Verin Turgut’umu!

Muhataplarımızın koca Akdeniz’den bize bir tas su bile vermeye niyetleri yok. Bu kadar yalın bir gerçeği görmek için daha kaç İstiklâl Harbi yaşamamız gerekiyor, bilmem ki... Yahut şöyle sorayım: Hani ilk hedefimiz Akdeniz’di?

“Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;

O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?”

(Yahya Kemal Beyatlı, Süleymaniye’de Bayram Sabahı)

***

PEK Muhterem Kari,

Bu mütevazı köşemde mütemadiyen tarihin küçük dokunuşlarla nasıl da kırıldığını, makas değiştirdiğini, döndüğünü, evrildiğini, çevrildiğini nefesim yettiği ve kalemimin müsaade ettiği nispette anlatagelmekteyim ki insanın kader çizgisi de bu cihetten baktığımızda tarihin seyrinden çok da farklı değil hâddizâtında.

Zaman ve mekân vücûdunuzu yalayıp geçerken attığınız ya da atmadığınız bir adım, gördüğünüz yahut göremediğiniz bir detay, kaldırımda yürürken karşınıza çıkan bir ağacın sağından veya solundan geçmeye karar verdiğiniz o son an, mendil satan bir çocuğa ayıracağınız ya da ayırmayacağınız bir iki dakika, hayatınızın geri kalan kısmının akışını kâmilen değiştirmeye namzettir aslında. Bunu bizâtihi ve dahi defaatle müşâhede etmiş bir kardeşiniz olarak misâl teşkil etmesi bâbından bu serencâmımda başımdan geçen bir sergüzeşti arz eylemek isterim…

Şeker Abi’den gelen pulsuz tavsiye mektubu üzerine önünde sonunda Yaşar Usta’ya gideceğimi biliyordum. Lâkin önce Silivri’ye kadar gidip “Şeker Abi”yi mi bulmalıydım, yoksa direkt olarak Yaşar Usta’nın dükkânı mı ziyaret etmeliydim? Epeyce kararsız kaldıktan sonra -biraz da üşendiğimden olabilir- daha yakında bulunan Yaşar Usta’nın dükkânına gitmeye karar verdim.

Şehr-i Istanbul’un seyrüsefer ve park yeri müşkülâtından mütevellit hususî vâsıtam yerine umûmî vesâiti kullanmayı tercih ettim, zira Şeker Abi’nin tarif ettiği muhite Dersaâdet’in seyrüseferine bir lâhza dahi duhûl etmeden vâsıl olabilirdim. Hem yolda da -bir koltuğa oturmaya muvaffak olabilirsem- üç beş sahife kitap okuyabilirdim de…

Yeraltının kendine has rutûbet kokusunu ciğerlerime çekerek -ki hep sevmişimdir bu sarnıç râyihasını- en yakın metro durağına girdim. Öğle saatleri olmasına rağmen yeraltında bu kadar insanın mevcûdiyeti keyfimi kaçırmıştı ve muhtemelen kitap okuyamayacaktım.

Sekiz vagonlu metro vâsıtasının son vagonuna kendimi atmak üzereyken, iki üç vagon ileride Efrasiyab’ın da aynı trene girdiğini görüverdim. Yine aynı gri cübbesi üzerinde idi. Kesinlikle oydu. Cızırtılı bir düdükten sonra vagonun kapısı kapandı. Trenle birlikte ben de Kadıköy istikametinde ilerlemeye başladım…

Bir taraftan koridorlardaki sıkış tepiş insanlardan müsaade isteyerek öne doğru ilerliyor ve vagon vagon Efrasiyab’ı arıyor, diğer taraftan da tren duraklarda durdukça kapıdan uzanıp bizim ihtiyarın inip inmediğini kolaçan ediyordum. Kadıköy’e vâsıl olana kadar bu arayışım devam etti lâkin bizim ihtiyarı bulmaya muvaffak olamadım. Ne trenin içerisindeydi kendisi, ne de inenlerin arasındaydı. Sanki yer yarılmış, yerin üzerine çıkmıştı.

Hem ihtiyara, hem de kendime kızarak dönüşe hazırlanan aynı trene yeniden bindim. Yaşar Usta’nın dükkânına yürüme mesafesindeki … Durağı’nda indim. Yer üstüne çıktığımda sirenlerini çala çala vızır vızır geçen itfaiye araçlarının ve ambulansların arasında buldum kendimi.

Yaşar Usta’nın dükkânına yaklaştıkça telâşe artıyordu. Nihâyet dükkânı buldum ama neredeyse dükkân yerinde değildi. Bir taraftan itfaiye erleri yangını söndürmeye çalışırken, bir taraftan da ambulanslar yaralılara ilk müdahaleleri yapıyordu.

Güvenli bir mesafeden gelişmeleri temâşa eden kalabalıktan birisine sorduğumda, yandaki lokantada gaz kaçağından patlama olduğunu ve her iki iş yerinin de yandığını öğrendim. Efrasiyab’a kızgınlığım birden geçiverdi. Zira bana kendisini göstermemiş ve ben de peşine takılmamış olsa idim o infilak ânında kuvvetle muhtemel Yaşar Usta’nın dükkânında olacaktım.

Bu durumda Yaşar Usta ile görüşmemizi biraz tehir etmem gerekecekti, başına bir şey gelmediyse tabiî. Bir süre daha elimizdeki güherçile ile idare edeceğiz artık!

***

Bu ayki seyahatimizde sizleri 1543 Cenova’sına götüreceğim dostlar, hazır mısınız? Zaman nişangâhımızı 22 Ağustos 1543’e kuruyoruz. Ya Hakk! Haydi Bismillah!

Sabahın ilk ışıkları, Ligurya Denizi’ni yalayarak Cenova Limanı’na vurmakta. Gotik tarzda mimarisi ile şehrin simgelerinden olan San Lorenzo Katedrali’nin çanları sabahın bu saatinde acı acı çalmakta ve bu durum şehir için hiç de hayra alâmet değil.

Limana toplanmış soylu, sıradan, avam, düşkün, yaşlı, genç, kadın, erkek, zengin, fakir, tüccar, tefeci, yankesici, dilenci, sağır, ahraz, kör, topal, şık, paspal, çoluk, çocuk, sarhoş, geceden kalma, ayık, afyonu henüz patlamamış, denizci, demirci bilumum Cenovalı, birkaç fersah açıkta demirlemiş ve muhtemelen şehre “Günaydın” demeye de gelmemiş Osmanlı Donanmasını izlemekte. Ve hepsi de inceden titremekte. Zira donanmanın topları şehre doğru dönmüş durumda.

Takriben yüz kadırgalık armadanın önünde Preveze kahramanı Barbaros Hayrettin’in baştardesi öfkeli ve tehditkâr bir ejderha gibi salınıp durmakta.

Limandaki kalabalık içindeki çocuklar ve deliler dışındaki herkes Barbaros’un neden geldiğini biliyor: Capitano Dragot’u, nâm-ı diğer Turgut Reis’i almaya…

Bundan yaklaşık üç sene evvel Turgut Reis, Korsika adasının Gareletta Limanı’nda beş gemiden mürekkep filosuna bakım yaptırdığı esnada baskın yemiş, yüzün üzerinde Venedik gemisine karşı sonuna kadar direnmiş, lâkin nihâyetinde esir düşmekten kurtulamamıştı.

Turgut Reis, ilk iki yıl Giannettino Doria’nın gemilerinde forsalık yaptıktan sonra, son bir yıldır da elan kalabalığın toplaştığı limanda demirli olan Andrea Doria’nın gemilerinde kürek mahkûmluğuna devam etmekteydi. Ama ümidini hiç kaybetmemiş, Barbaros’un kendisini almaya geleceği günü sabır ve metanetle beklemişti.

Gün, o gündü işte! Belki şu an ne kalabalığı görebiliyordu, ne de Barbaros’un armadasını. Ama çan seslerinden dışarıda olağandışı bir şeylerin vuku bulduğundan emin olmalıydı.

Barbaros’un donanmasından kıyıya doğru gelen bir çifte kayığı izliyorum limandaki kalabalıkla birlikte. Kayık kıyıya yaklaştıkça, şehrin önde gelenleri olduğunu tahmin ettiğim süslü ve pahalı elbiseler içerisindeki altı yedi kişi de kalabalıktan ayrılarak sahile doğru yaklaşmakta.

İskeleye yanaşan kayıktan Barbaros’un ulağı iniyor ve Barbaros’un iki kelimeden ibaret mesajını şehrin önde gelenlerine iletiyor: “Verin Turgut’umu!

Bu buyurgan mesaj derhâl İtalyancaya tercüme ediliyor. Karşılama heyeti, kısa süreliğine aralarında bir şeyler konuşuyorlar ve muhtemelen Capitano Dragot’u vermezlerse başlarına ne geleceğini, Cenova’da taş üstünde taş kalmayacağını biliyorlar.

Oysa üç yıl önce, Turgut Reis için elçiler gönderilmiş, müzakereler yapılmış, yüklü miktarda fidye teklif edilmişti ama Cenovalılar bunu kabul etmemişti. Bugün, zor oyunu bozmaktaydı işte!

Grubun önde geleni hemen orada bulunan iki askere Turgut Reis’i derhâl getirmelerini emrediyor. Bu arada ulak, tok ve emreder bir tonda tekrar konuşuyor: “Salih Reis’i de!

Cenovalı asil, askerlere bir baş hareketi ile onayladığını belirtiyor. Askerler Andera Doria’nın donanmasına doğru koşmaya başlıyorlar. Kısa bir bekleyişin ardından Turgut ve Salih Reisler getiriliyor; üstü başı kir toz içerisinde, sakalları neredeyse göğsüne kadar uzamış her ikisinin de… Ama yine de bu bakımsız hâllerine rağmen dinç ve zinde görünüyorlar. Bindirildikleri kayık kıyıdan uzaklaşırken, Turgut Reis’in kalabalığı tebessümle süzüşünü izliyorum. Ve bir anlığına göz göze geliyoruz sanki… Ürperiyorum!

Turgut Reis’ten sonra bizim için de dönme vaktidir artık. Yolcu yolunda gerektir.

***

Muhterem dostlar,

477 yıl sonra bugün, “Barbaros” ve “Turgut Reis” isimli arama-sondaj gemilerimiz ile denizlerimizdeki haklarımızı aramaktayız. Bakmayınız birilerinin, “Türkiye, muhatapları ile masaya otursun, gerginliği artırmasın, diplomatik yollarla hakkımızı arayalım” deyü çığırtkanlık yaptıklarına!

Cebelitarık ve Çanakkale Boğazı’ndan 477 yıldır sular deveran etmekte lâkin yüzlerce yıl geçse de “Zor oyunu bozar” kaidesi hâlen işlemekte. Özellikle oyunun içerisinde Türkiye varsa… Güçlü olduğumuz ve güçlü durduğumuz müddetçe denizlerimizde var olabileceğiz ve hakkımızı alabileceğiz, burası net!

Yoksa muhataplarımızın koca Akdeniz’den bize bir tas su bile vermeye niyetleri yok. Bu kadar yalın bir gerçeği görmek için daha kaç İstiklâl Harbi yaşamamız gerekiyor, bilmem ki...

Yahut şöyle sorayım: Hani ilk hedefimiz Akdeniz’di?

Kalınız sağlıcakla efendim…