
OLMASA bir kaygımız, arzularımız hep hayal
olarak kalırdı belki de. Kaygı mı? Her şeye “Bismillah” ile başlayıp “nasip”
ile devam ettiğimiz hayatın içinde evvela bir derde sahip olmak veya bir dert
edinmekle başlar.
Dilimize
pelesenk olmuş ifadeler vardır. Onlardan biri de “Acılar paylaşıldıkça azalır,
sevinçler paylaşıldıkça çoğalır” cümlesidir. Açacak olursak, dert/acı kavramı
da, sevinç kavramı da bu noktada çok boyutlu ele alınmayı gerektirir. Dert veya
acının burada “hayata dair üzüntüler, kırılganlıklar, hayal kırıklıkları”
dışında “acı adıyla algılananlar/telakki edilenler” olarak ifade edildiğini
söyleyebiliriz.
Büyük
bir derdi, davası olmak ise, her iki dünyayı içine alan bir fikir, hissiyat,
mana ve ahvali kapsayan “bir özge yaşam biçimi”dir. Bunun yanında derman veya
sevincin ise “bir güzelliğe, olumlu bir sonuca varmış olma”nın verdiği
mutluluğun yanında “sevinç adıyla algılananlar/telakki edilenler” olarak
değerlendirildiği görülür. Asıl sevinç ise öncelikle bu dünyada -yukarıda
bahsettiğimiz- “bir özge yaşam biçimi”ne ulaşmayı, ukbada ise büyük vuslata
erişmeyi ifade eder.
Subjektif
algıların yanında etki dereceleri değişse de genel geçer dert/acı, derman/sevinç
konuları/durumları olduğu da muhakkaktır. Hal böyleyken hayata dair sağlıklı
bir duruş sergileyebilmek için his ve fikir dünyamızın vaktinden önce,
vaktinden sonra veya birtakım suni faktörlerin etkisiyle değil, zamanında ve
doğal bir süreçte olgunlaşan meyve gibi kemale ermesi lazım gelir. Bu
olgunlaşmanın temelinin sağlamlığı, kişinin evvela kendini tanıması ve
bilmesinden geçmektedir. Bu “bilme ve tanıma”nın nihaî halinin özünde çok üst
bir yaşantı düzeyini ve “Geçidi yoktur, derin sular var” nev’inden bir süreci
ifade ettiğini de belirtmek gerekir.
Ancak
insan olmanın temel husûsiyetleri düzeyinde, içinde bulunduğumuz hal ve
durumları da doğru tanımlamamız gerekir. Diğer bir ifadeyle, içinde
bulunduğumuz ahvalin yukarıda bir kısmını sıraladığımız durumlar içerisinde
nereye tekabül ettiğini iyi bilmemiz icap ediyor. Zira “doğru tanımlanırsa”
ancak “Acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır”
diyebileceğiz. Tabiî ki burada hemen paylaştıkça artmasını istediğimiz dertleri
“özge bir yaşam” nev’inden veya istisna kabilinden görmek gerektiğini de ifade
etmiş olalım.
Acı ve
sevinçleri yazmak ise, onları kalem imbiğinden geçirerek önce gönlümüzün
tuvaline, oradan kâğıda aklın fırçası ile vicdanın boyasını da kullanarak feraset
ile nakşetmek… Yazmak, bir kitapta altı çizilecek tek cümle varsa, o cümlenin
altını çizmek... Bir ömre kaç soluk sığar bilinmez ama hakikati duyabildiği
kadar kaleme fısıldamak, kelamı kalemin dilince konuşmak... Yazmak… Yağmuru
bahara, goncayı dala ve nihayet gülü bülbüle muştulama çabası...
Bize emanet
edilen bir can ve canın gölgesi olan hayat ve hayatın “iki ileri bir geri”
oyunundan hep iki ileriyi oynadığı bir güzergâh olan zaman… Güzergâh ki “geçit,
geçilen yer” anlamında... Dünyanın geçiciliğinde, zamanın akıcılığında Ruhsatî’nin
dediği gibi “nefsinden kaçmak” -vazgeçmek- ama gönül ile kalmak… Kalmak,
dünyadan geçerken bir “‘nam u nişane” bırakmak, göçtükten sonra hayırla anılmak,
dua ile anılmak, anılacak işler için gayret göstermek… Hz. Yunus’un “Göçtü kervan”
ile anlattığına kulak verip kervan göçmeden ona dâhil olmak…
Vakit
sonbahar, ondan mıdır bilinmez, “kervan” deyince uçmak geldi aklıma. Hem “uçmak”,
cennetin –“uçmağa varmak” şeklinde de kullanılır- diğer bir adı. O halde
uçmanın her türlüsü için öncelikle kanat çırpmak lazım değil mi? Kanat çırpmak
mı? O da kervanda öğrenilir.
Durum böyle iken, kervan göçmeden Üstad Necip Fazıl’ın “Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda?/ Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda” şeklindeki güzide sözünde olduğu gibi, kelamın hasretini dudakta, gönülde bırakmamak adına kâğıdı ve kalemi hal ve mana ile buluşan kelam ile buluşturmak gerektiği kanaatindeyim. Bu dünyada kendini bilenler olarak yaşamak ve son nefesimize dek “hakikat kaygısı” ile yazmak dileğiyle…