Ya kaygımız olmasaydı?

Acı ve sevinçleri yazmak ise, onları kalem imbiğinden geçirerek önce gönlümüzün tuvaline, oradan kâğıda aklın fırçası ile vicdanın boyasını da kullanarak feraset ile nakşetmek… Yazmak, bir kitapta altı çizilecek tek cümle varsa, o cümlenin altını çizmek... Bir ömre kaç soluk sığar bilinmez ama hakikati duyabildiği kadar kaleme fısıldamak, kelamı kalemin dilince konuşmak...

OLMASA bir kaygımız, arzularımız hep hayal olarak kalırdı belki de. Kaygı mı? Her şeye “Bismillah” ile başlayıp “nasip” ile devam ettiğimiz hayatın içinde evvela bir derde sahip olmak veya bir dert edinmekle başlar.

Dilimize pelesenk olmuş ifadeler vardır. Onlardan biri de “Acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır” cümlesidir. Açacak olursak, dert/acı kavramı da, sevinç kavramı da bu noktada çok boyutlu ele alınmayı gerektirir. Dert veya acının burada “hayata dair üzüntüler, kırılganlıklar, hayal kırıklıkları” dışında “acı adıyla algılananlar/telakki edilenler” olarak ifade edildiğini söyleyebiliriz.

Büyük bir derdi, davası olmak ise, her iki dünyayı içine alan bir fikir, hissiyat, mana ve ahvali kapsayan “bir özge yaşam biçimi”dir. Bunun yanında derman veya sevincin ise “bir güzelliğe, olumlu bir sonuca varmış olma”nın verdiği mutluluğun yanında “sevinç adıyla algılananlar/telakki edilenler” olarak değerlendirildiği görülür. Asıl sevinç ise öncelikle bu dünyada -yukarıda bahsettiğimiz- “bir özge yaşam biçimi”ne ulaşmayı, ukbada ise büyük vuslata erişmeyi ifade eder.

Subjektif algıların yanında etki dereceleri değişse de genel geçer dert/acı, derman/sevinç konuları/durumları olduğu da muhakkaktır. Hal böyleyken hayata dair sağlıklı bir duruş sergileyebilmek için his ve fikir dünyamızın vaktinden önce, vaktinden sonra veya birtakım suni faktörlerin etkisiyle değil, zamanında ve doğal bir süreçte olgunlaşan meyve gibi kemale ermesi lazım gelir. Bu olgunlaşmanın temelinin sağlamlığı, kişinin evvela kendini tanıması ve bilmesinden geçmektedir. Bu “bilme ve tanıma”nın nihaî halinin özünde çok üst bir yaşantı düzeyini ve “Geçidi yoktur, derin sular var” nev’inden bir süreci ifade ettiğini de belirtmek gerekir.

Ancak insan olmanın temel husûsiyetleri düzeyinde, içinde bulunduğumuz hal ve durumları da doğru tanımlamamız gerekir. Diğer bir ifadeyle, içinde bulunduğumuz ahvalin yukarıda bir kısmını sıraladığımız durumlar içerisinde nereye tekabül ettiğini iyi bilmemiz icap ediyor. Zira “doğru tanımlanırsa” ancak “Acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır” diyebileceğiz. Tabiî ki burada hemen paylaştıkça artmasını istediğimiz dertleri “özge bir yaşam” nev’inden veya istisna kabilinden görmek gerektiğini de ifade etmiş olalım.

Acı ve sevinçleri yazmak ise, onları kalem imbiğinden geçirerek önce gönlümüzün tuvaline, oradan kâğıda aklın fırçası ile vicdanın boyasını da kullanarak feraset ile nakşetmek… Yazmak, bir kitapta altı çizilecek tek cümle varsa, o cümlenin altını çizmek... Bir ömre kaç soluk sığar bilinmez ama hakikati duyabildiği kadar kaleme fısıldamak, kelamı kalemin dilince konuşmak... Yazmak… Yağmuru bahara, goncayı dala ve nihayet gülü bülbüle muştulama çabası...

Bize emanet edilen bir can ve canın gölgesi olan hayat ve hayatın “iki ileri bir geri” oyunundan hep iki ileriyi oynadığı bir güzergâh olan zaman… Güzergâh ki “geçit, geçilen yer” anlamında... Dünyanın geçiciliğinde, zamanın akıcılığında Ruhsatî’nin dediği gibi “nefsinden kaçmak” -vazgeçmek- ama gönül ile kalmak… Kalmak, dünyadan geçerken bir “‘nam u nişane” bırakmak, göçtükten sonra hayırla anılmak, dua ile anılmak, anılacak işler için gayret göstermek… Hz. Yunus’un “Göçtü kervan” ile anlattığına kulak verip kervan göçmeden ona dâhil olmak…

Vakit sonbahar, ondan mıdır bilinmez, “kervan” deyince uçmak geldi aklıma. Hem “uçmak”, cennetin –“uçmağa varmak” şeklinde de kullanılır- diğer bir adı. O halde uçmanın her türlüsü için öncelikle kanat çırpmak lazım değil mi? Kanat çırpmak mı? O da kervanda öğrenilir.

Durum böyle iken, kervan göçmeden Üstad Necip Fazıl’ın “Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda?/ Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda” şeklindeki güzide sözünde olduğu gibi, kelamın hasretini dudakta, gönülde bırakmamak adına kâğıdı ve kalemi hal ve mana ile buluşan kelam ile buluşturmak gerektiği kanaatindeyim. Bu dünyada kendini bilenler olarak yaşamak ve son nefesimize dek “hakikat kaygısı” ile yazmak dileğiyle…