Ya Sabır!

Cüneyd-i Bağdadî, “Zenginin övülmesi varlıktan, fakirin övülmesi yokluktan dolayı değildir; her ikisinde de övgüye lâyık olan, varlığın ve yokluğun hakkını verebilmektir” der. Demek ki insan, başına gelen her durumda Allah’ı hatırlayabildiği ölçüde kendine değer katmaktadır.

EN son neye tam anlamı ile sabrettiniz? Başınıza gelen bir sıkıntılı duruma karşılık gösterdiğiniz davranışı -vicdanınız bütün bir şekilde- “Sabır ile karşıladım” diyebiliyor musunuz? Yahut şöyle soralım: Herkeste bir karşılığı olan sabrın bizdeki anlamı, kelimenin kendi anlamı ile örtüşüyor mu?

Sözlükte yer bulan hâliyle “engellemek, hapsetmek, güçlü ve dirençli olmak” gibi anlamları olan “sabır” kelimesi, ahlâkî bir terim olarak “üzüntü ve başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme, olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânâlara gelmektedir. Tüm bu anlamlardan hareketle sabrı, “nefsi telaştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma, nimet hâliyle mihnet hâli arasında fark gözetmeyip her iki durumda da sükûnetini muhafaza etme, Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama” diye tarif edebiliriz.

Dünyaya geldiğimiz andan itibaren içselleştirdiğimiz davranış şekillerinden biri de sabırdır esasen. En sade anlamı ile herhangi bir karşılık göstermeden sadece beklemek gibi bir durumu ifade etmek için kullanılsa da esasen sabır, olmasını beklediğimiz durumun gerçekleşinceye kadarki süreçte gösterdiğimiz davranışlar bütünüdür.

Nefes alıp verdiğimiz sürece her an farklı bir düşünüş ve davranış boyutuna erişmekteyiz. Buna karşılık hayat sadece bizim yaşadığımızdan ibaret olmadığı gibi getirdikleri ve götürdükleri vardır. Bize düşen, başımıza gelen her olumlu işe şükretmek, başımıza gelen musibet ve sıkıntılara ise kalpten inanarak sabredebilmektedir. Çünkü her güzel durumu veren, sıkıntılı durumları da verebilmektedir.

Netice itibariyle durup şöyle bir bakınca, hayatın akışında ne mutluluk sonsuz, ne de hüzün ve sıkıntı. Bu sebeple, insan olmak demek, biraz da her şeyin ama her şeyin gelip geçici olduğunu fark edebilmektir. İnsanız ya, pek tabiî olarak sorabiliriz ki, sıkıntı ve musibet anında nasıl sabredebiliriz? Öyle ki, bir zaman gelir, elin kolun bağlanır, elinden gelen bir şey olmaz ve aldığın her nefeste sıkıntı arttıkça artar olur, işte o an sabretmek demek, bu sıkıntının geldiği yeri bilmek ve ona boyun eğebilmektir. Çünkü öyle yüce bir kapıdan gelir ki o sıkıntı, geldiği yere hürmet edebilmek müthiş bir derecedir insan için.

“Rabbim, alan da Sen, veren de Sensin” diyebilmek, boyun büküp yürekten el açmak ne muazzam bir duygu ve güç verir insana.

Ders alabilen için sabır içinde ne çok anlam vardır. Durup bakınca, Allah bizleri birtakım ibadetlerden sorumlu tutmuştur. Hepsinin de sevabı ayrı ayrıdır. Ama sabır içinde hem ibadet, hem de o ibadet karşılığında nihayetsiz bir karşılık vardır. Öyle müjdeliyor Rabbimiz Zümer Sûresi 10’uncu ayet-i kerimeyle: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.”

Sabır, bir yandan da insanın en riyasız ibadetidir. Meselâ namaz, oruç ve zekât gibi ibadetleri yaparken insan kimi zaman gösterişe veya ibadet içinde samimiyetsizliğe düşebilir. Hani olur ya, ibadeti gündelik rutin hâline getirir, öyle devam eder; hâlbuki sıkıntıya sabrederek yürekten el açıp “Rabbim’” diyebilmek, göreni ve duyanı umursamadan her hâl ve büsbütün acziyetle istemek, asıl iman etme noktası değil de nedir? O zaman diyebiliriz ki, musibet esnasında sabır ile yapılan duada hiçbir insanın fikri kimsenin umurunda olmadığı için riya olmaz. Riya olmadığı için de o duada Rabbimiz ile olan perdeler kaldırılmış gibi bir muhabbet nakşolur bize.

Allah sabretmeyi davranışlarımıza işlememizi o kadar önemsemiştir ki Kur’ân-ı Kerim’de sabır, beş ayette geçer. Ayrıca yüze yakın ayette de aynı kökten çeşitli isim ve fiiller yer alır. Tüm bu ayetlerin içeriğinde sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve sabrın mükâfatının derecesi üzerinde durulmaktadır. Eğer kalbimiz ile iman ettiğimizi varsayıyorsak, Kur’ân’da bize bildiriliyor ki, Allah insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü ve ürün kaybı gibi musibetler ile imtihan eder, o hâlde bize düşen, bu imanla, gelen tüm bu sıkıntıları sabır ile karşılayıp Allah’a teslimiyet göstermektir.

Farklı açıdan bakalım bir de: İnsan için hangisi daha çok faziletlidir; nimete şükretmek mi, yoksa belâya sabredebilmek mi? Öyle ya, Rabbimizin verdiği de, aldığı da imtihan üzeredir. Bolluk içinde vereni bilerek şükreden bir iman mı, yoksa her şey yolunda giderken aniden uğrayan sıkıntıya sabreden bir iman mı daha üstün? Bu durumu geniş ölçekte ele alan İslâm bilim insanı Gazalî, şükrün mü, yoksa sabrın mı faziletli olduğu sorusuna şöyle açıklama yapmıştır: “Su mu daha değerlidir, ekmek mi? Suya ihtiyacı olan için suyun, ekmeğe ihtiyacı olan için ekmeğin değeri biçilemez.”

Ve Cüneyd-i Bağdadî, “Zenginin övülmesi varlıktan, fakirin övülmesi yokluktan dolayı değildir; her ikisinde de övgüye lâyık olan, varlığın ve yokluğun hakkını verebilmektir” der. Demek ki insan, başına gelen her durumda Allah’ı hatırlayabildiği ölçüde kendine değer katmaktadır.

Sabır, hayatı şikâyet etmeden yaşamanın tek formülüdür. Yoksa dokunsanız herkesin ama herkesin şikâyet edecek birçok sıkıntısı vardır. Ama hayatı öyle ya da böyle gideceği yere kadar devam ettirmek zorundayız. Bunu istersek kendimize zehir ederek, istersek zehir olsa bile bal ederek (en azından edinmeye çalışıp) yaşamak bizim elimizdedir. İnsan demek, akıl, edep ve imanla yaşamak demektir.

Rabbim bollukta ve zorlukta her daim O’nu hatırlayan ve hatırladığına yakışan bir hayat sürenlerden eylesin bizleri. Her daim “Es-Sabûr” İsm-i Şerifini dilimize gönlümüze işlemek duası ile…