Virüs dokunuşu

Allah aşkına, içimize dönmek neden klâsik bir sözden öte bir değerlendirmeye gidemiyor, bir edebiyat ve kişisel gelişim söyleminden çıkamıyor? Bu sadece kitap okuyanların, kişisel gelişim kurslarına gidenlerin mı ihtiyacı olan bir şey?

“GÖRÜNMEZ savaşçı”… Virüse “savaşçı” diyorum ama “düşman” diyemiyorum. Bizim kendi niyet ve arzumuzla yapamadığımız bir şeyi yaptırıyor ve bizi zorla kendimizle tanıştırmaya çalışıyor. Dışarıda yaşarken kendimizi çoğalmış görüyorduk ama meğer ne kadar eksilmişiz böyle! Alışık değiliz bu kadar dar alanda bu kadar süre kapalı kalmaya. En sevdiklerimiz de olsa bu kadar süre beraber vakit geçirmeye alışık değiliz. Âdeta vücûdumuzun yeni organı olan cep telefonu bile bir yere kadar oyalıyor.

Kitap okuyorum, ev işlerine yardım ediyorum, belki resim yapıyorum, müzik dinliyorum, çocuklarla oyun oynuyorum, haberlerden gündemi değerlendiriyorum, telefonla görüşmeler yapıyorum… Yok, yine de olmuyor! Çok değerli bir gösterge aslında bu süreç. Kendimle baş başa kaldım ve kendim, benliğime dar geldi. Bende bir şey yokmuş. Oyalanmaymış koca bir ömür.

Gerçekten, özellikle bu çağda insanın bilgisi ve teknolojisi mikroskobik bir varlık karşısında hüsrana mı uğradı? Haydi bu salgın bitti diyelim, başka bir virüs salgını ya da başka bir afet, bizi hep böyle evlerde kendimizle baş başa mı bırakacak? Yazık değil mi bize; kendimizle baş başa kalmak ve içimize çoğalamadan dışarının hayâli ile baş başa kalmak? Nereye kadar bu anlayış, kaçış ve aldanışlar? İslâm’ın en büyük emri, değeri, hizmeti, vermek istediği hazînesi, “Oku” kavramı değil miydi? Sürekli aynı döngüde yaşadığımız ve çok şey kazanamadığımız hayatımızı devam ettirme ısrarı neden acaba?

“Kendini bilen Rabbini bilir” sözünü bilmeyen yok, peki, kendini bilmek için bu sözü sosyal medyada paylaşmak, bir kitapta okuduktan sonra defterine not almak ve belki bir ibadet sonrasında aklına gelip de duâ etmek yeterli mi sizce?

Ne mi yapalım? Virüs anlatıyor, dinlemeye çalışalım bence. Dışarıda ne virüs, ne deprem, ne bir başka afet, ne gözümüzün önünde yitip giden yaşamlar, belli sınırlar içindeki yaşamımızı ve algımızı değiştirmeye yetiyor. Biz, her zamanki biz olmaktan öteye gidemiyoruz. Hep istiyoruz ama yol alamıyoruz. O hâlde, ışıkların ve seslerin ortadan çekildiği vakitlerde kendimize bir randevu verelim. Gündüzü ve içindeki sesleri, kişileri, düşünce ve davranışları ile gündüzde bırakalım. Uykuya dalanlarla beraber uykunun içine atalım tüm dünya meşgalelerini.

Farkında olarak, bilerek ve isteyerek vazgeçmemecesine bir fırtına çıkaralım. Ne kadar afet varsa, deprem, sel, yangın, hepsini içimizde başlatalım. Düne ait ne kadar ben varsa yerle bir edelim! Depremlerle anlayış algımızı sallayıp gözyaşımızın selinde yıkayalım. Öyle bir sabaha uyanalım ki peşinden koşulacak bir güne değil, içinden koşulacak bir bene kavuşalım. Dışarıda bitirilmiş koca bir insanlık var, biz de bitmeyelim, içimize doğalım.

Bir virüse bütün insanlığın yenik düşmesi büyük bir ders bence. “Oku” emrine karşın, “Bildiğimle amel ederim” demeye devam ediyoruz. Virüsün açık bir mesajı var: “İnsanoğlu! Yaşadığın bu düzen, insan dışındaki varoluşun düzenine ters. Değiştir alışkanlıklarını, değiştir içindeki sistemleri. İçinden geldiği gibi değil, içinde sen olmadan içinden gelene uyduğun için olan bu bütün karmaşaya dur de!”

Varlık, varoluşunun her saniyesinde bir kıyamet yaşar içinde. Bir atomun içindeki enerjiyi bilmeyen yoktur. Dünyanın kendi etrafında ve güneşin etrafındaki dönüş hızı inanılmazdır. İnsanlık aya gidip gelmekten bahsederken, dünya her sene güneşin etrafına kocaman bir tur atar. İçinde bulunduğu galaksiyle beraber her an uzayda çok büyük mesafeler kat eder. Bir tohum çatlar toprağın altında. Bir gül açar. Bir volkan patlar. Bir bebek dünyaya gelir. İçimizde sürekli hücre oluşumları devam eder. Doğum ve ölüm birbirini kovalar. İlâhî kudret, varlığın her zerresinde hükmünü sürdürür. Bu oluşların her biri küçük bir kıyamettir. Yaşam başlı başına bir kıyametken, biz neden bu kadar sakiniz? Virüsün bize anlattıklarına, haberlerde dünyanın birçok bölgesine ait gösterilen insanlık dramlarına ve insan aklının bittiğinin göstergesi olan sapkınlıklar ve yıkımlara rağmen nasıl da rahat uyuyabiliyoruz!

Bu virüsün de içimizde büyük bir değişim yapacağını sanmıyorum. Çevremdeki işaretler bunu gösteriyor. Büyük, çok büyük bir devrimle içimizin baştan aşağıya devrilmesi gerekiyor. Bu devrimi hiçbir afet, hiçbir kıyamet başaramaz; en azından tarih böyle gösteriyor. Diğer yandan, içinden niyet edene, olmak ve varmak isteyene bir çiçeğin açışı bile öyle çarpıyor ki hiç bir deprem böyle yıkıcı olamıyor. Bütün bir ömür çizgisi sil baştan yazılıyor.

Virüs öncesi ve sonrası değerlendirmelerin yapıldığı dönemde virüsün azalmaya başlamasıyla beraber yapılan tatil alternatifleri, yeni eğitim sistemi arayışları, evde vakit geçirme çözümleri tek taraflı gitmeye devam ediyor. İnsanı ne ile oyalayabiliriz, nasıl rahata erdirebiliriz, nasıl sağlıkla beraber her şey yolundaymış gibi gösterebiliriz? Allah aşkına, içimize dönmek neden klâsik bir sözden öte bir değerlendirmeye gidemiyor, bir edebiyat ve kişisel gelişim söyleminden çıkamıyor? Bu sadece kitap okuyanların, kişisel gelişim kurslarına gidenlerin mı ihtiyacı olan bir şey?

Lütfen biraz olsun düşünelim, “İhtiyacımız var, bunaldık” deyip de bir deniz kenarı, bir orman manzarası düşlemeden önce, ne olur şu yaşamda, şu evrende bulabileceğimiz en büyük macera, en büyük gizem, sırlar okyanusu, sonsuzluğun bilgi deposu, İlâhî hikmetler deryası olan içimizin derinliklerine bir seyahati düşlemeye çalışalım!

İnsanın karşısına bu kâinatta kendinden daha büyük bir güç çıkamaz. İnsanın isteyip de başaramayacağı hiçbir şey yoktur. 

Bilirsiniz, doğumlar karanlıkta başlar. Kimler nasıl bir sistem kurdu da medeniyet şemsiyesi altında gece ışıkları kapattığımızda bile evlerimizin içi dışı aydınlık oldu, anlamış değilim. Gece için ışığı geçirmeyecek perdeler alın. Sessizliğe ve karanlığa, kendinize koşun. Bir gecede, bir ayda olmazsa bir senede olur ama sonra kapılar açılmaya başladı mı, kendinizden kendinize bir yol aralandı mı, sırlar, hikmetler, kütüphanelerde bulamayacağınız inciler dökülmeye başladı mı zaten gönüllü atlayacaksınız bu dışı karanlık ama içi nur dolu yolculuklara. Uyku size haram olacak. Gündüz yeterli oksijen alırsanız ve gece yeterli karanlığa maruz kalırsanız bu size büyük şifâdır zaten ve az bir uyku bile istisnalar dışında size dinlenmeniz ve enerjiniz için yetecektir.

İskoçya’da bulunduğum bir haftalık süreçte bu olayı yakînen deneyimledim. Güneş, Türkiye saati ile 23:00 gibi batmaya başlıyordu. İnsanlar 00:00’da sokaklarda gezmelere devam ediyorlardı. Odamıza çekilip de uykuya dalmak üzere iken otelin o ağır perdelerini çekiyorduk. Sonra sanki 12 saat uyumuşçasına kalkıyor, “Acaba sabah olmadı mı daha?” derken perdeyi araladığımızda güneşin çoktan mesaiye başladığını, saatin de çok değil, dokuz gibi olduğunu gördüğümüzde farkı hissetmiş oluyorduk. Üç dört saatlik tam karanlık, bir uyku için çok iyi geliyordu. Kalın perde uygulamasını yapanlar farkı biliyorlardır. Kendim için henüz imkân ve nasip olmadı.

Biraz önce değindiğim bir konuyu açmak istiyorum müsaadenizle. Karanlıkta, yaşadıklarınızı arkanızda bırakmayı başarmaya başladığınız o anlarda zamanla kazanacağınız şeyler var…

Kütüphanelerde bulamayacağınız bilgi, his ve olaylar

Kendim için söyleyeyim, o anlarda içimde duyduğum ve hissettiğim öyle şeyler oluyordu ki, dünyada karşılaşılabilecek bütün cümle kombinasyonları, bütün bilgiler yazılı hâle getirilmiş olsa ve bir insanda bütün bu yazıları okumuş dahi olsa, içinde belli bir hâl inşâ olmamışsa okuduklarından kendisine kalacak çok fazla bir şey olamayacaktır. Anlayıp da yaşamına uygulayabileceği şeyler çok sınırlı kalacaktır.

Diğer yandan, gecenin karanlığında varlığımın derinliklerinde hissettiğim ve birkaç cümle bile olsa bir tohumun çatlaması, bir atomun parçalanması gibi beni derinden sarsıp yeni başlangıçlara, farklı bir zamana ve boyuta taşımaya yetiyor ve yaşadığım o anları çoğu zaman da kelimelere dökemiyor, anlatamıyor, ama inanılmaz heyecanını doya doya yaşayabiliyorum. Çok zengin birinin çok lüks hayatında, bir Olimpiyat şampiyonunun zafer ânında yaşadığı duygulardan daha yoğun duygular yaşıyorum. Daha önce sıklıkla karşıma çıkmakta olan bir kavram, bir cümle o anlarda o kadar farklı bir anlam ile karşıma çıkıyor ki, “Neden bunca zaman bu açıdan göremedim ki ben, yıllardır aradığım cevap karşımdaymış” diyebiliyorum.

Düşünün ki, bir kişi bütün bir ömrünü bir şeyler kazanmanın, bir şeylere sahip olmanın mücadelesinde geçiriyor… Bu bir ev, bir şey icat etme, bir zafer kazanma tahayyülü olabilir… Kazandığı veya ulaştığı an yaşadığı mutluluk ve farklı boyutlardaki o güzel duygulara, hissettiği o sevince, o büyük duygu yoğunluğuna kişinin aslında istediği zaman ulaşabileceğini bilememesi ne hazin!

Hemen yanı başımızda, gecenin karanlığında yaşayabileceğimiz en derin duygu ve zaferler, hikmetler, bütün bir ömür okusak da bulamayacağımız bilgiler… Emin olun, insanın insanı bulabileceği, insanlığın iyileşebileceği, insanın en güzel tatilini yapabileceği, insanın zamanı değerlendirme ve kendiyle vakit geçirme anlayışını baştan aşağı değiştirecek, bir milleti tekrar özüne en kısa yoldan döndürebilecek en kestirme ve kolay yollardan birisi… Zor olan bunu anlamak, kavramak, tatbikata dökmek ve ısrar etmek, kendin için mücadele etmektir. Gecenin içinden nurlu bir yolculuğa çıkmaya talip çok az kişi olabiliyor maalesef. Olanla devam etme hastalığının çâresi yok çoğu için. Üzüntü verici olsa da, insanın idrak ve farkındalık kapıları dışarıdan açılmıyor.

En büyük salgın, insanın insana ettikleridir. Bir diğerinin peşinden gittiği için, büyüyüp de akıllandığı için, çok okuyup mâkâm veya ün sahibi olarak söz hakkı kazandığı için, bilmem hangi ülkede, hangi güçlere, hangi inanca ve ırka sahip olduğundan dolayı geri kalan insanlığa hükmetme ve sömürme hakkı bulduğu için başımıza gelenleri hep beraber evlerimizden izliyoruz. Nasıl, sizce insanlık iyi bir noktada mı?

Bir virüs gülüp geçiyor bize şimdi!


Kendimizi seçelim

Gündüz evimizin duvarlarına göz gezdirdiğimiz gibi, gece trilyonlarca kilometre uzaktaki yıldızlara baktığımız gibi, kendi içimize de bakmanın zamanı geldi. Kendimizle tanışma, icatların yönünü içimize çevirme zamanı geldi.

Hep düşünmüşümdür tarih boyu anlatılagelen büyük bilim adamlarını ve onların icatlarını, insanlığın yaşam seyrine olan katkılarını. Elektriğin, aşının, fizik kanunlarının keşfi, uçağın, arabanın, bilgisayarın icat edilmesi, robotların ortaya çıkması, insanın uzaya çıkması; İbni Sinâ, Einstein, Tesla, Edison, Mimar Sinan’a ait hikâyeler… Tüm bu harika keşifler, faydalı hizmetler ve büyük dehâlar çok güzel de, benim merak ettiğim ve bugüne kadar bir bilgisine rastlamadığım bir şey var: Bir tanesi de, bulduğu fikri değil, o fikri bulan bilincinin, zekâsının, dehâsının keşfini yapıp bir makine değil, bir dehâ ortaya çıkarmanın yollarını kaleme alabilseydi… Bu konuda bir çaba içinde olan ve yazılı hale getirmeye çalışan birilerini duyduysanız veya bir kaynak biliyorsanız bana da iletin lütfen. Beyni geliştirme ve dehâ olmanın yolları gibi kitaplar değil aradığım. Dâhi olmaya çalışarak dâhi olmak çok zordur. Diğer yandan, bunun elbette bir formülü olmalı. İnsanın kendini araştırmasına dair bir parça sadece bu olay.

Kendimizi tanımak adına bir niyetimiz olmalı ve bu niyete inanmalıyız. İnsanlık bir araya gelip sadece DNA, beyin ve kalp konusuna bile girse, meselâ bilmem kaç yüzyıl bizi yetecek malzeme bulur. İnsanın kendisiyle ilgili önemli keşiflerde bulunmaya çalışması tabiî ki birilerinin işine gelmiyor. Zalim olan, belli bir güce sahip olduğunda, çevresinin kendisine köle olmasını ister ve kölesinin bilincinin gelişmesi işine gelmez. Güç altında yönetilmeye alışan, alışanların genlerinde yer ederek nesilden nesle aktarılan ve artık sorgulamasız, zorlamasız, istenen şekilde yönetilmeye hazır programlar, insan topluluklarını, kendilerini doğru şekilde yaşadıklarına, en fazla bu kadar şeyi yaşayabileceklerine ve yaşanılacak şeylerin hep başkalarının anlattığı ve kurguladığı şekilde sınırlı olabileceğine inandırılmış durumda.

Bu durumu ifşa etmek ve çözmek isteyenleri engelleyen çok fazla güç var. Birlik olmak, öze dönmek, bir milletin fert fert değil, birlikte ayağa kalkması tek çâre. Bunu şu an dünyada yapabilecek ve diğerlerine de yol açabilecek tek ülke, Türkiye. Elhamdülillah. Bizler bu kutlu ülkenin bireyleri olarak bu milletin yükselişine destek olacağız. Bunu da önce “uyanmak” ile yapabiliriz. Kendimize geç değil, bu gece randevu verelim. Niyet bizden, gayret bizden, takdir Allah’tan!

Unutmayalım ki, Rabbim bu kâinatı insan için yarattı. Şu veya bu insan için değil, tek tek herkesin kâinatı burası. Bu, şu da demek aslında: İnsanın karşısına bu kâinatta kendinden daha büyük bir güç çıkamaz. İnsanın isteyip de başaramayacağı hiçbir şey yoktur. Rabbini bilen biri, hayâl edebileceklerine sınır çizemez. Bir anlık bir uyanış bile bütün bir kâinatı değiştirebilir. İçindeki gücün farkında olmayan ve onu küçümseyen biri, var ve insan olmanın ne denli büyük bir sır ve hikmet olduğunu idrak edememiş, Yaratıcı ve yaratılan kavramlarını özünde gerçekten hiç düşünmemiş demektir.

2020 senesinin bizlere yaşattığı zor dönemlerin ardından nice uyanış ve nice kazanım dolu zamanlar getirmesini, insanlığın hiç değilse bir seferliğine de olsa bütün etiketlerden sıyrılarak ortak bir masa etrafında toplandığı günleri görmeyi hepimize nasip etsin Mevlâ’m…