“VEFAT”… Kelime kökenine
bakıldığında “vefa”, وفاء “Sözünü tuttu, borcunu ödedi” anlamlarına
gelmektedir. Vefat edenin ardından “vefa” anlam kazanıyor ve vefalı olanı da,
vefadan yoksun olanı da anlıyorsunuz.
Ölüm,
aslında bu dünyadaki tek gerçek; bunun için idrakin ötesinde ve bu yüzden acı
olarak sillesini vuruyor yüzümüze. İnsanın algısı bu dünyaya ait olanda;
ötesine varmaya vâkıf değil. İnsan, Platon’un deyimiyle gölgeler dünyasında
yaşadığı için idea olana, gerçeğin bilgisine henüz hâkim değil. İnsanın bilgisi
gölgeler dünyası ile sınırlı. Ölümü henüz tatmadım ama ölümün acısını küçük
yaşlardan itibaren tadan bir insanım. En büyük acıyı yaşayana kadar bilmezdim
bazı şeyleri, acı olsa da öğrenmeye devam ediyorum. Önceden yaşadığım acılar,
meğer beni asıl yaşayacağım acıya, babamın yokluğuna alıştırmak içinmiş. “Olan
ölene mi, yoksa kalana mı?” derseniz, “Kalana” derim. Yaşım belki çok büyük
değil ama babamın ardından yaşadıklarım...
Hayatım
iki kısım; biri babamdan önce, diğeri babamdan sonra… O sonranın olmasını hiç
istemesem de babamdan sonra onun ne denli mühim bir insan olduğu ve hayatta
aslında nelerle mücadele ettiği gerçeğiyle yüz yüze kaldım. Meğer “baba”, olumsuzluklarla
yüz yüze kalmayı önleyen bir setmiş. Babam bizi çevreleyen heybetli bir
duvarmış. Biz yalnızca kötülüklerin sesini duyar, gölgesini görürmüşüz de
kötülüğün cismini bilmezmişiz. Babamı kaybedince dünyam yıkıldı ama dünya yerli
yerindeydi.
Babamdan
sonra, “Hayat devam ediyor” dediler. Bu denli ağır bir söz yok benim için. Evet,
hayat bir şekilde devam ediyor ama nasıl ve ne şekilde? Evet, dünya belki babamsız
da dünya, ama onsuzken ben dargın ve kırgınım. “Kalıyor bu yaşamak suçu
üzerimde”…
Merhum
Adnan Kahveci, iyi ve başarılı insanın tanımı için “‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’
sorusuna verilen cevapta yatıyor” diyor. Bunu, babasını çok seven bir evlat
olarak babamın ardından daha da vahim bir biçimde anladım. İyi, başarılı insan;
ölümünün ardından iyi anılan, ölümünün ardından öğretmeye devam eden insandır. Babamın
da çok sevdiği bir sözdü “Baki olan, gök kubbede hoş bir seda imiş”. Babamın bu
sedayı bıraktığına can-ı gönülden inanıyorum.
Babam,
benim hayattaki en büyük öğretmenimdir. Varlığında öğrettiklerinin yanında,
aslolan dünyaya göç ettikten sonra da çok şey öğretti. Tam iki sene oldu, hâlen
öğretmeye devam ediyor. İnsanlar henüz ölümün acısını tanımlayan bir kelime
icat edebilmiş değiller. Bundandır, ölüm geldi mi, cümle sesler kesilir. Çünkü insanlar
bu dünyaya ait kelimeleri bilip bu dünyayı tanımlamayı bilirler; bu dünyadan
sonrasına henüz vâkıf değiller. Bundandır seslerin kesilmesi; sesler kesilir,
gönül konuşur. Gönülleri yalnızca gönülleriyle konuşanlar işitir. Kelimelere
ihtiyaç yoktur; gönlün dilini anlamak için kelimelerin pek de ehemmiyeti
yoktur.
Ölüm,
henüz bilmediğimiz, aslolan dünyaya göçtür. Aslında dünya zamanı ve mekânından
kopup asıl mekâna edilen yolculuktur. “İki kapılı koca bir handa gidiyoruz
gündüz gece” (Âşık Veysel).
Ömür
meşakkatli bir yol; peki, insan ömrü neyi ihtiva eder? İnsan ömrünün sonunu
düşünür de yaşadığı günü güzelleştirmenin ömrüne bir katkı olduğunu neden
göremez?
Bir
bilinmezlik olarak atfettiği ömrü yaşadığı günde mi, yaşamış olduğu dünde mi,
yoksa yaşayacağını bilmediği yarında mı tanımlar? Mühim olan, “hiç ölmeyecekmiş
gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak”. Öyle yaparsak, her
hakkı gözeterek bir ömrü yaşamış oluruz; diğer türlüsü, ömrü heba etmek olur. Ki
ömür, insana bir kereliğe mahsus emanet verilen bir şey. Ölümün acısı bizlere
çok zor gelse de, ölüm hak ve bu dünyadaki belki de tek hakikat.
Hepimiz bir gün emaneti Sahibine teslim edeceğiz. Mühim olan, emaneti Sahibine nasıl teslim ettiğimiz…
Vefatın kıymetini ancak ve ancak (yalnızca) vefalılar anlar…