Vefa

Bütün aile şoktaydık. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemedik. Günlerce evde yas havası hâkimdi. Hepimizin gözleri şişmişti ağlamaktan. Uzun süre kendimize gelemedik. Özellikle teyzelerim günlerce yiyip içemediler. Acısı yıllar yılı hep içimizde kaldı ama asla unutulmadı Sarman. Bir gün bile!

İSTANBUL’da en sevdiğim semtin adı artık günümüzde “vefa”. Anlamı sözlüklerde kalan bu kelimeyi bir semt adı olarak bile olsa anmak, unutulan dostluk anlayışını, zihnimizin çok derinliklerinde kalan anıları canlandırıveriyor birden.

Şimdilerde “vefa, dostluk, arkadaşlık, bağlılık, sadakat” gibi kelimeler içi boş ve bir kenara atılmış birer kavram olarak kaldı hayatımızda. Artık maalesef menfaatler ön plânda yer alıyor. Çıkar kavgaları, mâkâm ve mevki tutkusu, çok kazanabilme hırsı sarmış durumda çoğu insanın gözünü. Çıkarsız, karşılık beklemeden, özverili dostluklar “Yok” denecek kadar azalmış. Birine “Canım” veya “Seni seviyorum” demek güç olduğu gibi, bu sözler kullanıldığında altında hep bir mânâ aranır, hep “Bir çıkarı mı var acaba?” diye düşünülür olmuş.

Oysa altmış beş yıllık ömrümde ne dostluklar, ne vefalar yaşadım! Çok değil, bir on beş yıl öncesine kadar böyle çıkarsız, vefalı dostluklarımız varken, neden günümüzde bitip tükenmiş bu anlayışlar, bu dostluklar ve vefa?

Anılarda yaşamayı çok seven ve ancak geçmişte gerçek dostluk ve vefanın tadını bulabilen zihnimde yer etmiş, beni hâlâ çok etkileyen vefa örneklerinden birini, çocukluk anılarımın arasından çekip çıkarıverdim. Vefanın böylesine zaten az rastlanır. Hele şimdilerde… Bu anımı sizlerle paylaşmak istedim sevgili okuyucularımız.

Hikâyemin sonunda söyleyeceğiniz yorumu şimdiden duyar gibiyim: “Böylesi karşılıksız sevgi, bağlılık, sadakat ve vefa, insanoğlunda zor bulunur!” Çünkü bu anımda bahsedeceğim bir kedi. Adı, “Sarman”...

Ailemizin neşe kaynağıydı. Artvin iline bağlı Murgul Bakır İşletmeleri’nin lojmanlarında oturan bütün fabrika mensuplarının, çoluk çocuk, erkek kadın, yaşlı genç herkesin sevgilisiydi. Beyaz, kar gibi, iri ve yeşil gözlü, tertemiz ve parlak uzun tüyleri olan güzeller güzeli bir kedicikti Sarman. Dedem, fabrikada ustabaşı idi. O işe gittikten sonra bütün gün köşesinde uslu uslu yatan Sarman, fabrikanın dağılmasına yarım saat kala huysuzlanmaya, dışarıya çıkmak için çıldırmaya başlardı. Kapı açılır açılmaz verandanın dört parmak genişliğindeki tırabzana tüner, beklemeye başlardı. En sevdiği oyuncağını, en sevdiği yemeği bile sunsanız umursamaz, dedemin geleceği yoldan gözünü ayırmazdı.

Fabrikanın paydos düdüğü çalar çalmaz ok gibi fırlar, soluğu fabrikadan çıkan dedemin omzunda alırdı. Sonra mutlu mesut, dedemin öğle tabldotundan onun için ayırdığı yiyecekleri yine dedemin elinden yiyerek eve gelirdi. Ben daha ilkokula gitmiyordum ama dün gibi gözümüm önündedir onların her gün yaşadıkları bu sahne.

Annem, anneannem, iki teyzem ve dayım çok sever, çok ilgilenirlerdi Sarman’la. Dedim ya, hepimizin neşe kaynağı sevgilisiydi. Benimse tek oyuncağım, tek eğlencemdi. Geceleri iki teyzemin yataklarında, bir gece birinin, bir gece diğerinin ayakucunda kıvrılıp yatar ve asla sırayı şaşırmazdı.

Doğum yapacağı günlerde daha da nazlanır, hep kendisi ile ilgilenilsin isterdi. Küçük teyzemin evden ayrılmasını istemezdi o günlerde. Çünkü doğum yaparken ebesi hep küçük teyzem olurdu. Sancısı tuttuğunda, nerede olursa olsun gelir, küçük teyzemin ille de sağ elinin serçe parmağını ağzı ile yakalar, sepetine götürür, teyzem onu okşarken, o da yavrularını dünyaya getirirdi. Her seferinde üç ya da dört bebeği olurdu. Komşular ve fabrika çalışanları, yavrularını almak için sıra beklerlerdi. Çünkü böyle asil bir kedinin yavruları alınıp beslenirdi onlara göre.

Yıllar böyle geçtikçe, bizim Sarman’a, Sarman’ın da bize bağlılığı tiryakiliğe dönüştü âdeta…

Ve bir akşam, subay olan dayım eve gelip, “Manisa’ya tayinim çıktı. Toparlanmaya başlayın, bir haftaya kadar yola çıkmamız gerekiyor” dediğinde bütün aileyi, yeni bir hayata başlangıç yapmanın heyecanı sardı. Hazırlıklar hızla tamamlandı. Eşyalar kamyona yüklendi.

Hopa Limanı’ndan gemi ile İstanbul’a, oradan Manisa’ya geçmek üzere yola çıkacağımız zaman sevgili Sarman âdeta sır oldu. Aramadığımız yer, sormadığımız kimse kalmadı, ama bulamadık. Ağlaya ağlaya, çaresiz, Sarman olmadan yola çıkıldı. Öyle zannediyorduk ki, gideceğimizi bilen biri, onu bir yerlerde kapalı tutmuş, bizimle yola çıkmasını engellemişti. Komşularla vedalaşırken herkese aynı şeyi tembihliyorduk: “Yaza kadar ona iyi bakın, ne olur! Tatile geldiğimizde alıp götürürüz…”

Çok üzgündük, bir yanımız eksik olarak yola çıktık. Artvin sınırlarını çıkana kadar gözlerimiz her yerde onu aradı “Acaba arkamızdan yetişir mi?” diye.

Günlerce süren zorlu bir yolculuktan sonra Manisa’ya vasıl olup lojmana yerleştik. Yerleşmek faslı bitince sadece rahatladık. Ama Sarmancık hiç aklımızdan çıkmıyordu. Birkaç hafta sonra, Artvin Murgul damgalı bir mektup geldi. En samimî komşumuz olan Lütfiye Teyze’den gelmişti. Heyecanla açtık zarfı. O zamanlar telefon olmadığı için, haberleşme ancak mektup ve telgrafla oluyordu. Telefon alabilmek için aylarca beklendiği yıllardı.

Lütfiye Teyze önce hâl hatır sormuş, selâm kelâm faslı bitince acı satırlara başlamıştı:

“Yola çıktığınız akşam, Sarman ortaya çıktı. Lojmanın merdivenlerini bir solukta tırmandı. Ona, ‘Uçarak çıktı’ da diyebiliriz. Sizin dairenin kapısında durdu. Sizin yerinize hemen yerleşen komşular çok yorgun olduklarından, erkenden yatmışlardı. Sarman acı acı miyavlayarak kapıyı tırmalıyor, açmalarını istiyordu. Neden sonra sesi duyup kapıyı açtıklarında, ok gibi içeri dalıp eşyaları koklamaya başladı. Bir eşyalara, bir de yeni taşınanlara bakıyor, acı ile miyavlıyor, âdeta ağlıyordu.

Yarım saat kadar içeriyi dolaştı, miyavladı; insanları, eşyaları defalarca kokladı, sonra sustu. Başını öne eğdi. Usulca çıktı daireden. Gözlerindeki yaşları o zaman fark ettik komşularla.

Verandayı geçti, merdivenlerden indi. Bir süre durdu. Sonra başını gökyüzüne kaldırıp acı ve çok yüksek bir sesle miyavladı. İşte o an, hiç beklemediğimiz bir olaya şahit olduk! Merdivenlerin inişindeki betona kafasını deliler gibi vurmaya başladı. Bu feci manzara karşısında ilk şaşkınlığımız geçince onu tutmaya çalıştık, ama nafile!

Başaramadık. Bir sağa, bir sola deliler gibi vurduğu o güzel kafası kanlar içinde kalmıştı. Âdeta karlar üstünde gelincikler açmış gibiydi bedeni. Hepimiz taş kesildik âdeta. Komşulardan biri, ‘Kudurmuş galiba, dokunmayın!’ dedi. Diğerleri de onu onayladılar. Bu arada Sarman, hareketsiz, yerde, kanlar içinde yatıyordu. Ben çok sinirlendim. ‘Bre cahiller, ne kudurması?! Bunu anlamayacak kadar kör müsünüz Allah aşkına?! Basbayağı intihar etti kedicik’ dedim ve ekledim: ‘Onu bunu bırakın da, Recep Amcalara bu durumu nasıl bildireceğiz, onu düşünelim...’

Herkes yan çizdi. Bir hafta kendimle mücadele edip size yazmaya karar verdim. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Böylesi bir sevgi, böylesi bir sadakat ancak masallarda, hikâyelerde olur sanırdım eğer gözümle bu olaya şahit olmasaydım. Bu mektubu yazmak çok zor olduysa da, onca yıllık komşuluğumuz adına bu cesareti bulabildim kendimde. Hepinize sabır diliyor, selâm ve sevgilerimi gönderiyorum…”

Bütün aile şoktaydık. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemedik. Günlerce evde yas havası hâkimdi. Hepimizin gözleri şişmişti ağlamaktan. Uzun süre kendimize gelemedik. Özellikle teyzelerim günlerce yiyip içemediler. Acısı yıllar yılı hep içimizde kaldı ama asla unutulmadı Sarman. Bir gün bile!

İşte böyle! Bu kadar kedi seven bir sülâleden gelip kedi sevmeyen bir eşle yaşamak pek kolay olmadı. Şarkıdaki gibi, “Bir kedim bile yok!” deyip geziyorum…