İSTANBUL’da en sevdiğim semtin
adı artık günümüzde “vefa”. Anlamı sözlüklerde kalan bu kelimeyi bir semt adı
olarak bile olsa anmak, unutulan dostluk anlayışını, zihnimizin çok
derinliklerinde kalan anıları canlandırıveriyor birden.
Şimdilerde
“vefa, dostluk, arkadaşlık, bağlılık, sadakat” gibi kelimeler içi boş ve bir
kenara atılmış birer kavram olarak kaldı hayatımızda. Artık maalesef menfaatler
ön plânda yer alıyor. Çıkar kavgaları, mâkâm ve mevki tutkusu, çok kazanabilme
hırsı sarmış durumda çoğu insanın gözünü. Çıkarsız, karşılık beklemeden,
özverili dostluklar “Yok” denecek kadar azalmış. Birine “Canım” veya “Seni
seviyorum” demek güç olduğu gibi, bu sözler kullanıldığında altında hep bir
mânâ aranır, hep “Bir çıkarı mı var acaba?” diye düşünülür olmuş.
Oysa
altmış beş yıllık ömrümde ne dostluklar, ne vefalar yaşadım! Çok değil, bir on
beş yıl öncesine kadar böyle çıkarsız, vefalı dostluklarımız varken, neden
günümüzde bitip tükenmiş bu anlayışlar, bu dostluklar ve vefa?
Anılarda
yaşamayı çok seven ve ancak geçmişte gerçek dostluk ve vefanın tadını bulabilen
zihnimde yer etmiş, beni hâlâ çok etkileyen vefa örneklerinden birini, çocukluk
anılarımın arasından çekip çıkarıverdim. Vefanın böylesine zaten az rastlanır.
Hele şimdilerde… Bu anımı sizlerle paylaşmak istedim sevgili okuyucularımız.
Hikâyemin
sonunda söyleyeceğiniz yorumu şimdiden duyar gibiyim: “Böylesi karşılıksız
sevgi, bağlılık, sadakat ve vefa, insanoğlunda zor bulunur!” Çünkü bu anımda
bahsedeceğim bir kedi. Adı, “Sarman”...
Ailemizin
neşe kaynağıydı. Artvin iline bağlı Murgul Bakır İşletmeleri’nin lojmanlarında oturan
bütün fabrika mensuplarının, çoluk çocuk, erkek kadın, yaşlı genç herkesin
sevgilisiydi. Beyaz, kar gibi, iri ve yeşil gözlü, tertemiz ve parlak uzun
tüyleri olan güzeller güzeli bir kedicikti Sarman. Dedem, fabrikada ustabaşı
idi. O işe gittikten sonra bütün gün köşesinde uslu uslu yatan Sarman,
fabrikanın dağılmasına yarım saat kala huysuzlanmaya, dışarıya çıkmak için
çıldırmaya başlardı. Kapı açılır açılmaz verandanın dört parmak genişliğindeki
tırabzana tüner, beklemeye başlardı. En sevdiği oyuncağını, en sevdiği yemeği
bile sunsanız umursamaz, dedemin geleceği yoldan gözünü ayırmazdı.
Fabrikanın
paydos düdüğü çalar çalmaz ok gibi fırlar, soluğu fabrikadan çıkan dedemin omzunda
alırdı. Sonra mutlu mesut, dedemin öğle tabldotundan onun için ayırdığı
yiyecekleri yine dedemin elinden yiyerek eve gelirdi. Ben daha ilkokula
gitmiyordum ama dün gibi gözümüm önündedir onların her gün yaşadıkları bu
sahne.
Annem,
anneannem, iki teyzem ve dayım çok sever, çok ilgilenirlerdi Sarman’la. Dedim
ya, hepimizin neşe kaynağı sevgilisiydi. Benimse tek oyuncağım, tek eğlencemdi.
Geceleri iki teyzemin yataklarında, bir gece birinin, bir gece diğerinin ayakucunda
kıvrılıp yatar ve asla sırayı şaşırmazdı.
Doğum
yapacağı günlerde daha da nazlanır, hep kendisi ile ilgilenilsin isterdi. Küçük
teyzemin evden ayrılmasını istemezdi o günlerde. Çünkü doğum yaparken ebesi hep
küçük teyzem olurdu. Sancısı tuttuğunda, nerede olursa olsun gelir, küçük
teyzemin ille de sağ elinin serçe parmağını ağzı ile yakalar, sepetine götürür,
teyzem onu okşarken, o da yavrularını dünyaya getirirdi. Her seferinde üç ya da
dört bebeği olurdu. Komşular ve fabrika çalışanları, yavrularını almak için
sıra beklerlerdi. Çünkü böyle asil bir kedinin yavruları alınıp beslenirdi
onlara göre.
Yıllar
böyle geçtikçe, bizim Sarman’a, Sarman’ın da bize bağlılığı tiryakiliğe dönüştü
âdeta…
Ve
bir akşam, subay olan dayım eve gelip, “Manisa’ya tayinim çıktı. Toparlanmaya başlayın,
bir haftaya kadar yola çıkmamız gerekiyor” dediğinde bütün aileyi, yeni bir
hayata başlangıç yapmanın heyecanı sardı. Hazırlıklar hızla tamamlandı. Eşyalar
kamyona yüklendi.
Hopa
Limanı’ndan gemi ile İstanbul’a, oradan Manisa’ya geçmek üzere yola çıkacağımız
zaman sevgili Sarman âdeta sır oldu. Aramadığımız yer, sormadığımız kimse
kalmadı, ama bulamadık. Ağlaya ağlaya, çaresiz, Sarman olmadan yola çıkıldı.
Öyle zannediyorduk ki, gideceğimizi bilen biri, onu bir yerlerde kapalı tutmuş,
bizimle yola çıkmasını engellemişti. Komşularla vedalaşırken herkese aynı şeyi
tembihliyorduk: “Yaza kadar ona iyi bakın, ne olur! Tatile geldiğimizde alıp
götürürüz…”
Çok
üzgündük, bir yanımız eksik olarak yola çıktık. Artvin sınırlarını çıkana kadar
gözlerimiz her yerde onu aradı “Acaba arkamızdan yetişir mi?” diye.
Günlerce
süren zorlu bir yolculuktan sonra Manisa’ya vasıl olup lojmana yerleştik.
Yerleşmek faslı bitince sadece rahatladık. Ama Sarmancık hiç aklımızdan çıkmıyordu.
Birkaç hafta sonra, Artvin Murgul damgalı bir mektup geldi. En samimî komşumuz
olan Lütfiye Teyze’den gelmişti. Heyecanla açtık zarfı. O zamanlar telefon
olmadığı için, haberleşme ancak mektup ve telgrafla oluyordu. Telefon alabilmek
için aylarca beklendiği yıllardı.
Lütfiye
Teyze önce hâl hatır sormuş, selâm kelâm faslı bitince acı satırlara
başlamıştı:
“Yola
çıktığınız akşam, Sarman ortaya çıktı. Lojmanın merdivenlerini bir solukta
tırmandı. Ona, ‘Uçarak çıktı’ da diyebiliriz. Sizin dairenin kapısında durdu. Sizin
yerinize hemen yerleşen komşular çok yorgun olduklarından, erkenden
yatmışlardı. Sarman acı acı miyavlayarak kapıyı tırmalıyor, açmalarını
istiyordu. Neden sonra sesi duyup kapıyı açtıklarında, ok gibi içeri dalıp
eşyaları koklamaya başladı. Bir eşyalara, bir de yeni taşınanlara bakıyor, acı
ile miyavlıyor, âdeta ağlıyordu.
Yarım
saat kadar içeriyi dolaştı, miyavladı; insanları, eşyaları defalarca kokladı,
sonra sustu. Başını öne eğdi. Usulca çıktı daireden. Gözlerindeki yaşları o
zaman fark ettik komşularla.
Verandayı
geçti, merdivenlerden indi. Bir süre durdu. Sonra başını gökyüzüne kaldırıp acı
ve çok yüksek bir sesle miyavladı. İşte o an, hiç beklemediğimiz bir olaya
şahit olduk! Merdivenlerin inişindeki betona kafasını deliler gibi vurmaya
başladı. Bu feci manzara karşısında ilk şaşkınlığımız geçince onu tutmaya
çalıştık, ama nafile!
Başaramadık.
Bir sağa, bir sola deliler gibi vurduğu o güzel kafası kanlar içinde kalmıştı.
Âdeta karlar üstünde gelincikler açmış gibiydi bedeni. Hepimiz taş kesildik âdeta.
Komşulardan biri, ‘Kudurmuş galiba, dokunmayın!’ dedi. Diğerleri de onu
onayladılar. Bu arada Sarman, hareketsiz, yerde, kanlar içinde yatıyordu. Ben
çok sinirlendim. ‘Bre cahiller, ne kudurması?! Bunu anlamayacak kadar kör müsünüz
Allah aşkına?! Basbayağı intihar etti kedicik’ dedim ve ekledim: ‘Onu bunu
bırakın da, Recep Amcalara bu durumu nasıl bildireceğiz, onu düşünelim...’
Herkes
yan çizdi. Bir hafta kendimle mücadele edip size yazmaya karar verdim. Ne
diyeceğimi bilemiyorum. Böylesi bir sevgi, böylesi bir sadakat ancak masallarda,
hikâyelerde olur sanırdım eğer gözümle bu olaya şahit olmasaydım. Bu mektubu
yazmak çok zor olduysa da, onca yıllık komşuluğumuz adına bu cesareti bulabildim
kendimde. Hepinize sabır diliyor, selâm ve sevgilerimi gönderiyorum…”
Bütün
aile şoktaydık. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemedik. Günlerce evde yas
havası hâkimdi. Hepimizin gözleri şişmişti ağlamaktan. Uzun süre kendimize
gelemedik. Özellikle teyzelerim günlerce yiyip içemediler. Acısı yıllar yılı
hep içimizde kaldı ama asla unutulmadı Sarman. Bir gün bile!
İşte
böyle! Bu kadar kedi seven bir sülâleden gelip kedi sevmeyen bir eşle yaşamak
pek kolay olmadı. Şarkıdaki gibi, “Bir kedim bile yok!” deyip geziyorum…