Ya güzel söyle ya da sus!

Ekranımıza düşecek haberler ve görüntüler kadar haberdarız. Ya da bildik baba sözlerin yazıldığı hazır formatta resimler paylaşacak kadar bilgiliyiz. Ekranın içinde de, önünde de hapsolmuşuz. Farkında mıyız?

SOSYAL medya hakkında ne yazsam, ne desem da içim soğumuyor. Güzel söyleye(bile)cek miyim bilmiyorum, ama sus(a)mayacağım.

Örneklerine bolca rastlayabileceğimiz modern şehir efsaneleri bunlar. Zamanın korunaklı mekânlarında çalışıp yaşayan insanların, oturdukları yerden telefonlarına yığılan görüntüler... Değerler bunalımı yaşayan insanın, kendini ve rûhunu doyurma gayreti olarak özetlenebilir. Her şey bu “ekran” için... Ya da her şey “ekrandaki” kadar...

Aşk, aile, vefâ, dostluk, mutluluk, tatil, ebeveyn olmak ve daha nicesi... Bu alanda modellenen tüm bu değerler; konuşma, espri, giyim ve davranıştan ibaret gibi sunuluyor. Daha da acı olan, bunun kabul görüyor olması!

Kendimize ekranın ardından bakmayı bırakmak zorundayız. Gördüğümüz bir videoyu-haberi-yorumu-olayı önce garipsiyor, sevmiyoruz. Kaba ve rahatsız edici olan şey, bir zaman sonra komik gelebiliyor. Kutsal olan (!) da bu kervana dâhil olduysa, artık ağlamak için dahi geç kalındığının ilânıdır bu.

Bilgisayar ve yazılım mühendisi bir bey, şöyle anlatıyor sosyal medya hakkında yapılan bir bilgilendirme toplantısında: “Oturduğumuz evi ararken kendimce çok önemli bulduğum kriterlerim vardı. Eşimle bu konularda hemfikirdik. Meselâ bahçede mangal yapınca rahatsız olacak ya da cani isteyecek komşularımız olsun istemiyorduk. İlerleyen zamanlarda istediğimiz evi bulduk. Ve bir gün fark ettim ki, mangal yapınca bunu ilk önce ben sosyal medyada paylaşmış, bir iki değil, onlarca insana duyurmuş, göstermiştim.”

Verimli bir bilgilendirme programıydı. Sosyal medyanın faydaları yarım saat, zararları ise sürenin çok aşılmasıyla zorla bitirilmek durumunda kalınan bir buçuk saatte de devam ediyordu. Konuşmanın sonunda sorulan bir soru üzerine beyefendi, konuşmasını şöyle bitirdi: “Evet, ben bir bilgisayar uzmanıyım. Size bilgisayar hakkında teknik ya da pratik çok fazla şey anlatabilirim. Ancak üç ergen babasıyım. Çocuklarımı aklınızın almayacağı şekillerde kontrol ve takip edebilirim. Ama bunu yapmıyorum; çünkü onların kişiliğine saldırmak, zamanın gerisine düşürmek, korkutarak kendimden uzaklaştırmak istemiyorum. Yaptığım tek şey, yeri geldiğince onların teknolojinin-sosyal medyanın fayda ve zararlarından haberdar olmalarını sağlamak. Olabildiğince tabiî... Onun dışında sizler gibi duâ ediyor ve bekliyorum.”

***

Kimseyi üzmek ya da yargılamak değil niyetim. Bu şehir efsanelerini zihnimde iyi kötü, doğru yanlış, olumlu olumsuz olarak kategorize edemiyorum. Bildiğim kadarıyla sosyolojik ve psikolojik açıdan bu konularda tamamlanmış bir çalışma yok. Çünkü neredeyse tüm dünya bu zamanın nimet ve külfetini beraber görecek. Yaşıyoruz, en iyi ihtimâlle önümüzdeki onlu yıllar bu konuda verilerin daha doğru toplanabildiği çalışmalara ev sahipliği yapacak. Kim görür, kim görmez, işte bu belli değil.

*Birinin yolda konuşup telefonuna kaydettiği genç, sosyal medyada yayınlanınca olay oldu. Söylediği güzel sözler halkın vicdanında karşılık bulmuştu. Haktan, hakikatten, sabırdan, zorlukların ve durumunun imtihan olduğundan, umuttan, geleceğini bildiği güzel günlerden bahsetti. Gülümsemeye çalışan, üşümüş yüzünden okunan samîmiyetti. Garipti ama samîmiydi. İzlenme oranı (tıklanma sayısı) yüksek olunca haberlere kadar konu oldu. Ve sonrasında hikâye devam etti.

İnsanlar kendi iç dünyalarına onun sözleri vasıtasıyla ses verebilmişler miydi? Yoksa acıyan gözlerle bakıp arabesk tadında ufak bir mola mı olmuştu? Bunun cevabı yoktu. Yetkili merciler kayıtsız kalmadı. Büyük odalarda poz poz resimleri ile bir eve ve işe kavuştuğu afişe edildi. Sosyal medyada duyulunca, âkıbeti de yine aynı medyada borazanlar tarafından duyuruldu. Sonuç, hayırlı bir şekilde nihâyet buldu. Dediği gibi, zor günleri bitmiş, feraha ermişti. Kim sebebiyle ya da nerede duyulup yazıldığı fark eder miydi? Sebepleri halk eden, Kâdir-i Mutlak değil miydi?

*“Çocuk filozof” olarak tanınan diğer vakaya ne demeli? Yine bir kitapçıda, orada hararetli bir şekilde kitaplara bakan çocukla konuşup kaydetti biri. Sonra görev aşkıyla hemen paylaştı. Yaşının üstünde sözleri ve fikirleri ile olağan çocuk profilinin dışında olduğu açıktı. Sonrasında kanallar çocuğu röportaja aldılar. Yaşadığı sokağa, sokağın bakkalına kadar gezilip görüldü. Zihni henüz kirlenmemiş olan çocuk, meşhur olmanın efsunundan bîhaber. Ailesi ise (iyi niyetli dahi olsa) tam olarak nesne durumunda. Hazır mikrofonlar size yönelirken, söylenecek olan söylenir, istenebilecek olanlar sıralanır. Fırsat, bu fırsattır...

Yediğimiz, içtiğimiz, gezdiğimiz, çocuğumuz, güzel anlarımız, hattâ nasıl temizlik yaptığımız bile bu görev aşkının çerçevesine dâhil oldu. Ne yazık ki (!) ağlanacak hâlimize gülüyor, hayatımızı tanıdığımız tanımadığımız insanların önüne fütursuzca seriyoruz. Kapıları, pencereleri, perdeleri kapalı hayatlarımızda bütün değerlerimiz birbirine girmiş durumda. Bir hipnoz hâli yaşıyor insanlık. Beğenilme, onaylanma, hattâ yalan da olsa sevilme isteğimiz, tıbbî açıdan ismi yeni konulan hastalıklardan sadece biri. “Sadece biri” diyorum, çünkü yakın zamanda daha yenilerini de duyacağımız gerçeği artık bir kehanet değil.

Avusturalya’daki söndürülemeyen yangınlar, Suriye’ye düşen bombalar, Avrupa’da artan intihar oranları, ekonomik kriz, denizin altına kurulma plânları tamamlanan dünyanın en büyük data bankası, özellikle Japonya’da son yıllarda önüne geçilemeyen yalnız ölümler, dünya çapında içme suyunda alarm veren azalma ve rekor oranda antidepresan kullanımı…

Ekranımıza düşecek haberler ve görüntüler kadar haberdarız. Ya da bildik baba sözlerin yazıldığı hazır formatta resimler paylaşacak kadar bilgiliyiz. Ekranın içinde de, önünde de hapsolmuşuz. Farkında mıyız?

Sebepleri halk eden Kâdir-i Mutlak, bizi bize bırakmasın!