
DOĞAL afetler, siyâsî
baskılar, iç savaşlar veya refah içinde daha iyi şartlarda yaşamak isteği ile
çok eskiden beri insanlar göç etmektedirler. Sebepleri itibarı ile göçlere
bakıldığında hepsinin birer olgu olduğunu kabul etmek gerekir. Olgular
itirazlarla ortadan kalkmaz. Her şeyden önce sebeplerinin anlaşılması, zararlı
sonuçlarının ortadan kaldırılması veya azaltılması mümkün hâle getirilebilir.
Siyâsî ve ekonomik nedenlerle göçlere karşı olmak ve göç etmek zorunda
kalmışlara düşmanlık etmek, bu sorunu ortadan kaldırmadığı gibi, bir grup çaresiz
insana düşmanlık etmek şeklindeki bir insanlık suçuna da yol açmaktadır.
İslâm tarihinde başından beri göçlerin olduğu bilinmektedir.
Hatırlanmalıdır ki, Hazreti Muhammed de gördüğü zulümlerden dolayı 622’de Mekke’den
Medîne’ye hicret etmiştir. Hem Mekkelilerin, hem de Medînelilerin Arap olması,
üstelik göç eden Mekkelilerle onları karşılayıp bağırlarına basan Medînelilerin
Müslüman olması, muhacir Mekkeliler ile ensar Medîneliler arasında tarihte
emsali görülmemiş kardeşçe bir uyumun ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Ancak zamanla, bir ganimet paylaşımı esnasında, “Hazreti Muhammed
hemşehrisi Mekkelilere fazla ganimet veriyor” diyerek Medîneli ensarın kolayca
muhacir Mekkelilere karşı kışkırtıldığının örnekleri ortaya çıkmıştır. Elbette
bu kışkırtmayı Medîneli münafıklar yapmışlardır. Hazreti Muhammed’in varlığı ve
aldığı tedbirler bu kışkırtmayı etkisiz hâle getirmiştir. Bu gibi olaylar
göstermiştir ki muhacir (göçmen) ile yerli (ensar) arasında her an bir sorun
çıkabilir.
Böyle potansiyel sorunları büyütmeyi varlık nedeni bilenler her yerde her
zaman bu tür kışkırtmaları yapabilirler.
Günümüzde Türkiye’de Suriyeli sığınmacılar bahanesiyle muhalefet çevreleri
tarafından koparılan fırtınanın Suriyelilerin Arap, Türkiyelilerin Türk
olmasıyla sınırlı olmadığı hatırlanmalıdır. 4 Haziran 1989 günü Özbekistan’da
Ahıskalılara karşı günlerce süren saldırıların sonunda çok sayıda Ahıskalı
Türk, Özbek Türkleri tarafından katledilmiştir. (http://www.ajansahiska.com/haber/ozbekistan-fergana-olaylari-h1035.html)
Benzeri olaylar 14 Haziren 2010 günü Kırgızistan’da, Kırgız ve Özbek
Türkleri arasında yaşanmış, çok sayıda Özbek Türk’ü katledilmiş ve önemli
sayıda Özbek Türk’ü Kırgızistan’dan göç etmek zorunda kalmıştır. (http://www.ajansahiska.com/haber/ozbekistan-fergana-olaylari-h1035.html)
Her iki tarafın da Türk olmasına rağmen, Ahıska, Özbek ve Kırgızlar
arasında meydana gelen bu kanlı çatışmaları sadece dış güçlerin nifakları ile
açıklamak yeterli değildir. Benzeri olaylar Türkiye’de de çeşitli şehirler
arasında, Özbekistan ile Kırgızistan kadar olmasa da yaşanmıştır. Devlet
otoritesinin zayıfladığı, yetersiz kaldığı durumlarda her zaman tekrarlanma
ihtimâli vardır. Bu tür sorunların çözümünde aynı ırktan olmak tek başına çözüm
değildir. Aynı ırktan olanların arasında da görüldüğü gibi kanlı çatışma ve
katliamlar yaşanmaktadır.
Yine de yabancı düşmanlığını siyâsî bir dâvâ hâline getirmek Batılılara
özgü bir tutumdur. Avrupa ülkelerinde özellikle sağ partiler daha çok yabancı
düşmanlığı üzerine siyâsî tezlerini tesis etmişlerdir. Buna karşılık sol
partiler ise yabancı düşmanlığına muhalif tutumları ile bilinmektedirler. Başta
Almanya’da “Dazlak” adı verilen ırkçı gruplar olmak üzere irili ufaklı sağ siyâsî
görüşlülerin temel önceliği, yabancıların ülkeye alınmaması, ülkeye alınmış
olanların ise bir an önce kovulmalarıdır. (https://bianet.org/bianet/insan-haklari/181096-almanya-da-asiri-sagin-oldurdugu-turkiyeliler)
Almanya’da Dazlakların saldırıları ve kundaklamaları sonunda çok sayıda
Türk, dövülerek, bıçaklanarak, kurşunlanarak, yakılarak katledilmiştir. Almanya
gibi Avrupa ülkelerinde görülen bu saldırganlığın temelinde ırkçılık vardır.
Başta Türkler olmak üzere sonradan ülkeye gelen yabancıların Almanya gibi
ülkelerde “hak etmedikleri refaha ortak oldukları” gibi ekonomik nedenlere
dayandırılan tutumların temelinde, yabancı olanların farklı ırk ve farklı
dinden olmaları vardır.
Türkiye’de yabancı düşmanlığına Kemalist ve sol çevreler öncülük
etmektedirler. Kendilerinin ırkçı olmadıklarını, hümanist olduklarını
vurgulamalarına karşılık, yabancılara, özellikle yabancı Müslüman topluluklara
karşı tutumları kin ve nefrete dayalıdır. Zaten Türkiye’de her okulun duvarında
“asil kana” dayalı çağrıların bulunması, bir çeşit kan ve gen ırkçılığının
temelini oluşturmaktadır. Şaşılacak olan ise, bu kan ve gen ırkçılığının Avrupalılara
karşı değil, Türk olmayan diğer Müslümanlara karşı ayarlı olmasıdır.
Günümüz Türkiye’sinde başta CHP çevreleri olmak üzere yabancı düşmanlığı
yapanlar, Almanya'daki Dazlakların Türkiye’deki karşılığı veya temsilcisi
durumundadırlar. Kemalizm’i içselleştirmiş her fert, potansiyel olarak yabancı
düşmanıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere, Osmanlı Devleti’nin başkenti
İstanbul’u bile işgal etmişti. Bunu takip eden olayların ardından Osmanlı
Devleti’nin Ankara’da TBMM tarafından 1 Kasım 1922’de tasfiye edilmesi,
Türkiye’de bayram sayılmıştı. Her nasılsa, sonradan Osmanlı Devleti’nin
tasfiyesinde İngilizler değil, savaş içinde isyan eden bir grup Arap isyancının
ihaneti geçerli sayılmıştır. Türkiye’de yabancı ve Suriyeli düşmanlığının
öncülüğünü yapan CHP’li Dazlaklar, Osmanlı’ya karşı isyanın Suriyeli
sığınmacılardan öcünü almaya çok hevesli davranmaktadırlar. Araplara ve
Suriyelilere karşı düşmanlık için önemli olan Osmanlı Devleti, sıra İngilizlere
gelince birdenbire silinip yok olmaktadır. Hatta tek parti döneminin kurulması
ve icraatları (inkılapları) söz konusu olunca aynı Osmanlı bu kez “iç düşman”
durumuna gelmektedir.
Osmanlı’yı iç düşman bilen yerli Dazlaklar, her nasılsa Osmanlı adını
verdikleri kimseleri “asil kan” tasnifinin dışında tutmaktadırlar. Böylece bu
asil kan vurgusu bütün Türkleri bile içine alamamaktadır. Daha çok ve özellikle
yerli Dazlaklar ile sınırlı hâle gelmektedir. Bu kadar çelişkili, insanlık
dışı, ahlâk dışı tutumlara neden olan böylesi bir söylemin iç barış için büyük
bir tehdit olduğu açıktır.
Yabancı düşmanlığına, özellikle Suriyeli sığınmacılara karşı tarifsiz bir kin
ve düşmanlık besleyen yerli Dazlaklar, bu sorunun çözümü için Esat idaresindeki
Baas yönetimini çare olarak görmektedirler. Hâlbuki Arap olmak ile her derde
deva gibi görülen asil kandan olmamak bakımından Suriyeli muhacirler ile
Esat’ın arasında bir fark yoktur. Katliamlarına, asırlık zulümlerine rağmen
Esat idaresini bağrına basan çevreler, onun katliamcı bir diktatör olduğunu
görmek ya da duymak istemiyorlar. Yerli Dazlaklar, diktatörleri çok ama çok
seviyorlar.
***
Türkiye, Osmanlı Devleti bakiyesi olan bir ülkedir. Nüfusu içinde de önemli
ölçüde etnik köken bakımından Türk olmayan kesimler vardır. Bu yüzden komşu
ülkelerle tarih ve kültür birliğine sahiptir. Türkiye’nin bu yapısı ve birikimi,
sanıldığının aksine Türkiye’nin zayıf tarafını değil, kuvvetli tarafını teşkil
etmektedir. İç çatışmalardan, siyâsî baskılardan dolayı Türkiye’nin sığınılan
bir ülke olması, bir çeşit “anavatan” olarak görülmesinden dolayıdır.
Türkiye’nin askerî ve ekonomik gücü arttıkça tarih, nüfus ve kültürel
özellikleri de etki alanını büyütecektir. Türkiye’nin etki alanının büyümesini
istemeyen ABD gibi sömürgeci ülkeler, Türkiye’deki sığınmacıları muhalefet
eliyle bir tehdide dönüştürme çabası içindedir.
Alman Dazlaklığı örneğinde olduğu gibi, Batılılaşmayı varlık nedeni sayan
yerli Dazlaklar da bu düşmanlığı bir siyâsî dava durumuna getirmiştir. “Beyaz
Türk” olarak adlandırılan tuzu kuru kesim bu düşmanlığı medya aracılığı ile
tahrik ederek toplumun yoksul kesimlerine benimsetme çabasındadır.
Yabancı düşmanlığını benimsemeye istekli görünen yoksul kesimler
hatırlamalıdırlar ki, Beyaz Türkler tarafından kendisi her zaman “köylü, ilkel,
geri” diye aşağılanmıştır. Yabancılar günümüz Türkiye’sinde ucuza
çalıştırılarak daha çok sömürülen ve kimsenin oturmaya tenezzül etmeyeceği
yerlerin birkaç katı fazlaya kiraya verilerek sömürülenlerdir. Bir sömürülen,
başka bir sömürülene düşmanlık ederek bir şey kazanamaz.
Türkiye idaresi, Suriye’ye müdahalede gecikerek, Türkiye’de daha çok
Suriyeli sığınmacının birikmesine yol açmıştır. Bunun dışında Türkiye idaresini
suçlamak yersizdir, beyhudedir. Çünkü Suriye olayları, Türkiye istediği için
veya Türkiye’nin bir kurgusu olarak başlamamıştır. Ancak Türkiye, 2014-2015’te
Suriye’ye müdahale ederek Halep ve çevresini denetimine almış olsaydı, günümüz
Türkiye’sinde “yabancı düşmanlığı” bu ölçülerde tahrik edilecek seviyeye
gelmemiş, Türkiye’yi içeriden karıştırmanın, Türkiye’yi iç sorunlarla meşgul
etmenin önemli bir aracı durumuna gelmemiş olurdu.
Artık Türkiye’nin artan terör saldırıları nedeniyle, yerli Dazlakların
istismar malzemesine dönüşen Suriyeli sığınmacıların giderek bir iç tehdide
çevrilme potansiyelini dikkate alarak Suriye’deki denetim alanını
genişletmelidir Türkiye. Türkiye’deki Suriyelilerin tamamının veya bir kısmının
o denetim altındaki bölgeye taşınmasını da temin etmelidir.
Türkiye’de artan yabancı düşmanlığı göstermiştir ki, tarihinde defalarca
yabancı sığınmacılar için sınır kapılarını açmış olmak, hatta onlar için Rusya
gibi ülkelerle defalarca savaşmış olmak, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa
engel olmak için yeterli değildir. Türkiye eğitim politikasını bu yüzden değiştirmelidir.
“Irk ve asil kan” vurgularını artık bırakmalıdır. 1920’lerin havasında “Araplara
düşmanlık, İngilizlere dostluk” esası üzerine kurulu söylemleri terk etmelidir.
***
Önünde sonunda Suriye sorunu çözülecektir. Türkiye’de kalmış, doğmuş,
büyümüş milyonlarca Suriyeli, gelecekte Türkiye’nin dostluk ve kardeşlik
köprüleridir, gönüllü elçileridir. Bu kardeşlik ve dostluğa engel olan
telkinlerin sahipleri, Türkiye’nin utancı olarak anılacaklardır. İnsanî
değerlerden yoksunlaşarak Türkiye büyüyemez. Aksine insanî değerler Türkiye’yi
daha çok büyütür.
Dört milyon Suriyeliyi barındıran Türkiye ve onun Cumhurbaşkanı Erdoğan
yerine 2014’de 1 milyon göçmeni Almanya’ya kabul etti diye Almanya’nın eski Başbakanı
Merkel’e UNESCO tarafından hazırlanan bir barış ödülü verilmeye çalışılması (https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/merkele-unesco-baris-odulu-verilecek-42124790) Batı’nın ikiyüzlülük
ve maskaralık örneklerinden birisidir. Aslında bu ödül kararı aksine olsaydı ve
Türkiye’ye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilseydi, belki de Türkiye’nin insanî
amaçlarla yaptıkları üzerine gölge düşürür ve şaibeli duruma getirirdi. İyi ki
bu ödül Erdoğan için değil, Merkel için hazırlanmıştır.