz bir heyecan oluşmaya
başladı. Şaşkınlık, merak, “Nasıl yani?” soruları peş peşe zihnimde çaktı. Bir
şeyler oluyordu iç dünyamda. Bana bir şeyler oluyordu.
O
saat ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Heyecanımı kaybettiğim
için mi yaşam heyecanını yitirmişti? Sanki o anlarda her şey yok olmuş da
sadece boşlukta bir dolmuş ve onun içinde bir grup insanla varlığın tam orta
yerinde öylece var oluyorduk. Başka hiçbir şey yoktu, hiçbir düşünce. Sadece
daha önce hiç hissetmediğim, adını koyamadığım bir ürperme vardı.
O
günden sonra olan her şeyi, varlığı tek olarak hissetmeye çalıştım. İnanılmaz
bir duygusu vardı. Sonra sorgulamalar başladı tabiî. Savaşlar neden bu kadar
tanıdıktı, biz neden bu kadar savaştık? Ölümler bu kadar tanıdıkken, yaşamaya
neden bu kadar alıştık? Rüzgârın dokunuşuna hiç ses çıkarmadık, dağlar volkan
olup patladı, “Olabilir” dedik. Denizler taştı, depremler oldu, “Afet” dedik.
Sonsuz büyüklükte bir kâinata sığamayan insan hırsına şahit olduk, hep kızdık ama
hiç okuyamadık. Rabbimin sonu gelmez nimetleri altında (sağlık, akıl, her bir
hücre ve atomun hizmeti, dünya yemişleri, bahçeleri, yağmur, kar, güneş, doğum,
eş, iş, çayır çimen, yıldızlar, çiçekler, kuşlar, denizler) bu kadar fakir ve
doymaz olduk. Hep başkasında olana göz diktik. Elimizde olana şükretmedik,
olmayana sabretmedik.
İnsan
olmak, var olmak, kul olmak zaten makamların en yücesi ve hazinelerin en büyüğüyken
kendimizi dillere, ırklara, üstünlüklere, ülkelere, partilere, güçlülük ve
zayıflıklara, zenginlik ve fakirliklere, bilmişliklere böldük. Bu kadar âşinâ
olduk da nelere yabancı kaldık? Denizler taştı, depremler acıttı, dağlar
patladı, güneş yaktı, yıldırımlar düştü ama nafile, uyanamadık!
Kutsal
kitaplar, peygamberler, yaşanan onca hikmetli hâdise, yaşayanlar kadar ölenler de
bir şey ifade etmedi. Varlığın her zerresi bir mesajdı ama derdini anlatamadı
insana. Çünkü insan yerinde değildi.
Yaşamak,
belki de her şeyi bilmek ama anlamamaktı. Bildiği için bilmediğine yabancı
olmaktı belki. Hakikate ancak ölümden sonra ulaşacağız büyük bir çoğunluğumuz
korkarım. Kanımca insan, yaşarken hakikate erse idi açık ve net şekilde bazı işaretleri
taşırdı. Meselâ sakin kalamaz delirir, taşar, çatlayıp patlar, eser gürlerdi.
Her an kıyameti yaşardı belki de. Hakikatle kol kola yürüse yıldırımlar içinde
kalırdı. Bilim de açıklamadı mı atomlara ve daha aşağı yapılara indiğimizde ya
da galaksilere baktığımızda gördüğümüz inanılmaz enerjiyi? Atom altı seviyede
bir kıyamet yaşanır sanki. Atom bombasını görmediniz mi? Atomu parçalamak
nelere mâl oldu, ama ne kadar sakinim ve yaşanan bunca şey beni parçalamıyor,
hatta ilgilendirmiyor. Bu umursamazlık da ayrı bir mucize olsa gerek.
Allah
aşkına, bir düşün “Allah” kelimesini, var ve insan olmayı! Hissetmeye, bildiklerinin
ötesini görmeye çalış. En ufak bir titreme bile gelmiyorsa git ve bir köşede
ağla! Farklı bir şeyler yap, değişik kitaplar oku, çokça tefekkür et! Dünyanın
bir köşesinde bir grup insan zevk ve sefa içinde, diğer köşesinde milyonlar aç…
Dünyanın bir köşesinde özgürlük ve güzel manzaralı bir yaşam, diğer köşesinde
kan ve gözyaşı… Bir köşede alabildiğine karanlık senaryo, diğer köşede uykuda
olan âlim ve iyiler, verilen mücadelelerin zayıflığı ve yetersizliği…
Bu
yazıma tepki gösteren, hâddimi aştığımı söyleyen olacak, kim bilir. Ben çoktan
hududumu aşmış, deli divane olmuşum. Bu akıl bu başta olsa idi, ülkeme, dinime,
insanlığa büyük katkılar sunacak işler yapardım. İşbu sebepten, sözlerime
takılmasın bilenler. Benim işim zaten bilenlerle, akıllılarla değil.
Arayanlarla, ağlayanlarla, delilerle, yaralılarla, olup bitene anlam veremeyen,
benim gibi düşünmekten engelli olanlarla.
Canım
güzel kardeşim, büyüğüm, inan zerre kadar anlamış değilim bu savaşları. Kim
neden haklı, neden üstün? Birileri diğerlerinin yaşamasını neden istemez? Bir
can, bir başka canı nasıl yakar? Aman Allah’ım, gerçekten bu bir rüya mı?
Gerçekten bu hayatta aç, susuz, kan revan içinde bebekler, analar, kardeşler,
babalar mı var? “Olmak” sırların en büyüğü iken, bunu merak etmeyen milyarlarca
akıl olduğu doğru olabilir mi?
Tanıdık
olan bunca şeye çok yabancı kaldım. Belki o yüzden aklım takılı kaldı pili
bitmiş saat gibi olduğu yerde. Onca senedir koşturup duruyorum insanlar
arasında. Binlerce sohbete tanıdık oldum. İçinde aradığımı bulamadığım bu sohbetler
sonunda işitme ve denge kaybına maruz kaldım. Engelli oldum. Meniere hastası
oldum. Sokağa çıkamayacak derecede baş dönmeleri, kulaklarda bitmeyen uğultular…
Anlayacağınız, ulu orta kayboldum. Büsbütün yabancı kaldım.
Şimdi
kendi içimdeki hastanenin bir köşesinde yatmaktayım. Öyle fazla işe yaramam!
Yazar dururum. Defter yetmez, bilgisayara, o da yetmez cep telefonuna… Evde,
işyerinde rengârenk kağıtlarım vardır, katlar dururum. İyi bir şeyler çıkarsa
hediye ederim etrafımda kim varsa. Birkaç insan dışında dinleyenim de olmaz
zaten. Kim neylesin uçuk kaçık şeyleri? “Öyle derinlere dalma” der duyarsa
büyükler ve bilenler. Sizce de haklılar mı? Derin düşüncelere dalmak çok mu
tehlikeli?
Kim
bilir, bu yazım yayın yönetmenimden geçemeyecek belki de. Haklı olarak
okuyucuları düşünecek. Eğer yayınlanmış olup okuyorsanız bu yazıyı, hâddimi
aşan yerler için özür dilerim, düşüncesizliğime verin. Bunun yüzünden kendime
etmediğim kalmadı. Tekrar ifade etmek istiyorum ki, bu öfkeleri, savaşları,
siyasetin yüz kızartıcı hâllerini, insanla insanın arasını açanları, canı cana
dar edenleri, olayları anlamış değilim. Kırk küsur senelik tanıdık bildik bu
hayata öyle yabancıyım ki şu aralar, öyle derin yaralar açıyor ki bende, bu
yazım, o yaraların acısının inlemesi…
Sevgi,
mutluluk ve kucaklaşma gözyaşlarına da şahit oluyorum yer yer. Birliğe,
beraberliğe, vefaya, fedaya, vatan, din ve tanımadığı insanlar için şehit
olanları kim bilip şahit olmuyor ki? O kadar güzel ve duygu yüklü hâller ki
bunlar… “Hep böyle bitse günler, kuşatsa bütün coğrafyaları” diyor insanın içi,
kalbin bütün zerreleri “Âmin!” diyor ama akşam haberleri târumâr ediyor bütün
bu hayâlleri. Düşmanın düşmana etmediğini ediyor yan yana yaşayan insanlar. İhanet,
vahşet ve haram, güzel olan birkaç gelişmeyi kara bulutlar gibi örtüyor. Adı
üstünde, haber... Haber olmuş birçok olay, aklın sınırlarını parçalıyor. Bu
tanıdık vakalara yabancıyım, anlayamıyorum. Ülkem de öyle garip işte!
Tarihi
boyunca tek bir mesajı olmuş dünyaya ve yaşama ülkemin. Sevgi, saygı, kardeşlik
ve en güzel kültürel renkliliklerle beraber yaşayalım şu dünya hayatını.
Mazlumu koruyalım, fakiri gözetelim, Allah’ın yolundan sapmayalım. İyi ve güzel
olana dayanamayan, sonsuz büyüklükteki şu kâinata sığamayan, tefekkür etmekten
yoksun zavallılar, sırtı Allah’a dönük, kalbi kararmış şekilde defterini
kapatıp giden nice insan toplulukları var elbette. Üstünlük, mal, mülk, güç
dâvâsı, parti, tarafgirlik, ırk, dil diye ayırmanın yeri değil dünya. Hepi topu
üç günlük dünya! Ey insanlık! Yol bitmemişken hak ve hakikate, kardeşliğe
dönelim.
Yaşam
başlı başına bir kıyametken, ben hâlâ niçin sakinim?