Vicdan ve toplumsal sorumluluk

Vicdanî değerleri her kavramın üzerine şemsiye yaparak toplumun mümkün olduğu sürece katılımı, sürecin getirdiği hukukî, sosyal, ekonomik yaraları, hataları, zaafları görüp tashih ederek toplumsal ilerleme sağlanabilir. Yani vicdan ne sadece hukukun konusudur ne sosyolojinin ne siyasî tarihin ne ekonominin ne de dinin; vicdan, hayatın konusudur. Yapısal reformlara benzer tarzda çok boyutlu tartışmaları gerektiren, süreçleri dondurmayıp ilerleten, ortak aklın katılımı için vicdan kanallarının açık tutulması elzemdir.

VİCDAN, terim olarak insanın kalbine doğan bir his, hayır işlemekten hoşlanan, kötülük etmekten huzursuz olan iyiyi kötüden, hayrı şerden ayıran ahlâkî duygudur. Bu seçici ve ayırt edici melekeye vicdan denilmektedir. Bu yüzden o, insanın fiil ve davranışları üzerinde müspet ya da menfi bir tesire sahiptir. Vicdan, kişinin bütün işlerinde oto kontrol görevini üstlenmektedir. İnsanın iradeye dayalı eylemlerini ahlâkî ölçüler çerçevesinde denetleyen nefis, kalp ve fıtrat ile aynı anlamda da kullanılmaktadır.

Vicdan, susuzluk anında büyük bir ormanda şelâlenin sesine kulak vererek yönümüzü tayin etmektir. Vicdan, kendimizi bilmeye başladığımızdan beri ses tonunu hiç duymadığımız ama içimizde hep bize yol gösteren bir rehber, bir öğretmen konumundadır. Dolayısıyla vicdan, varlığının tartışılmadığı fakat bireyde vücut bulmasının, gelişim sürecinin ve kişinin eylemlerine etkisinin üzerinde durulduğu bir kavramdır. 

Vicdanın işlevselliği farklı görüşlere sebep olmuş dinde, felsefede ve eğitim literatüründe her daim kendine yer bulmuştur. Vicdan, insanın mutlu olma gayesine, dolayısıyla ahlâkîliğine temel oluşturan, beden ve ruh bütünlüğünün vazgeçilmezidir. Bu konuda birçok görüş olmasına rağmen vicdanın iç dünyamızdaki ahlâkî yargı mercii olması genel bir kabuldür. İnsandaki bu ahlâkî yargı özelliğinin tutarlı ve ölçülü bir şekilde hükmedebilmesi için terbiye edilmesi gerekmektedir. Terbiye edilmiş bir vicdan ise insanın yapıp ettiklerini değerli kılmaktadır. 

Literatürdeki değerlendirmeler ışığında vicdan tanımlarının çoğunun vicdanın verili olduğu noktasında birleştiğini belirtmektedir. İyi ve kötüyü birbirinden ayırmak, iyiye doğru meyletmek, bireyin eylemleri hakkında yargıda bulunmak, vicdana biçilen vazife olması açısından ortaktır. 

Yine bu tanımlara göre, vicdanın en önemli işlevlerinden biri, bireyde öz denetim sağlamasıdır. Doğruyu yanlıştan ayırma, doğru olana yönelme, yargıda bulunma ilkeleri üzerine bina edilen vicdan, bu ilkeleri somut duruma uygulayan pratik yargı ve pratik kıyastır. Bu bağlamda vicdanın öncelikli görevi, kişide öz denetim sağlamasıdır. Öz denetimi sağlayan bu mekanizma insanın dışında bir otorite değil, yaratılış itibarıyla Allah’ın insan potansiyeline yerleştirdiği bir yetidir. Düşüncesi, duygusu ve davranışlarıyla varlık bulan, insanın varlığını anlamlı hâle getiren ise düşüncesi, duygusu ve davranışına temel yaptığı vicdanıdır. 


Sosyolojik açıdan din ve vicdan özgürlüğünün genel geçer bir tanımının zor olduğu ve üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biri olarak sadece bir inanca bağlı olmadığı bir gerçektir.


Vicdan, insanlık tarihi ile başlayan sosyal bir olgudur

Günlük hayatımızda çoğu zaman vicdanlı, vicdansız, vicdan azabı gibi ifadeleri kullanırız. Çevremizdekilerin davranışlarını vicdanlı ya da vicdansız olarak yargılar veya kimi zaman da kendi davranışlarımızda vicdanı kendimize hakem/ hâkim sayarız. Bu yüzden “Hayatımızda bu kadar işlevselliği olan vicdan nedir?” sorusu son derece kritik ve anlamlıdır. 

Vicdan kelimesinin aslı Arapça olup vecd, vicdan ve vücut, anlamındadır. Buna göre vecd, sevgi, muhabbet, aşk, güçlü duygu, vicdan; duyarlılık, his, niyet, vücut ise bulma, varlık, olma, mevcudiyet, hazır bulunma mânâlarına gelmektedir. Vicdan kelimesi Arapça’da duyusal, duygusal ve içgüdüsel psikolojik durumları karşılarken Türkçe’de tutum ve davranışların ahlâkîliği ile ilgili duygusal ve içgüdüsel durumları anlatır. Vicdan kelimesi Türkçe’de bireyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlâk değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç olarak da tanımlamaktadır.

Vicdanın mahiyetine yönelik literatürdeki değerlendirmeler incelendiğinde, kaynağı hakkında iki temel görüş ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki, vicdanın İlâhî bir lütuf olarak kişide doğuştan var olduğu görüşüdür. İkincisi ise, doğuştan olmayıp çevresel etkilerle meydana geldiği görüşüdür. 

Vicdanın doğuştan olduğunu ileri sürenler, vicdanı fıtrat üzerine temellendiren düşünürlerdir. Onlara göre vicdan, insanın doğru yargıda bulunması için doğuştan gelen bir yetidir ve bu yeti onun fıtratına yerleştirilmiştir. Ahlâk duygusu, insanda adeta içgüdü hâlinde bir güçtür. Açlık, susuzluk gibi doğal ve zorunludur. Bir kısım düşünür ise, vicdanın kaynağının doğuştan olmadığı, çevre ve toplumun etkisiyle oluştuğu görüşünü savunur. Pratik sorulara uygulandıklarında vicdan da akıl da aynı anlama gelir. Onlara göre akıl ne yasadır ne yasa koyucudur; sadece, yasaları bulmak, tanımak ve onları yorumlamak yeteneğidir. 

Dolayısıyla, vicdanı, doğuştan olan, her türlü deneyden önce gelen bir yasa olarak gören ve bu yasanın ahlâk kavramlarımızı yöneten ve hareketlerimizi düzenleyen bir otorite olduğu, böylece bir yasa koyucu ve aynı zamanda yasa ve yargıç olduğu fikrini kabul eden vicdan anlayışını reddeder. Buna göre ahlâkî ve vicdanî değerler doğuştan insan zihninde bulunmamaktadır. Bilginin deneysel yollarla elde edilmesine paralel şekilde ahlâkî değerler de sonradan kazanılır. Tüm insanların kabul ettiği evrensel bir ahlâk düzeninin olmayışını da bu teolojiye bağlarlar. Aynı zamanda vicdan, öğretilerinin tersine, ancak bir yargıç olabilir ama hiçbir zaman yasa ve yasa koyucu olamaz. Aslında vicdan yasa olarak geçen her şeyi yargılar, ona uyar ya da onu reddeder. 

Vicdan, insanlık tarihi ile başlayan sosyal bir olgudur. Vicdanın, toplumu oluşturan insanlar ve diğer toplumsal gruplar arasındaki ilişkileri, davranış kalıplarını, kültürel ve sosyal süreçleri etkilediği, sosyal bir gerçekliktir. Vicdan dinden bağımsız bir değer olarak sosyoloji ve diğer sosyal bilimlerle ilişkileri sürekli tartışılan konulardan biridir. Vicdan ve etiklik ve ahlâk-toplum ilişkisi tartışılırken, vicdanın birey ve aile üzerindeki etkisi ve bu etkinin, sosyal kurumlar da dâhil olmak üzere, bütün toplumsal yapılarda oluşturduğu etkiler asla küçümsenemez. 


Aslında vicdan kavramı, aynen din kavramı gibi sadece insan için söz edilebilir bir olgudur. Zira insan, madde ve mânâdan oluşan aklı, vicdanı ve iradesiyle diğer yaratılmışlardan üstün kılınan, sadece bu vasıflarından dolayı şeref bahşedilen bir varlıktır.


Vicdan, topluma pozitif bir düşünme açısı kazandırır

Vicdan olgusunun sosyolojik yönüyle bireylerden başlayarak toplumları etkilemesi, toplumların temel özelliklerine doğrudan etki ederek, toplumların tanımlanmasında ya da iktidarın toplumla ilişki kurmasında belirleyici olabilmektedir. Toplumların oluşmasında, şekillenmesinde, hatta bilinçlenmesinde belirleyici bir rol üstlenen toplumsal vicdan, aynı zamanda düşünce sistemine de yön vererek yaşama kısmen hâkim olmuş, bir yandan vicdanı esas alan düşünceler ortaya konulurken, öte yandan vicdan ile aileyi veya toplumu ayrı tutan düşüncelerin şekillenmesinde de önemli bir rol oynamaktadır. Tarihî süreçlerde yaşanan bütün bu gelişmeler, modern dünyada da vicdan ve toplum ilişkilerinin tasnifinde belirleyici olmuştur. Hatta vicdanın zaman zaman dinî argümanlarla özleştirildiği de görülebilmektedir.

Sosyolojik açıdan din ve vicdan özgürlüğünün genel geçer bir tanımının zor olduğu ve üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biri olarak sadece bir inanca bağlı olmadığı bir gerçektir. Vicdan, insanlara inanç doğrultusunda bir yaşam biçimi sunan, kendi içinde iç sese sahip, sürekli emirler veren ve aynı şekilde yasakları da bünyesinde barındıran güçlü bir kavram olarak da karşımıza çıkar. Yine benzer şekilde, vicdan, fertlerle toplum arasında, siyasal düzenle ve devlet arasındaki ilişkileri de sessizce düzenleyerek sosyal intizamın korunmasına katkı sunar. Bu çerçevede vicdan, topluma pozitif bir düşünme açısı kazandırır. İnsanların düşünme şekillerini, tutum ve davranışlarını, insanların birbirleri arasındaki ilişkiyi belirleyen, insandaki etik davranma melekesini etkisi altına alan vicdan, bireylerin sosyal ve fizikî çevrelerine karşı davranışlarını tayin ederek, her toplumda farklı olsa da toplumların menfaatleri doğrultusunda bir etki oluşturur. Vicdan ve inancı esas alan düşünme biçimi psikolojik duygu aktarımıyla ya da etik zihniyet söylemleriyle, birey aile, yönetim, ekonomi ve diğer zamanlardaki faaliyetlerde etkili olabilir.

Ruhtaki adalet, bilgelik, cesaret ve ölçülülük gibi erdemlerin uyumu, vicdan ile barışık yaşamaktan geçmektedir

Aslında vicdan kavramı, aynen din kavramı gibi sadece insan için söz edilebilir bir olgudur. Zira insan, madde ve mânâdan oluşan aklı, vicdanı ve iradesiyle diğer yaratılmışlardan üstün kılınan, sadece bu vasıflarından dolayı şeref bahşedilen bir varlıktır. Tüm İlâhî kitaplarda etiklikten çeşitli şekillerde bahsedilerek doğrudan insanın aklına ve vicdanına hitap edilmiştir. Buna bağlı olarak birçok ilahiyatçı felsefeci, sosyolog, psikolog, toplum ve davranış bilimci vicdan olgusunu farklı boyutlarda tartışmışlardır. Vicdan dinsel mi, yoksa insanî bir vasıf mı noktasında düğümlenip kalmışlardır. Bazı teologlar vicdanı‚ İlâhî bir ses olarak yorumlarken, bazıları da uyarıcı ses olarak yorumlamıştır. Sokrates’in hakikati söyleyen Tanrısal sesini, bizi doğru yoldan çıktığımızda uyaran vicdanın ikaz edici alarm zilleri olarak yorumlamak mümkündür. Eğer kişi yanlış da olsa sadece bir birey olarak o şeye çok inanmış ise, o ona göre çok yanlış gelmeyebilir ve içsel olarak da kendini huzurlu hissedebilir. Zira inandığı şeyin sadece kendisini bağladığını ve toplamsal bir açılımının olmadığını düşünebilir. Bu ona göre asla yanlış değildir ve ona iç huzuru ile gelen bir mutluluk da verebilir. Şayet kişi o an kendini gerçekten huzurlu hissedebiliyor ise, içi ile dışı barışıktır, vicdanı rahat ve mutludur. Bu mânâda kişiler, yapmaları gereken insanlık görevlerini iç huzura yönelik, vicdanları ile barışık yaşamalıdır. Gerçek toplumsal mutluluk böyle bir nihai amaç içerir. Meselâ Platon, vicdan kavramına, “Niçin ahlâklı olmalıyız?”sorusuyla başlıyor. Ona göre, mutlu olmak için ahlâklı olmalıyız. Zira ruhtaki adalet, bilgelik, cesaret ve ölçülülük gibi erdemlerin uyumu, vicdan ile barışık yaşamaktan geçmektedir.

Vicdan ve toplumsal özgürlük insanlık tarihinin başından itibaren var olan başlı başına incelenmesi, derinine felsefî analizlerin yapılması gereken kavramlardır. Bir kimsenin sadece insan olmasından hareketle sahip olduğu hakları ifade eden vicdan ve hak kavramı, insandan ayrı düşünülmeyecek, insanın varoluşundan beri mevcut olan ve insan açısından vazgeçilemeyecek kavramlardır. Pek çok şekilde tanımlanan bu kavramlar, etiklik ve hukukî şeklinde iki boyutlu da düşünülebilir. Etik haklar, her türlü yaptırımdan arınmış olarak, doğal haklar şeklinde ifade edilir. Doğal haklar, insanlığın varoluşundan beri, insanla var olan haklar olması sebebiyle insan hakları denilen hakları içerir.

Psikolojik boyutuyla vicdan, insanın iç dünyasında bir duygu, bir yeti, bir mekanizma olarak beliren, oluşum ve gelişim aşamalarına ve işleyişine göre bazı psikolojik öğelerin de dahil olduğu içsel dürtüdür. Bireyde ahlâk gelişiminin başlaması, vicdan olgusunun uyanmasına neden olur. Ahlâkî gelişim terimini daha çok davranışı kontrol eden içsel ölçütlerin kazanılması anlamında kullanılır ki bunlar, ahlâkî düşüncelerin ve yargıların gelişimi, ahlâkî duyguların ve değerlerin gelişimi ile ahlâkî davranışların gelişimidir.

Evrenin tek aklî ve iradî varlığı insandır ve evrenin en değerlisidir

Vicdan, değerler boyutunda da çok tartışılan bir kavramdır. Bireyin ve buna bağlı olarak toplumun eğitimindeki yeri, insan, dünyaya fiziksel, zihinsel ve duyuşsal anlamda bir eğilime sahip olarak gelse de gelişmeye, dolayısıyla eğitilmeye muhtaçtır ve bu ihtiyaç, hayat boyu devam eden bir süreçtir. Kişinin zihinsel ve fiziksel gelişimi kadar değer merkezli bir ahlâkî yapıya sahip olabilmesi için içsel serüvenini de azami derecede önemsemesi ve geliştirmesi gerekmektedir. Zira evrenin tek aklî ve iradî varlığı insandır ve evrenin en değerlisidir. 

Ailede vicdan ve değerler eğitiminde inanç merkezli bir hayat için insan eylemlerini sadece dinsel argümanlar yönlendirir. Bunun mümkün olabilmesi için öncelikle vicdanın rehberliğinde değerlerin içselleştirilmesi, içselleştirilen değerlerin herhangi bir dışsal kontrole gerek kalmadan yani vicdanın rehberliği ve muhasebesi sonucunda kendiliğinden davranışa dönüşmesi gerekmektedir. Vicdan eğitimi gerçekleşmiş, yapıp etmeleri değerli olan bireyler toplumsal mutluluğa kaynaklık etmiş olurlar. Bu değerler nesilden nesile aktarıldığı sürece medeniyetler uzun ömürlü olur. Kişinin değer kazanmasında ve değerlerin nesilden nesile aktarılmasındaki en önemli paydaşlar, aile ve okuldur. Genç zihinlerde vicdan eğitiminin, değerler eğitiminin temeli ve bir parçası olduğundan hareketle, günümüz dünyasının hızlı değişimi, gelişimi ve yoğunluğu ailenin çocuk üzerindeki rehberlik görevini zaafa uğratmış olsa da çocuğun eğitim serüveninin başladığı en önemli ve en doğal ortamı ailedir. Aile, çocukların maddî ihtiyaçlarının karşılandığı kadar manevî ihtiyaçlarının da tatmin edilmesi gereken, gözlerini hayata açar açmaz kendine model aldığı, anne ve babasının kurallarıyla vicdanını eğittiği bir müessesedir. Vicdanın ilmekleri, helaller, haramlar, sevaplar, günahlar ailenin inanç ve değerlerine bağlı olarak toplumda nakış olarak yerini alır.

Hiçbir insan dünyaya gelirken din, etnik, kültürel yönlerden kendinden farklı olanlara karşı vicdansız, hoşgörüsüz ve saygısızlık gibi olumsuz niteliklere sahip değildir. Öyle olsaydı, insanların oluşturmuş olduğu maddî ve manevî kültür unsurlarından ve kültürün yeni kuşaklara aktarılması ile onlar üzerindeki etkisinden söz edilemezdi. Bilmekteyiz ki, insan bir kültürün içerisine doğmakta ve kültürü içselleştirerek yaşamakta ve böylece sosyalleşmesini sürdürmektedir. Bu perspektiften bakılınca vicdanlılık kültürünün oluşmasında eğitimin önemi daha iyi kavranabilir. Başka bir deyişle vicdansızlık, merhametsizlik, hoşgörüsüzlük öğrenilmiş bir davranıştır. Doğuştan getirdiğimiz vicdan, içinde bulunduğumuz çevre ve yaşantılarımız ile gelişir ya da geriler. Olumlu ortamlar içerisinde müspet değerler ve normlarla sosyalleşme sürecini tamamlayan bireyin vicdanı gelişirken, aksi bir durumu yaşayan kişinin vicdanı ise olumsuz bir gelişme seyri izler. Dolayısıyla vicdanın sağlam kalması, bozulmaması için inanmaya ve kirletilmemeye ihtiyacı vardır. İnsan, üstün yeteneklerle donatılmış olmasına rağmen iyiliğe ve kötülüğe yönelebilmekte, bazen yüce mertebelere çıkarken bazen en aşağı derecelere düşebilmektedir. 


Vicdan ve merhametin sürekli devrede olması kaydıyla, bilgi, rasyonel düşünce, eleştirel akıl ve çözüme odaklanma gerekir. Zira adaletin kendisi gökten zembille inmediği gibi, hiçbir kavram da gökten zembille inmemiştir.


Çocuklukta yetenek hâlinde var olan vicdanın uyandırılıp geliştirilmesi, temel bir eğitim sorunudur

Okullarda öğretilmeye çalışılan vicdan ve değerler, bireyin ailesinden getirdiği değerler ile zaman zaman örtüşmez. Bunun sonucunda toplum yavaş yavaş ayrışır. Her şeye rağmen birey, bu değerlere her zaman intibak edemese de içinde bundan dolayı bir sızı hisseder. Her şekilde öğrendiği değerler, hayatının sonuna kadar ona rehberlik edebilir. Zamanla bireyin bu değerleri geliştirmesinde etkin olan bir değer onun yaşamını sürdürdüğü sosyal topluluklardır. Salt başına eğitimde verilen değerler, vicdanın gelişimi için yeterli olmayabilir. Ancak çocuklukta yetenek hâlinde var olan vicdanın uyandırılıp geliştirilmesi, temel bir eğitim sorunudur. Bireyin bulunduğu ahlâk evresinde içinde bulunduğu toplumun kısıtlamalarını ve yetersizliklerini tartışma ve davranış yoluyla göstererek bireyi bir sonraki evreye geçirmek aile ile birlikte daha çok eğitimcilerin görevidir. Bu şu şekilde ifade edilebilir: İyi karakter, ahlâkî değerleri anlama, onları içselleştirme ve onlar doğrultusunda davranmayı kapsar. Bunun için de çocuk ve gençlerin öğrenmeye, rehberliğe, yönlendirmeye ve uygun rol modellerle karşı karşıya kalmaya ihtiyacı vardır. Öğrenim çağındaki her bireyin uygun ahlâkî ve insanî kararlar almasına, öğrendiği değerleri davranış hâline dönüştürmesine yardımcı olmak, okulun görevleri arasındadır. 

İnsanın, fıtratı korunursa vicdanlı bir kişi, bu kişilerden oluşan bir toplum; fıtratı korunamadığında ise hoşgörüsüz, vicdansız bir kişi ve bu kişilerden meydana gelen bir toplum ortaya çıkar. Bu da bireyin zihinsel, fiziksel ve ahlâkî süreçlerinin sonucunda ortaya çıkacak bir durumdur. İnsan başıboş bir varlık değildir. Onun kendisine, ailesine, toplumuna hatta tüm insanlara karşı görev ve sorumlulukları vardır. Bunlardan en önemlisi, başta Mutlak Varlığa ve yarattığı bütün mahlûkata karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesidir. Bu bilinci kazanılabilmesi için insanın ailede ve çevresel faktörler içerisinde sosyalleşmesi, vicdan, merhamet, acıma, sadakat ve adalet gibi duygu ve değerlerin kendisine kazandırılması gerekmektedir. Bu noktada aile, birincil derecede önemlidir. Çocuğun ilk taklit ettiği ve özdeşim kurduğu duygu ve davranış yüklü ortam olması hasebiyle aile, vicdanın, merhametin, saygı ve sevgi gibi değerlerin kazanıldığı yahut da çekişmenin, çatışmanın, acımasızlığın öğrenildiği bir yer olur. Bunlardan olumsuz değerler olumsuz toplumun, olumlu değerler de olumlu toplum tipinin oluşmasına neden olmaktadır. 

Bir eğitim kurumu olarak ailenin hedefi, yeni nesillere olumlu değerleri kazandırarak onları her türlü taciz ve tecavüzden uzak bireyler yetiştirmek suretiyle huzurlu bir toplum inşâ etmektir. Sosyalizasyon sürecinde çevresel enstrümanları oluşturan okul, öğretmen, akraba, akran gurupları, okunan kitap, romanlar, hikâyeler, kitle iletişim araçları ve diziler çocuklara olumlu veya olumsuz şahsiyet özelliklerini kazandırmada büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla bütün bu araç-gereçler, insana faydayı ve onun eğitimini, karakterli şahsiyet olarak geliştirilmesini esas alırsa, şiddet, gasp, öldürme vb. davranışlardan uzak, birbirini seven, hak ve hukukuna riayet eden, birbirlerine iyilik etmekte yarışan vicdan ve merhamet sahibi bir toplum meydana gelmiş olur.

Tüm bu alanlar siyasetten de bağımsız değildir. Öyle olduğu içindir ki hukukî pozitivizm tanımlaması kanunların, siyasal iktidarın/resmî ideolojinin ve kurumlarının korunmasının hukukun özde amaçladığından üstün olduğu varsayımını içerir. İdeolojik olarak devletin bireyden üstün tutulduğu bütün anayasal sistemlerde süreç bu boyutlarda ele alınır. Ayrıca insan ve hak kavramları da önemlidir. Birileri, insan insanın kurdudur, derken, başka birileri buna itiraz edebilir. Birileri insanı doğuştan iyiliklerle malul görürken, diğerleri doğuştan kötücül ve günahın kefaretini ödemesi gereken, başka birileri de hem iyilik hem kötülükle harmanlanmış bir şekilde, özgür seçimin kendisine bırakıldığı bir varlık olarak tanımlayabilir. Birileri sadece insan haklarını yeterli görürken, başkaları sadece haklar değil sorumluluklardan bahis açabilir. Çünkü birbiriyle bağlı haklar ve sorumluluklar üçe ayrılır: Allah’ın hakları, nefsin hakları ve insan hakları… Vicdan, bu üçünün de muhasebesini yapar. Ve insanı inşâ eden kavramlar dizgesi burada farklı bir önem kazanır. Öyle ki bu değerler sisteminde pozitif özgürlükler-negatif özgürlükler tartışmasını başlatır. Özgürlüğün kökenin de ne olduğu, sınırlarının nerede başlayıp bittiği felsefenin, hukukun, siyasetin konularıdır ama buna asıl şekil veren fiziğin felsefesidir.

Vicdanı kişinin benliğinden alıp toplumsal satha yaymak gerekir

Vicdan boyutundan suç ve ceza hangi şartlarda nasıl anlam kazanır, hangi süreçte suç olarak tanımlanır, hangi şartlarda vicdanî suskunluk oluşur, karşılığı ne olur, istenmedik bir durum olursa o işlendikten sonra bir ıslah sürecinde neler yaşanır, ortak merhamet duygusu nasıl gelişir, İlâhî buyrukların, toplumsal empati düzeyinin, insanlığın ortak tecrübesinin, kültürün ve istemlerin de özel konusudur aynı zamanda. Ama vicdanı en çok zorlayan, bir şeyin aşırı şekilde istenmesidir ki bu çok defa hak ve hukuk sınırlarını tahrip edebilir. Bu durum çok defa insanı büyük bir belirsizlik içine sürükleyerek vicdanı ile isteği arasında tercihe zorlayabilir. Vicdan ne kadar fıtrî bir durum ise istemler de benzer bir fıtrî durumdur ve her ikisi de insanın iç dünyasıyla ilgilidir daha çok. Zira vicdan gibi istemler de insanın doğuştan sahip olduğu dokunulmazlıkların herhangi bir dinî, etnik, mezhebî, ırksal, coğrafî ayrımcılığa tabi tutulmadan sırf insan olması hasebiyle çiğnenemez ve korunması elzem olan zorunluklardandır. 

Vicdanı kişinin benliğinden alıp toplumsal satha yaymak gerekir. Çünkü bireysel vicdanı davranışların şekillendiği satıh toplumu akış yönüdür. Meselâ bütün bir toplumda ve dahi devlette travmalar yaratan darbe denemesi ve FETÖ ile mücadele sürecini düşünelim. Bu konuda toplumun vicdanı nasıldır? Öncelikli sorun durumun/ vakanın tespitidir, analizidir. Bu analizi kim/ kimlerin yapacağıdır. Hukukî süreçler, tutuklamalar, yargılamalardan önce, bu süreçle birlikte yapılması gerekenler ve yapılmayanlar, toplumun siyasî ve kültürel birikimiyle yakından ilgilidir. Ama her şeyden önce gerçek vicdanın sesiyle ilgilidir. Bazı faydalar elde etmek uğruna bu tür olaylarda suskun kalmak, kişinin inancı ne olursa olsun onun imanî bir zafiyete sahip olduğunu gösterir. Hele de vicdanı hiç rahatsızlık vermemiş ise… Tartışılmaz olan elbette öncelikli olarak, hepimizin altına imza atacağımız insanlığın ortak müktesebatıdır, ortak vicdanıdır, ortak istemleridir.

Toplumun hak, hukuk, vicdanî birikimleri o toplumun kültürüne yön vermesi bakımından oldukça önemlidir ve değerlidir. Ama mesele sadece adaleti sağlamak ise, onlar kadar, hatta fazlasıyla gerekli olan mesele devlette yeterince olması kadar olmadığını yeter derecede tecrübe ettiğimiz, ama sivil toplum ve akademinin de içinde yer alması gereken, yaklaşık son bir asırlık sosyo-politik ve psiko-politik süreçlerimizde vicdan kavramından ne kadar çok uzaklaştığımızdır. 

Bu tahlillerle birlikte vicdanî değerlerden yoksun toplumun kültürü sadece mutfaklara taşınmıştır. Benzer vicdanî muhasebeden uzak sorunların yaşandığı coğrafyalardaki örnekleri tarayıp incelenirse farklı bir resim görülmez. O hâlde arkasından dört nala koşulduğu iddia edilen adalet, vicdanları acıtmayacak hukukun temel normlarıyla birlikte bir sosyal yapının, cemaatlerin, örgütlerin sosyolojilerinin masaya yatırılması, ortaya vicdanî çözüm modellerinin katılması, toplumun maslahatı ve en az zararla problemlerin çözümü için ekonomi de dahil olmak üzere yakın geleceğimize ilişkin önerilerin üretilmesiyle sağlanabilir. Bu ortak vicdan demek olur.

Vicdan hem bireyde hem de toplumda, hem araç hem de amaç olmalıdır

Vicdanî değerleri her kavramın üzerine şemsiye yaparak toplumun mümkün olduğu sürece katılımı, sürecin getirdiği hukukî, sosyal, ekonomik yaraları, hataları, zaafları görüp tashih ederek toplumsal ilerleme sağlanabilir. Yani vicdan ne sadece hukukun konusudur ne sosyolojinin ne siyasî tarihin ne ekonominin ne de dinin; vicdan, hayatın konusudur. Yapısal reformlara benzer tarzda çok boyutlu tartışmaları gerektiren, süreçleri dondurmayıp ilerleten, ortak aklın katılımı için vicdan kanallarının açık tutulması elzemdir.

Bir toplumda sadece adaletin sağlanması, sürekli tetikte olunan süreçlerin işletilmesini gerekli kılar. Adalet bir süreçtir, vicdan genel bir hâldir. Devlet tecrübelenir, toplumun bakış açısı gelişir, duygular olgunlaşır ve değişirse, bütün olarak vicdanlar aynı yöne akarsa adaleti sağlama yolunda ilerlediğimiz düşünülebilir. Velev ki hatalar olsun, bunlar tolere edilerek ilerlenir.

Vicdanların karmaşıklaşmış olması, toplumu ilişkilerin ve süreçlerin tamiri çok da mümkün olmayan helalleşmelere yönlendirmektedir ki bu, bana göre sadece psikolojik bir hâldir ve ebedî geçerliliği tartışılır. Halk arasında yaygınlaşmış, basit, geleneksel formların bile vicdanî hesaplaşmanın sonunun gelmemesiyle yakın ilgisi vardır. Borcunu ödeme niyeti olan ama başaramayanlarla helalleşme teklifi de bununla ilgilidir. Birçok sorun üretmiş olanların af talebi de böyledir. Tabii ki toplumun bu konulardaki seviyesi önemlidir. Devletin hangi kadrolarla bu işlere soyunduğu da… Ama niyet halis ise, süreç öğretir. Çözüm ve açılım süreçlerinde vesayet çabalarının oluşmaya başladığını düşünelim. Demokratikleşme gayretlerini hatırlayalım. Çocukları şehit olan aileleri hatırlayalım. Kim kimin vicdanını affedebilir ki? Ama hayat hatalardan ve kabullerden ibarettir. Ve bunlar vicdanlara da çok şey öğretti. Anlaşıldığı üzere, sadece hukukun değil, sadece teolojilerin değil, sadece elimizdeki hazır reçetelerin değil, vicdanı referans alarak her alanda inceleme, araştırma, gözlem ve birikimlerin sahaya yansıtılması gerekir. 

Bütüncül bir perspektif, ortak akıl, istişare, deneyimlerin ortak kazana atılması, farklı coğrafyalardaki tecrübelerden istifade bir bütün olarak toplumsal dengenin konusudur. Vicdan ve merhametin sürekli devrede olması kaydıyla, bilgi, rasyonel düşünce, eleştirel akıl ve çözüme odaklanma gerekir. Zira adaletin kendisi gökten zembille inmediği gibi, hiçbir kavram da gökten zembille inmemiştir. Tüm kavramlardaki ahenk sadece dünya görüşleriyle sağlanamaz. Çünkü bu özel kavramlar bir sihirli değnek değil, bir yaşam sürecidir ve huzurlu yaşamın temel öğeleridir. Vicdanlı bir toplum her alanda bilinçli ve birikimsel olarak ilerleyen bir geleneği yaşatır. 

Sonuç olarak literatürlerdeki vicdan olgusu kavramsal olarak, ahlâkî disiplin merkezi yahut iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmaya yarayan içsel bir meleke olarak görülmüştür. Kimi düşünür vicdanı yapıp etmelerimiz öncesi rehber olarak tanımlarken kimi de fiiliyat sonrası hüküm koyan bir hâkim/ hakem olarak tanımlamıştır. Bu ahlâkî yargı merciinin hükümlerini birey, günlük hayatında, vicdan azabı veya vicdan huzuru gibi terkiplerle ivedilendirmektedir. Vicdan, rehberlik ederken yahut yargılarken belli başlı normlarla hareket etmektedir. Bu normların belirlenmesinde din oldukça etkili bir paydaştır. Zira İlâhî dinlerde yaratıcının vahiy aracılığıyla bireyin aklına ve vicdanına hitap ettiğini görmekteyiz. 

Vicdanın mahiyetine dair filozoflar iki görüş benimsemişlerdir: İlk görüşe göre vicdan, Allah tarafından kişiye doğuştan bahşedilen bir melekedir ve vicdanı iç ses veya Tanrı sesidir. İkinci görüşe göre ise vicdan, tecrübe ile elde edilen ahlâkî yetkinliktir. Filozoflar vicdanın kaynağının duygu mu yahut akıl mı olduğu konusunda da çeşitli fikirler öne sürmüşlerdir. Psikologlar, ahlâkî donanımın olgunlaşması için kişinin kuvvetli bir vicdana sahip olmasını savunmuşlardır. Zira güçlü bir vicdana sahip olan insan kendi davranışlarını kontrol edebilir. Bu kontrol mekanizması ise kişinin yapıp etmelerini değerli ve tutarlı kılar. Vicdanı, ister kişiyi iyiye ve doğruya yönlendiren içsel bir rehber olarak istersek de kişinin ahlâkî değerlerini kazanması ve davranışa dönüştürmesi sürecinde ikna ve yargılama gücü olarak ifade edebiliriz. Nihayetinde vicdan hem bireyde hem de toplumda, hem araç hem de amaç olmalıdır. Zira vicdan iç ahlâktan dış ahlâka ulaşmaktır. Vicdanın gerek rehberlik özelliği gerekse de yargılama gücü, kişinin ve toplumun değer tercihlerinde ve değer kazanımında etkin bir konumdadır. Dolayısıyla din, aile, okul ve çevre faktörlerinin katkısıyla eğitilen bir vicdan, toplumsal yaşamın temel taşıdır. Kişinin vicdanına hitap etmeyen hiçbir değer kazanılmış sayılamaz.