Virüsün düşündürdükleri

Teknik kabiliyeti ile böbürlenen Batı, acz içinde kaldığı bu musîbetten yakışır tarzda dersler çıkarır da, kendi gibilerin hâricinde insanların da yaşamakta olduğunu, onların da insanca yaşamaya hakkı olduğunu hatırlar umarız. Yok, eğer ders alınmaz, “eski hamam, eski tas” misâli burnunu yukarı dikerse, yüzüstü sürüneceği belâlar sırada beklemektedir…

ÇİN’in Wuhan kentinde patlak veren salgın afetinin üzerine çok şeyler söylendi. Dikkatsizlik, gizleme, tertipler, komplolar… Dünya nüfusunda seyrekleştirme mi, ekonomik ya da biyolojik savaş mı?

Bütün bunlar bir yana, biz meseleye başka bir açıdan bakacağız. Üst boyuttan, meselenin ana mecrasından, can damarından…

Önce bir düşünelim: Bu salgın çıkmadan önce yeryüzünde neler yaşanıyordu? Hangi vahşet sahneleri sergileniyordu? Mazlumlar ne şekilde inim inim inletiliyordu? Vicdan sahibi her akla “Pes!” dedirten hâdiseler cereyan ediyordu. İnsanlık tarihine “katran” döktüren gelişmeler yaşanırken, medenî (!) ve modern (!) geçinen kesimin davranışı nasıldı?

Misâl, Doğu Türkistan... Uygarlık tarihinin numûnesi “Uygurlar”… İki büyük suç ile yaftalanan kadim Türk illeri… Suçları, Türk ve Müslüman olmaları. Evlerine giriliyor, erkekler ya öldürülüyor ya hapsediliyor ya da sürgüne gönderiliyor… Kadınlar tecavüze uğruyor, dövülüyor, parya olarak hizmete zorlanıyor… Kimlikler değiştiriliyor; İslâm beyinlerden kazınırcasına silinmeye çalışılıyor, “akıl almaz” işkence taktikleri deneniyor. Tüm bir coğrafya kan ve gözyaşı seline mahkûm!

Peki, Batı ne yapıyor? Hani evrensel insan hakları ile övünen Batı, olanlara hiç yüzünü döndü de görmek istedi mi? Bir kerecik olsa da “Nedir bu yaptığınız vahşet?” diyebildi mi? Ne gezer?!

Batı meşguldü (!) aşüfteleri ile sofrada şarabı torbaya indirirken, kumar masasında viskiyi yudumlarken, plajda şezlong üstünde martiniyi tadarken, kayak yorgunluğunu gidermek için votkayı kafaya dikerken. Hayatın nimetlerini zıkkımlanırken, beşer evriminin gelişmemiş (!) türünün imha (yok) edilmesi onun umurunda mı? İçin için “Oh olsun” diyenleri de cabası... Zulmü hoş gören, suça ortak demektir.

***

Suriye… Meskenleri yakılan, yıkılan insanların diyarı… İskelet hâline gelmiş şehirler, “Hâlimizi gör artık!” der gibi kupkuru kalmış yerler… Kadınlar çocuklarının gözü önünde tecavüze uğruyor, kocalar ya sokakta ya da hapishanede can veriyor. İnsanların üstüne “leblebi dağıtır gibi” uçaklardan misket bombaları yağdırılıyor. Tek çâre var: kaçmak!

Yüzbinler, milyonlar yurtlarından firar ediyor. Komşu ülkelere kaçıyor. Mayın tarlalarında ölmek ya da sakat kalmak pahasına… 5 kişilik bota 25 kişi doluşuyor. Dalgalar arasında devrilmek, boğulmak pahasına… Bazen de komşunun kahraman (!) evlâtları, botları delerek içindekileri denize döküyor ağabeylerinden adlıkları “Aferin” teşviki pahasına… Dalgalar “sabilerin” cesedini sahile taşıyor “İşte sizin insanlığınız bu!” der gibi…

Peki, nerede Batı bütün vahşet yaşanırken? Partide şarap içiyor, kokteylde viski tadıyor, şölende martini demliyor, barında votka dikiyor. Haberlere kazâ ile gözü kaysa, “Bu haberlerle niye keyfimiz kaçırılıyor?!” diye öfkelenir, “Bunlar modern değilmiş ki, Müslümanmış” der.

***

Filistin’de üç binyıllık tarih yok sayılır. Toprakların asıl sahipleri öldürülür ya da sürgün edilir. Evleri “târumâr” edilir. Yapılan yeni binalara “mütecavizler” keyifle kurulur. Irak, Tibet, Filipinler, Afganistan, Kafkasya, Afrika velhasıl Müslümanların yaşadığı yeryüzünün çeşitli bölgelerinde benzer vahşetler yaşanır. Bir bakın; horlanan, dövülen, tecavüz edilen, işkence altında inleyen ve öldürülen mazlumların “kahir ekseriyeti” Müslümandır. Müslüman olmak, revâ görülen bütün bu zulümleri “hak ediyor olmakla” değerlendirilmektedir bazılarınca.

Saçları kardan da bembeyaz bir nine, kurumuş ellerini semâya kaldırır da, gözlerinden inen kanlı yaşı çatlamış dudaklarına dökülürken, “Ya Rabbi, hâlimizi görersin, yerin gökün sahibi Sensin, bu zalimlerden intikamımızı al” derse, Rabbi işitmez mi sanırsın? Bir sivrisinekle, Nemrud’un hakkından gelen Rabbim, mikron mertebesinde bir canlı yaratır da, çağımızın “tek dişi kalmış” Nemrudlarını dize getirmez mi sanırsın?

Keyfi kaçtı Batı’nın. Şarabı korkarak içiyor. Viskiyi unutmak için… Martini bardağına uzanan eli titriyor. Votka kafasına “dank” ediyor. Müslümanların öz vatanlarında tecrit edilmesine ses çıkarmayanlar, kendilerini, rızâlarıyla evlerinde hapsetme zorunda kaldılar. İşte İlâhî adalet!

“Bir musibet, bin nasihatten evlâdır” der atalarımız. “Kurunun yanında yaş da yanar” denmiştir ama sabredenler için onun da ecri vardır. Bize düşen, sabır ve tevekkül içinde olmak. İhtiyatı elden bırakmadan…

Teknik kabiliyeti ile böbürlenen Batı, acz içinde kaldığı bu musîbetten yakışır tarzda dersler çıkarır da, kendi gibilerin hâricinde insanların da yaşamakta olduğunu, onların da insanca yaşamaya hakkı olduğunu hatırlar umarız. Yok, eğer ders alınmaz, “eski hamam, eski tas” misâli burnunu yukarı dikerse, yüzüstü sürüneceği belâlar sırada beklemektedir…