Virüs toplumsal hâfızayı mı, kamu düzenini mi, bireyi mi tehdit ediyor?

Şu an bir anlamda yavaşlatılmış zaman yaşıyoruz; ağır çekim bir hayat sanki... Normalde görmeden geçip gittiğimiz çevremizi ağır çekimde izliyoruz. Her gün işimizin ya da önceliklerimizin peşinde hedeflerimize ulaşmak veya kaygılarımızdan kaçınmak için koşarken, fark etmediğimiz birçok şeyi daha net görmeye başladık. Milyonlarca, hattâ milyarlarca insan, bir anda Ferrari’sini satan bilge gibi oldu. Herkes kendi Ferrari’sinin anlamsızlığını hissetti, anladı, fark etti…

“GEÇMİŞ asla unutulmaz; hattâ geçmiş bile değildir” demiş Faulkner…

Geçmişin büyük olayları ve insanlığın ortak hâfızası, kolektif bellek üzerinden yeni nesillere aktarılır.

Bizi geçmişin bir parçası yapan, yaşlılarımızdır. Yani onlar, aslında yaşayan anlatıcılar olarak bizi büyük büyük dedelerimizin ve ninelerimizin hikâyesinin içine dâhil ederler. Çağlar arası irtibat sadece kitaplarla değil, kitaplarda yazılı olan yaşanmışları anlatanlarla mümkündür.  

Coronavirüsün kendisi, bize ne yaptığının farkında olmayabilir, ama biz başımıza gelenin farkında olmalıyız. İşte bunu anlamamız için virüs, hepimizin hayatına mola vermiş oldu! Hayatı neredeyse durdurduk; tüm faaliyetler, plânlar, iş, okul, toplantı, ticaret, turizm, seyahat, cenaze, düğün ve sair her şey bir süreliğine durdu.

Hepimize düşünmek ve anlamak için bir fırsat oldu bu.

Hattâ sadece düşünmek değil, öncelikle belki de fark etmek için bir fırsat…

Her şey anlamak ve fark etmek için durunca, bir anda sağlığımızın kıymetini, ne kadar yoğun bir telâş ve koşuşturma içinde olduğumuzu, aile ve toplum olmanın değerini, devlet ve kurumların neler yapabileceğini ya da yapamayacağını, hattâ başarının toplumsal katılımla irtibatlı olduğunu fark ettik.

Birey ve toplum olarak sadece kaçırdığımız anları, güzellikleri ve sevdiklerimizi fark etmedik, diğer yandan güzel ve değerli sandığımız birçok şeyin ve hattâ insanlığın ulaştığı en gelişmiş ülke ya da toplumların gerçek yüzünü fark etmiş olduk.

Gerçeği anlamak için deneyim ve tatbikat gerekli demek ki…

***

Zayıflıklarımız ve güçlü yanlarımız gerçek tehditlerle ancak ortaya çıkabiliyor.

Şu an bir anlamda yavaşlatılmış zaman yaşıyoruz; ağır çekim bir hayat sanki... Normalde görmeden geçip gittiğimiz çevremizi ağır çekimde izliyoruz. Her gün işimizin ya da önceliklerimizin peşinde hedeflerimize ulaşmak veya kaygılarımızdan kaçınmak için koşarken, fark etmediğimiz birçok şeyi daha net görmeye başladık.

Milyonlarca, hattâ milyarlarca insan, bir anda Ferrari’sini satan bilge gibi oldu. Herkes kendi Ferrari’sinin anlamsızlığını hissetti, anladı, fark etti…    

Günlük ritmin, sıradanlaşmış işlerin ve ezberlenmiş isteklerle öğretilmiş korkuların bir anda dışına çıktık. Bir Quantin Tarantino filminde gibiyiz; aynı zamanda ama farklı açılardan olayları ve çevremizi görüp anlama fırsatı yakalamış olduk. Evimiz, çocuklar, eşler, anne ve babalar gibi birlikte yaşanan büyükler hâriç, evin dışındaki herkes buharlaştı sanki. Kapı komşumuz bile o kadar uzak ki, sanki kıyamet geldi de herkes kendi hesabını vermeye hazırlanıyor.

En zengini de evinde oturuyor, en fakiri de.

Fakir için eğer günlük ihtiyacını karşılayan bir yardım kurumu varsa sıkıntı yok, zaten aşağı yukarı hayatı bu kadar ve en azından evde kalmak için makul bir sebebi var…

Zengin için seçenek daha fazlaydı; o yüzden daha çok endişe duyuyor. Çünkü zengin olana sunulan daha çok imkân var, yaşamak daha güzel ve yapacağı seyahatler, satın alacağı eşyalarla yaşamsal anlamda ilgi çekici pek çok detay var. Arada bir de ihtiyacı olanlara yapacağı bağışlar ve yardımlarla mânevî tatmin yaşayabilirse, kaldığı yerden devam edebilir güzel yaşamına…

Ama şimdi, bir anda paranın ve maddî gücün anlamsızlaştığı, varlığın paylaşmaktan başka hiçbir işe yaramayacağı bir dönemden geçiyoruz! Ancak paylaştığı kadarının anlamlı olduğunu hatırlıyor insanoğlu…

***

Herkesin kafasında birkaç soru var: Bu salgın bitecek mi? Bitecekse ne zaman? Bu salgın ve felâket bitince hiçbir şey eskisi gibi olamayacağına göre, gelecek nasıl olacak? Dünkü dünyaya göre kurgulanmış yaşantımızın ve gelecek plânlarımızın yarının dünyasında bir anlamı olacak mı, yoksa düne ait her şey değersiz ve anlamsız mı olacak?

Yani insanlar öncelikle hayatta kalıp kalamayacakları üzerine bir tedbir ve korunma düşüncesiyle hareket ediyor, sonrasında ise… Diyelim ki hayatta kaldık ama dünya yeniden eskisi gibi olabilecek mi? Bu ekonomik sistem düzelecek mi? Artan işsizlik nasıl giderilecek ve devletlerin varlığı ve yapısı korunabilecek mi?

Bunca soru, Müslümanlar açısından kader inancının sınırlarını mı zorluyor acaba?

Vatikan’da Papa, kendi insanlarını toplu duâya çağırıyor, çeşitli ülkelerde kiliseler ve din adamları cadde ve sokakları tütsüler ve duâlarla korumaya çalışıyorlar. İspanya, Almanya ve Hollanda gibi, düne kadar yabancı düşmanlığı ve İslâmofobinin egemen olduğu yerlerde, Müslümanlara moral olsun diye camilerden ezan okunmasına izin veriliyor. İnsanlar evlerinden ve balkonlarından yüksek sesle ezan okuyabilmenin ironisi içinde durumun keyfini çıkarıyorlar. Herkes birbirinin duâsına destek oluyor, herkes duânın ortak gücüne yatırım yapıyor.

Daha dün birlikte yaşamanın mümkün olmadığına inananlar, bugün “ortak gelecek için” hep beraber salgından kurtulmanın imkânlarını beraber duâ ederek arıyorlar.

Korkunun gücüyle tanışıyoruz; kendisini güvende hisseden insan ile kendisini tehdit altında hisseden insanın böyle radikal tavır değişikleri ile öğrendiği şeyleri bakalım ne kadar süre daha yaşamımızda hissedeceğiz...