EN son neye tam
anlamı ile sabrettiniz? Başınıza gelen bir sıkıntılı duruma karşılık
gösterdiğiniz davranışı -vicdanınız bütün bir şekilde- “Sabır ile karşıladım”
diyebiliyor musunuz? Yahut şöyle soralım: Herkeste bir karşılığı olan sabrın
bizdeki anlamı, kelimenin kendi anlamı ile örtüşüyor mu?
Sözlükte
yer bulan hâliyle “engellemek, hapsetmek, güçlü ve dirençli olmak” gibi
anlamları olan “sabır” kelimesi, ahlâkî bir terim olarak “üzüntü ve başa gelen
sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme, olumsuzlukları olumlu kılmak için
gösterilen metanet” gibi mânâlara gelmektedir. Tüm bu anlamlardan hareketle
sabrı, “nefsi telaştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan
koruma, nimet hâliyle mihnet hâli arasında fark gözetmeyip her iki durumda da
sükûnetini muhafaza etme, Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama” diye tarif
edebiliriz.
Dünyaya
geldiğimiz andan itibaren içselleştirdiğimiz davranış şekillerinden biri de
sabırdır esasen. En sade anlamı ile herhangi bir karşılık göstermeden sadece
beklemek gibi bir durumu ifade etmek için kullanılsa da esasen sabır, olmasını
beklediğimiz durumun gerçekleşinceye kadarki süreçte gösterdiğimiz davranışlar
bütünüdür.
Nefes
alıp verdiğimiz sürece her an farklı bir düşünüş ve davranış boyutuna
erişmekteyiz. Buna karşılık hayat sadece bizim yaşadığımızdan ibaret olmadığı gibi
getirdikleri ve götürdükleri vardır. Bize düşen, başımıza gelen her olumlu işe
şükretmek, başımıza gelen musibet ve sıkıntılara ise kalpten inanarak
sabredebilmektedir. Çünkü her güzel durumu veren, sıkıntılı durumları da
verebilmektedir.
Netice
itibariyle durup şöyle bir bakınca, hayatın akışında ne mutluluk sonsuz, ne de
hüzün ve sıkıntı. Bu sebeple, insan olmak demek, biraz da her şeyin ama her
şeyin gelip geçici olduğunu fark edebilmektir. İnsanız ya, pek tabiî olarak
sorabiliriz ki, sıkıntı ve musibet anında nasıl sabredebiliriz? Öyle ki, bir
zaman gelir, elin kolun bağlanır, elinden gelen bir şey olmaz ve aldığın her
nefeste sıkıntı arttıkça artar olur, işte o an sabretmek demek, bu sıkıntının
geldiği yeri bilmek ve ona boyun eğebilmektir. Çünkü öyle yüce bir kapıdan
gelir ki o sıkıntı, geldiği yere hürmet edebilmek müthiş bir derecedir insan
için.
“Rabbim,
alan da Sen, veren de Sensin” diyebilmek, boyun büküp yürekten el açmak ne
muazzam bir duygu ve güç verir insana.
Ders
alabilen için sabır içinde ne çok anlam vardır. Durup bakınca, Allah bizleri
birtakım ibadetlerden sorumlu tutmuştur. Hepsinin de sevabı ayrı ayrıdır. Ama
sabır içinde hem ibadet, hem de o ibadet karşılığında nihayetsiz bir karşılık
vardır. Öyle müjdeliyor Rabbimiz Zümer Sûresi 10’uncu ayet-i kerimeyle: “Sabredenlere
mükâfatları hesapsız verilecektir.”
Sabır,
bir yandan da insanın en riyasız ibadetidir. Meselâ namaz, oruç ve zekât gibi
ibadetleri yaparken insan kimi zaman gösterişe veya ibadet içinde
samimiyetsizliğe düşebilir. Hani olur ya, ibadeti gündelik rutin hâline getirir,
öyle devam eder; hâlbuki sıkıntıya sabrederek yürekten el açıp “Rabbim’”
diyebilmek, göreni ve duyanı umursamadan her hâl ve büsbütün acziyetle istemek,
asıl iman etme noktası değil de nedir? O zaman diyebiliriz ki, musibet
esnasında sabır ile yapılan duada hiçbir insanın fikri kimsenin umurunda
olmadığı için riya olmaz. Riya olmadığı için de o duada Rabbimiz ile olan
perdeler kaldırılmış gibi bir muhabbet nakşolur bize.
Allah
sabretmeyi davranışlarımıza işlememizi o kadar önemsemiştir ki Kur’ân-ı
Kerim’de sabır, beş ayette geçer. Ayrıca yüze yakın ayette de aynı kökten
çeşitli isim ve fiiller yer alır. Tüm bu ayetlerin içeriğinde sabrın önemi
üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve sabrın mükâfatının
derecesi üzerinde durulmaktadır. Eğer kalbimiz ile iman ettiğimizi
varsayıyorsak, Kur’ân’da bize bildiriliyor ki, Allah insanları korku, açlık,
yoksulluk, yakınların ölümü ve ürün kaybı gibi musibetler ile imtihan eder, o
hâlde bize düşen, bu imanla, gelen tüm bu sıkıntıları sabır ile karşılayıp
Allah’a teslimiyet göstermektir.
Farklı
açıdan bakalım bir de: İnsan için hangisi daha çok faziletlidir; nimete
şükretmek mi, yoksa belâya sabredebilmek mi? Öyle ya, Rabbimizin verdiği de,
aldığı da imtihan üzeredir. Bolluk içinde vereni bilerek şükreden bir iman mı,
yoksa her şey yolunda giderken aniden uğrayan sıkıntıya sabreden bir iman mı daha
üstün? Bu durumu geniş ölçekte ele alan İslâm bilim insanı Gazalî, şükrün mü,
yoksa sabrın mı faziletli olduğu sorusuna şöyle açıklama yapmıştır: “Su mu daha
değerlidir, ekmek mi? Suya ihtiyacı olan için suyun, ekmeğe ihtiyacı olan için
ekmeğin değeri biçilemez.”
Ve
Cüneyd-i Bağdadî, “Zenginin övülmesi varlıktan, fakirin övülmesi yokluktan
dolayı değildir; her ikisinde de övgüye lâyık olan, varlığın ve yokluğun
hakkını verebilmektir” der. Demek ki insan, başına gelen her durumda Allah’ı
hatırlayabildiği ölçüde kendine değer katmaktadır.
Sabır,
hayatı şikâyet etmeden yaşamanın tek formülüdür. Yoksa dokunsanız herkesin ama
herkesin şikâyet edecek birçok sıkıntısı vardır. Ama hayatı öyle ya da böyle
gideceği yere kadar devam ettirmek zorundayız. Bunu istersek kendimize zehir
ederek, istersek zehir olsa bile bal ederek (en azından edinmeye çalışıp) yaşamak
bizim elimizdedir. İnsan demek, akıl, edep ve imanla yaşamak demektir.
Rabbim
bollukta ve zorlukta her daim O’nu hatırlayan ve hatırladığına yakışan bir
hayat sürenlerden eylesin bizleri. Her daim “Es-Sabûr” İsm-i Şerifini dilimize
gönlümüze işlemek duası ile…