Ya koparsa?

Artık anlar kıymetli olmalı bana, her an doğmalıyım. Secde için sabırsızlanmalı alnım. Başımı çekmeli kendine ayaklarım. Seher vakti bölünmeli uykularım. Kıyamet şimdiden kopmalı içimde. Böyle de bölük pörçük yaşanmaz ki artık! Ne yakışırsa bir kula, onu yapmalıyım.

İSTER istemez yazıyorum yine bugün, her zaman böyleydi zaten, çarem kalmıyordu yazmaktan başka. Gözümün önünde beliren koskoca manzaranın bir karesini zumlamak ve kelimelerle kodlamak için çivilendim yerime. Kafamın içi lunapark gibi, çarpışan fikirlerim, atlıkarınca gibi dönen duygularım… Mutluluğu yazmak isterken kıyameti yazmak için diretiyor bir yanım. Közün üzerindeki çaydanlığın kaynayışını izlerken ve ızgarada pişenlerin sürüklediği âlemlerdeyken bu kıyamet de nereden düştü aklıma?

Serin bir ağaç gölgesinde gönlüm sere serpe uzatsın ayaklarını, aklımda kıyamet olsun, olacak iş mi bu? İyi canım, olsun bakalım! Zaten olacak olan o değil mi sonunda? Gelecek olan da o değil mi? E şimdi gelmiş, en mutlu anımda aklımın orta yerinde durmuş, “Git!” desem olmayacak. En büyük mutluluklar en yükseklerde korkuyla dip dibedir zaten. “Hoş geldin aklıma!” diyeyim tok karna çayımdan bir yudum alırken.

Keyfime gelince, o hâlâ yerinde… Niyetim belli artık, mutlu mutlu dünyanın sonunu düşünmek ve kabullenmek. Biraz insan kıvamına gelmek için bu teknede yoğrulmam gerek. Sevdiğim türküler çalınıyor içimde, sazın teline her nota vuruşuyla med-cezirler, kasırgalar başlıyor içimde. Bir hengâme; keman bir yerden, ud bir yerden yakıp kavuruyor. Ama Allah hakkı için bunlar “mutluluk” diğer adıyla… Mahşer manzarası gözlerimin önünde; tek tanımı telaş ve korku gibi ilk bakışta ama hepimiz oradayız işte, ne büyük mutluluk,  huzurdayız! Zaman büsbütün, dümdüz ve mekân büsbütün, dümdüz… Hepimiz bir arada, ne güzel! Dünya hatıralarda kalmış, gerilerde…

Bir bardak çay daha koyuyorum kendime, meşe isinin kokusu sinmiş. Oh, ne de güzel demini almış! Mübarek bir şey bu çay, damaklara düğün bayram... Şu karşı dağlara bakınca toz duman, hallaç pamuğuna dönüşeceklerini hayal ediyorum. “Denizler kaynatıldığında” diye bir ayet okunuyor içimde. Yıldızların sönüp sönüp dökülüşü, güneşin kararıp durması, evrenin dürülüşü… Küçücük bedeniyle insanoğlu için fazla büyük bunlar. Biz ne anlarız kıyametten?! Gerçi her gün doğsa da güneşin bir gün şaşırtacağı hiç aklımıza gelmez. Aslında birçok belirtisi kitaplarda yazsa da bunları kabullenip gerçek dünyamıza sokmak hiç kolay değil. Hepsi de mucizevî şeyler. Kopuş anı ve hatta öncesi… “Deccal, Dabbe, Ye’cüc ve Me’cüc” derken akıl duruyor ve hiç olmayacakmış gibi düşünmek istiyor insan, unutmak istiyor ve unutuyor...

Eğlence, top, ip, mangal derken kıyamet geldi işte en olmadık zamanda aklıma! Nasreddin Hoca da ne hocaymış doğrusu, “Kazan doğurdu” deyince komşusu seviniyor ya hani, sonra kazanı isteyip geri vermeyince komşusu geliyor kapıya, “Senin kazan öldü komşu” deyince adam inanmıyor da “Doğduğuna inanmıştın ya, öldüğüne niye inanmıyorsun?” deyip lafı gediğine oturtuyor Hoca; dünyanın kuruluş anını başlatan Büyük Patlama ne kadar mucizeyse, güneşin duruşu, yıldızların dökülüşü de o kadar mucize… Başına inandık da sonu mu inanılmaz geliyor? İnanmaya kalksan, her şey inanılmaz aslında… İnanılmaz olan ne varsa hepsine inanmak ise, insan kalbinin en büyük sorumluluğu.

Bu hikâye nasıl başladıysa, başladığı heybetiyle öylece bitecek. Tabiî ki diğer başlangıçlara yer açarak devam edip gidecek. Bana kıyamet şaşırtıcı gelmiyor, gününü bekleyen bir hakikat olarak onu kabulleniyorum; onun unutulması beni daha çok şaşırtıyor. Hâlâ dedikodu yaparken keyifle yudumlanan çaylar, kapalı kapılar ardında entrikalar, vahşetleri izleyerek ayağını uzatıp kahkahalar atanlar… Benim hâlâ hayretle baktığım şeyler bunlar! “Sayılı gün tez geçer” derler, aslında bir tel beyaz saçın kılavuzluğuna inanmak gerek.

Evrenin sürekli genişlediğini artık herkes biliyor. Hiçlik noktasından başlayarak varlığın yayılması, bir yerde durup başladığı noktaya dönecek elbet. Kıyamet, aslında gelecek için olası en mantıklı şey; küresel ısınma, buzulların erimesi, kirlilikler, mevsim dengelerinin değişmesi, kuraklıklar, seller, depremler, ahlâkî çöküşler, bunalımlar, cinnetler… Bunları örneğe dökecek olduğumuzda ağaran saç telleri o kadar artıyor ki... Görünen köye kılavuz aramak boşuna! “Normalde böyle güzel bir günde kıyametin içimi karartması gerekirken bu ne huzur, bu ne dinginlik?!” diyorum kendime. Haydi, oldu olacak çayımı tazeleyip bu muhteşem sezon finalinin seyrini tamamlayıp keyfime bakayım bari…

Artık anlar kıymetli olmalı bana, her an doğmalıyım. Secde için sabırsızlanmalı alnım. Başımı çekmeli kendine ayaklarım. Seher vakti bölünmeli uykularım. Kıyamet şimdiden kopmalı içimde. Böyle de bölük pörçük yaşanmaz ki artık! Ne yakışırsa bir kula, onu yapmalıyım. Öfkelendiğimde bir tokat elimde erimeli. Gönlüme düşmeli öyle bir yar ki dilimden düşmeye bir an! Yaslandım bir ağaç gövdesine, elimde bir bardak demli çay; bu gölge, bu serinlik, bu keyif ne güzel böyle!.. Ama dünyaymış, kıyametmiş, dursun şöyle, Tuba dallarının gölgesinde bir çay daha demler melekler, suyu Kevser havuzundan olur, ne var?! Mutluluk dünyada bir ümitle başlasın hele, onu görmekten âlâ keyif mi var?