Vefâtının onuncu yılında rahmetle yâd ediyoruz: Rıfkı Kaymaz

Bu dünyadan bir Rıfkı Kaymaz geldi, geçti. Sessiz, sakin, beyefendi kişiliğiyle kimseyi kırmamaya, incitmemeye çalışarak yaşadı. Birlikte olduğum süre zarfında kimseyle kavga ettiğine, yüksek sesle tartıştığına, bağırarak konuştuğuna şâhit olmadım. Onun bu güzel ahlâkı bizlere örnek olur inşallah. Zira “ömür” dediğimiz şey o kadar uzun, yarın ne olacağımız da belli değil.

ZAMAN, kendisi için belirlenen hızla kendi mecrasında akıp gidiyor. Bunu durdurmak veya yavaşlatmak mümkün değil. Dünyaya gelen her canlı, ömrü bitince “Elvedâ” diyerek terk ediyor bu âlemi. Adına “ömür” denilen bu fânî dünyada kalma süresi içinde zamanı iyi değerlendirenlere, faydalı işler yapanlara ve artlarında hoş bir sedâ bırakanlara ne mutlu!

Şair-yazar Rıfkı Kaymaz da “Ne mutlu onlara!” dediğimiz zümre içinde yer alıyor. 2010 yılında, 60 yaşında iken, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’nde geçirdiği kalp krizi nedeniyle hastaneye kaldırılan ve orada vefât eden Rıfkı Kaymaz, on yıldır aramızda yok. O güzel yüzü gözlerimin önünde, kısık sesi hâlâ kulaklarımda…

Dile kolay, tam yirmi beş yıl (tatil ve geziler hâriç) ayrılmadan, bir gün bile olsa kırılmadan, küsmeden, gücenmeden sürdürülen bir dostluk… Bizi birçok yerde birlikte görmeye alışan dostlarımız, beni yalnız gördüklerinde hemen Rıfkı Bey’i sorarlardı. İsimlerimizi karıştıranlar bile olur, bana Rıfkı, ona da Sırrı derlerdi bazen. Biz bu duruma alışık olduğumuz için güler geçerdik.

Rıfkı Kaymaz; benim ufkumu açan, sosyal çevremi olabildiğince genişleten (birlikte gittiğimiz her yerde beni şair, yazar, gazeteci, sanatçı, fikir adamı, akademisyen ve bürokratlarla tanıştıran) bir şahsiyetti. Onunla tanışmadan önce yirmi dört yaşında genç bir edebiyat öğretmeniydim. Basın-yayın sahasını okuyucu olarak takip etmeye çalışıyordum. Önceki yıllarda Yeni Devir gazetesinde sadece iki yazım yayımlanmıştı, o kadar! Ne zaman ki onunla tanıştım, “Kültür Edebiyat” adlı dergiyi birlikte çıkardık ve matbaa mürekkebinin kokusunu alınca bir daha uzak kalamadım yayın çalışmalarından.

Rıfkı ağabeyle, dışarıdan bakanların gıpta ettikleri bir ağabey-kardeş ilişkisi vardı aramızda. Bu duruma ne kadar sevinsem azdır. Ben ondan (başta fedakârlık olmak üzere) çok şey öğrendim. Onun dostluğu benim yaşantımda çok önemli ve anlamlı bir yer tuttu.

Birçok kitap hazırladık birlikte. Çoğunluğu ders kitapları olmak üzere toplam on kitapta isimlerimiz yan yana yer aldı.

Onunla ilk ortak kitabımız, 1987 yılında Timaş Yayınları tarafından yayımlanan “Günümüz Yazarlarından Seçme Hikâyeler” adlı antoloji oldu. Sonra diğer çalışmalarımız ardı ardına yayımlandı. Daha önce de belirttiğim gibi, bana bu işleri öğreten ustam, “Rıfkı Kaymaz”dır.

Kitapların hâricinde birçok gazete ve dergide de yazılar, şiirler, hikâyeler yazdık. Biz yıllarca birlikte olmaktan, çalışmaktan, sohbetten, gezmekten ve yazmaktan hiç bıkmadık. Her zaman konuşacak bir mevzu bulurduk. Haftada bir (bazen birkaç) gün yüz yüze görüşmekle yetinmez, telefonla da konuşurduk.

Rıfkı ağabey çok velut bir şair ve yazardı. Kendi adıyla yazdıklarından başka birçok müstear isimle de yazılar ve şiirler yazardı. (En çok kullandığı müstearları; Abdullah Çınar, M. Refik Selimoğlu, Salihoğlu, Yunus Tener, Fatih Emre idi.)

Rıfkı ağabey tam bir kültür adamıydı. Kendini bildi bileli kültür, sanat ve edebiyat işlerinin içindeydi. Bakırın üzerine el ile motif yapma işini öğrencilik yıllarında öğrenmiş ve bu işi ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. Yurtiçinde açtığı onlarca sergiden sonra yurtdışında da birçok ülkede sergi açmıştır. Erzincan’da lise öğrencisiyken okulun duvar gazetesinde başladığı yazarlık işini, kalp krizi geçirdiği güne dek devam ettirmiştir. En son olarak, çok emek harcadığı “Erzincanlılar Ansiklopedisi”nin yayımlandığını gördü ve âdeta çocuk gibi sevindi.

Vefâtına neden olan kalp krizinden 8-10 gün önce, bir öğleden sonra eşi ve kızıyla bize oturmaya gelmişlerdi. Bayanları evde bıraktık ve biz, kitabın basıldığı matbaaya gittik. Kitabı bir an evvel görmek istiyordu. Matbaa bizi ciltçiye gönderdi, ansiklopedinin kapakları orada takılacakmış; ciltçi arkadaş bir ona, bir de bana kitap getirdi. Rıfkı ağabey kitaba o kadar sevgi dolu bakıyordu ki görmeliydiniz. Elindeki kitabı, bir çocuğu sever gibi seviyordu. Bana, “Güzel olmuş mu, kapağı beğendin mi?” diye sordu. Ben çok beğendiğimi söyledim ve “Hayırlı olsun” dileklerimle beraber kendisini tebrik ettim. Benim beğenmem onu daha da sevindirmişti. Ne kadar mutlu olduğu yüzünden okunuyordu.

Eve geldiğimizde akşam olmak üzereydi. İçeri girer girmez eşine ve kızına gösterdi kitabı, onlar da beğendiklerini söylediler. Kitabın iç sayfasında onları sevindirecek bir ifade vardı. Rıfkı ağabey, belki de onlara bir sürpriz yapmıştı. Neydi bu? “İthaf: Eşim Emel, çocuklarım Mehmet Fatih, Yunus Emre ve Zeynep’e…”

Sonraki gün ciltçiden kitapları alıp arabasına yükleyerek AŞTİ’ye getirmiş. Otobüsle Erzincan’a göndermek için… Ağır kolileri taşımış otobüse kadar. İki gün sonra görüştüğümüzde, “Kitapların yarısını terminale getirip otobüse verdim ama çok yoruldum; ter tırnağımdan çıktı” dedi. Ben de kendisini çok yorduğunu, sağlığına dikkat etmesi gerektiğini söyledim.

19 Şubat Cuma günü yine ciltçiye gelmiş, arabasının aldığı kadar kitabı doldurmuş ve yine şehirlerarası otobüs terminaline gelmiş. Yanında yardım edecek kimse de yok. Ağır kitap kolilerini otobüse taşıdıktan sonra oraya yığılmış kalmış. Ne kadar yoruldu kim bilir, vücûdu daha fazla dayanamamış bu yüke. Firma yetkilileri hemen ambulans çağırmışlar. Hastaneye getirdiklerinde Rıfkı ağabeyin kalbi durmuş. Hemen masaj yaparak çalıştırmışlar. Birkaç dakika sonra kalp yeniden durmuş. İşte bu ikinci duruş, çok kötü netîce vermiş!

Tam yirmi sekiz dakika sonra yeniden çalıştırmışlar kalbi, fakat bu süre zarfında beyne oksijen gitmediği için beyin hasar görmüş ve diğer organlar da bu hasardan nasibini almış. Hemen solunum cihazına bağlamışlar.

Oğlu Yunus Emre, telefonda ağlamaklı bir sesle haber verdi bana, hemen hastaneye gittim. Sevgili ağabeyimin durumu iyi değildi. Doktorlar, “Geri dönüşü zor görünüyor. Bakalım vücûdu ilâç tedavisine cevap verecek mi, onu bekleyeceğiz” demişler. Solunum cihazına bağlı olarak yaşayan Rıfkı ağabeye yüksek dozda ilâçlar verilmesine rağmen vücût bu ilâçları kabul etmemiş, yani olumlu bir gelişme olmamış. İlâç takviyesiyle zaten zayıf çalışan kalbi, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece, saat 00:00 civarında temelli durmuş ve benim saygıdeğer ağabeyim, rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş. Tam da doğum gününde, altmış yaşına girdiği gün vefât etmiş etmişti Rıfkı ağabeyim.

Erbay Kücet’in güzel benzetmesiyle “kalp kırmayan adam”ın naaşını, 23 Şubat 2010 Salı günü, ikindi namazından sonra Karşıyaka Mezarlığı’na defnettik. Cenazesi çok kalabalıktı. Akraba, arkadaş ve dostları onu yalnız bırakmamışlardı; birçok şair, yazar, sanatçı, milletvekili, bürokrat ve sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri onu bu son yolculuğunda uğurlamaya gelmişlerdi. O ki, ayrım gözetmeden bütün sivil toplum kuruluşlarını ziyaret eder, onların çalışmalarında elinden gelen yardımı esirgemezdi.

Fedakârlık âbidesiydi Rıfkı ağabey. “Kendini niçin bu kadar yoruyorsun?” diye uyardığım çok olmuştur ama o, bildiği yoldan şaşmamış, daha doğrusu birilerine yardım etmeden duramamıştır hiçbir zaman. Bana da bu minvâlde, “Yine duramadım, başıma bir sürü iş aldım” derdi.

O, yardımseverlik konusunda örnek bir insandı; bazıları gibi bu işleri menfaat beklentisi içinde yapmazdı. Bu konuda hiçbirimiz onun kadar olamayız. Dünyevî mâkâm ve mevkilere iltifat etmezdi; isteseydi, yüksek mevkide bir göreve atanabilirdi. Birçok arkadaşı milletvekili ve bakan olduğu hâlde kimseden bu yönde bir talebi olmamıştır. D. Mehmet Doğan ağabeyin gayet güzel ifade ettiği gibi, “Rıfkı Kaymaz, gürültülü işler yapmadı. Kozasını sessizce ördü. Onu bilen bilirdi”.

Ben, ailemin büyük oğluyum, dolayısıyla ağabeyim yok. Ona zaman zaman, “Biliyorsun, benim ağabeyim yok. Bu dünyada benim ağabeyim sensin! Aman kendine dikkat et, beni yalnız bırakma, ben sensiz ne yaparım?!” derdim. Benim bu sözüme duygulanır ve gözleri nemlenirdi.

“Her nefis ölümü tadacaktır.” Bu İlâhî fermanı biliyor ve kabul ediyoruz. Ancak Rıfkı ağabeyin ansızın çekip gitmesi, onu sevenleri derinden üzmüştür. Birlikte yapacağımız o kadar çok projemiz vardı ki… Demek kısmet değilmiş. Kadere rızâ göstermekten başka bir şey gelmez elimizden.

Bu dünyadan bir Rıfkı Kaymaz geldi, geçti. Sessiz, sakin, beyefendi kişiliğiyle kimseyi kırmamaya, incitmemeye çalışarak yaşadı. Birlikte olduğum süre zarfında kimseyle kavga ettiğine, yüksek sesle tartıştığına, bağırarak konuştuğuna şâhit olmadım. Onun bu güzel ahlâkı bizlere örnek olur inşallah. Zira “ömür” dediğimiz şey o kadar uzun, yarın ne olacağımız da belli değil.

Mekânın Cennet olsun canım ağabeyim! Seni unutmamız mümkün değil, Allah sana rahmet etsin…