Ve’t-tîni ve’z-zeytûni

Kur’ân-ı Kerîm’in mucize özelliklerinden biri de, bir kelimenin umumîden hususîye (genelden özele) sayısız bilgi ihtivâ ettiğidir. İncir ve zeytin kelimeleri de bunlardandır. Dosyamızda bahsolunan bilgilerin (yerine göre) hepsi doğrudur. Fakat bunlar hakikatin zâhir (görünen) yüzüdür. Bize göre daha ince, daha mücmel hakikatler bünyesinde mündemiçtir. Düşünün ki, bir sayfada veya bir kitapta birçok bilgi vardır ama bir kompakt disk (CD), binlerce kitabı bir arada toplayabilir.

İNCİR ve zeytine yeminle başlayan “Tîn Sûresi”, açık ve gizli birçok bilgi ihtivâ etmektedir.

Görünen anlamı kabul eden ulemaya göre bunlar iki meyvedir. Bunlara yemin edilmesi, faydalı ve şifâlı özelliklerine dikkat çekilmesi içindir (Beyzâvî). İncir ve zeytinin diğer bitkilerden ayrılan birçok hususiyeti vardır. Elma gibi diğer ağaçlarda önce çiçek çıkar, sonra meyve verilir. İncir ise çiçeklenmeden önce meyvesini verir. Kendinden önce çevresini düşünen erdemli insana benzer (Fahreddin Razî, Mefâtih el-Gayb).

Prof. Ahmet Maranki (Şifalı Bitkiler) şunları yazıyor:

“İncir taze ve kuru olarak yenilebilir. Bütün meyvelerden daha çok besleyicidir. Kolayca kana geçer ve yüzde 60 oranında şeker ve fazla miktarda protein ihtivâ eder. İçerisinde kükürt, bakır, potasyum, kalsiyum ve magnezyum gibi madenî maddelerle A, B1, B2, C vitaminleri bulunur. İncir sıcak bir meyvedir. En iyisi, kabuğu olgun ve çok beyaz olanıdır.

Boğaz kurumasına, göğüs sertliğine ve akciğer bölmelerine faydalıdır. Bedenen ve zihnen çalışanlara güç ve kuvvet verip her türlü yorgunlukları giderir. Kurusu vücudu besler ve bademle birlikte sinirlere iyi gelir. En güzel damar açıcı meyve incirdir. Kanser oluşumunu önleyici birtakım maddeler ihtivâ etmektedir. Kuvvetli bir kan yapıcıdır. Tansiyonu dengeler. İncir, enerji veren bir meyvedir. Cinsel gücü arttırır.

Zeytin, Akdeniz iklimi bitkisidir. Kışın yaprakları dökmez. Zeytin protein, yağ, selüloz, fosfor, kükürt, kalsiyum, klor, manganez, A, C, E vitaminlerinden meydana gelmiştir. Besleyici olup tam bir gıda deposudur. Zeytinyağı kalp ve damar sistemi için çok faydalıdır. Bol fosfor ihtiva ettiği için vücûdu besler, sindirimi kolaylaştırır. Safra akışını arttırır. Damarları açar. Bağırsak kurtlarını düşürür. Bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur. Zeytinyağı vücûda sürüldüğünde cildi besler, güzelleştirir ve kırışıklıkları giderir. Bilinen ciddî bir yan etkisi yoktur.”

Prof. Dr. Canan Karatay da zeytinyağını hararetle tavsiye etmektedir. Yemeklerde kullandığı gibi, bir fincan sızma hâlis zeytinyağını şurup gibi içmenin sağlık açısından çok faydasının olduğunu ifade etmektedir. Yalnız dikkat edilmelidir ki, piyasada bulunan zeytinyağları çoğu kez ayçiçeği yağı gibi sıvılarla karıştırılmakta ve sıcak olarak imâl edilmektedir. Faydası mevzubahis olan, soğuk imâlât ve sızma olan yani hakikî zeytinyağıdır.

Bir kısım müfessirlere göre incir ve zeytinden maksat, bunların yetiştiği yerlerdir. Celâleyn tefsirinde anlatılan, iki yemişi bitiren dağ olduğudur. İncirden maksadın Şam bölgesini, zeytun Kudüs’teki Beyt-i Mukaddes’i temsil eder (İbni Kesir). İkinci âyette Sînâ dağı, üçüncü âyette “emin belde” (Mekke-i Mükerreme) geçmesi, mekânın temsil edildiğini güçlendirmektedir.

Bazı âlimlerce de, bunlardan bahsedilmesinin hikmeti büyük şeriatlara sahip Ulû’l-Azm Peygamberlere işaret edilmesidir. İncir ve zeytinin yetiştiği yerler Îsâ’nın (as) gönderildiği topraklardır. Sînâ dağı ise Mûsâ’nın (as) kıssasının Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı dağdır. Emin belde yani Mekke-i Mükerreme, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vessellem) elçi olarak vazîfe aldığı beldedir. İslâm’dan önce de (Cahiliye Devri) insanlar orada barış ve güven içinde yaşamaktaydılar. Âyetteki sıralama, Peygamberlerin geliş sırasına da muafıktır. “Allah-u Teâlâ, önce en değerliye, sonra daha değerliye, sonra da her ikisinden daha değerli olan beldeye kasem (yemin) etmiştir” (İbni Kesir).

Kur’ân-ı Kerîm’in mucize özelliklerinden biri de, bir kelimenin umumîden hususîye (genelden özele) sayısız bilgi ihtivâ ettiğidir. İncir ve zeytin kelimeleri de bunlardandır. Yukarıda bahsolunan bilgilerin (yerine göre) hepsi doğrudur. Fakat bunlar hakikatin zâhir (görünen) yüzüdür. Bize göre daha ince, daha mücmel hakikatler bünyesinde mündemiçtir. Düşünün ki, bir sayfada veya bir kitapta birçok bilgi vardır ama bir kompakt disk (CD), binlerce kitabı bir arada toplayabilir. “Tîn” ve “zeytûn” misâlleri öyle açılabilir ki binlerce ciltlik eserler yazılsa yine de yeterli olmaz. Buna ne ilmimiz, ne zamanımız, ne de yerimiz imkân verir. Dolayısıyla başlıklar hâlinde ifade etmeye çalışacağız biiznillah.

Allah-u Teâlâ’nın Sıfatları ve İsimleri

En büyük hakikat, Allah-u Teâlâ’nın var olmasıdır. O, Kendi Zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey (mâsiva), O’nun yaratması ile var olmuştur. Zâtı, Sıfatları ve işleri birdir. Var olmada şeriki (ortağı) olmadığı gibi hiçbir bakımdan benzeri yoktur. O tektir, ortağı ve dengi yoktur. Varlığı ezelîdir, başlangıcı yoktur. O ebedîdir ve bu ebedîliğin sonu yoktur. O’nun ezelde ve ebedde varlığı vaciptir. O, Kendi Zâtı ile kâimdir. O’nun kimseye ihtiyacı yoktur. Her şey O’na muhtaçtır. O, kusur ve noksanlıktan münezzehtir.

Aklı ve insafı olan bir kulun en birinci ve en önemli işi, O Tek Var’a inanması, iman etmesidir. Sırf bu imanı sebebiyle ebedî saâdete kavuşur. O’na inanmayanlar veya ortak koşanlar veyahut noksanlık atfedenler, ebedî felâkete sürüklenirler. Neden ebedî? Çünkü O, her yönüyle sonsuzdur. Rahmeti ve ikrâmı da sonsuzdur, azâbı da.

Ve’t-tîni: Esmâ-ı Hüsnâ (Allah-u Teâlâ’nın Güzel İsimleri)

Bu isimler, bir nebze O’nu tanımanın birer vesîlesidir. Açık olarak “99” olarak bildirilmişse de bir kısım ehl-i keşif, denizdeki kumlar adedince yani sonsuz sayıda olduğunu söyler. İmam-ı Gazâlî (ra) 10 kısımda zikreder.

Bazı isimler yalnız Yüce Zâtı tanıtır. “Allah” ismi böyledir. “Hakk Teâlâ” buna yakın bir isimdir. O’nun noksanlıklarından münezzeh olduğunu beyan eden isimler El-Kuddüs, Es-Selâm, El-Ganî, El-Ehad gibi isimleridir. Tanıtmanın yanında ayrı bir mânâ taşıyan isimleri; El-Azîm, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir, El-Bâtın gibi isimleridir. O’nun noksanlıktan münezzeh olduğunu bildirmekle birlikte ayrı bir mânâ taşıyan isimler El-Melik, El-Azîz’dir.

Subûtî olan yani mahlûklarda da bir numûnesi olan isimleri El-Hayy (diri), El-Alîm (bilici), El-Kadir (gücü yeten), Es-Semi’ (işiten), El-Basîr (gören), El-Mütekellim (konuşan) gibileridir. İlm ve sıfat mânâsı taşıyanları El-Hakîm, El-Habîr, Eş-Şehîd, El-Muhsî gibileridir. Kudretle birlikte sıfat mânâsı olanları El-Kavî, El-Metîn, El-Kahhâr gibisidir.

İradeyle birlikte fiil mânâsı olan isimler Er-Rahmân, Er-Rahîm, Er-Raûf, El-Vedûd gibisidir. Yüce Zâtı tanıtmanın yanında ayrı bir mânâ da taşıyan isimleri El-Hâlık, El-Bârî, El-Musavvîr, El-Vahhâb, Er-Rezzak, El-Fettâh, El-Bâsit, El-Kabz, El-Hâfid, Er-Râfi, El-Muiz, El-Müzil, El-Adl, El-Mukit, El-Mugîs, El-Mücib, El-Vâsi, El-Bâis, El-Mübdi, El-Muhyî, El-Mümit, El-Mukaddim, El-Muahhir, El-Velî, El-Ber, Et-Tevvâb, El-Müntakîm, El-Muksidu, El-Câmî, El-Mu’tî, El-Mâni, El-Mugnî, El-Hâdî gibileridir. Fiil ve sıfat mânâsı olanları da El-Mecîd, El-Kerîm, El-Lâtîf gibisidir.

Rabbimizin Güzel İsimleri, Sıfatları gibi sınırsız (sonsuz) mâhiyettedir. Mahlûklarla olan bağlantılar, İsimler vâsıtasıyla olur. Her yaratılanı terbiye eden, nimetlendiren bir isim vardır. O İsim, o mahlûkun Rabbidir. Bunun için duâ ederken “Ya Rab” diyerek zikretmek daha tesirli, daha faydalıdır.

İmâm-ı Rabbânî (ks), kul ile Rabbi arasındaki bağlantıyı şöyle (Mektûbât) açıklıyor: “O büyüklerin mebde-i te’ayyünleri olan, Allah-u Teâlâ’nın İsimleridir. Allah-u Teâlâ’dan gelen feyzler, nimetler, hep mebde-i te’ayyün denilen bu İsimlerden gelir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın, arada İsimleri olmadan bu âlem ile hiçbir ilgisi yoktur. Allah-u Teâlâ’nın mahlûklara ihtiyacı ve mahlûklarla doğrudan doğruya ilgisi yoktur.”

Bu mevzuda diğer bir mektupta şöyle denir: “Bir insanın hakikati demek, te’ayyün-i vücûbî demektir. O kimsenin te’ayyün-i imkânîsi, bu te’ayyün-i vücûbînin zilli, görüntüsüdür. Bu te’ayyün-i vücûbî, Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir. Alîm, Kadîr, Mürîd, Mütekellim gibi daha nice isimlerinden biridir. Allah-u Teâlâ’nın bu ismi, o kimsenin Rabbidir. Yani ona gelen her feyz, bu isimlerden gelir.”

Televizyon kanalı sahibi bir ilâhiyatçı, bir ara her programda Esma-ı Hüsnâ’dan bir ismi açıklıyordu. Biz de merak eder, izlerdik. Güzel güzel anlatırdı. Son programlarından birinde öyle bir lâf etti ki cahilliği açığa çıktı. “99 isim arasında neden ‘Rab’ ismi konulmamıştır, bu büyük bir eksikliktir” dedi. Fukara, “Rab” bağlantısını müstakil bir isim zannediyordu. Hâl sahibi olmadıkları için devirdikleri çamlarla dikili ağaç bırakmayan bu bedbahtlar, bir de İslam âleminde kabul görmüş mutasavvıfları beğenmezler de lâf ederler. Kalpleri viran olmuş bir belde, nerede kaldı başkasına himmet ede?!

Geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak hâdiseler, yapılması veya terk edilmesi lâzım işler, anlaşılan veya anlaşılmayan ilimler bir arada toplanarak, Kelâm-ı İlâhi’nin dizeleriyle kullarına ikram olunmuştur. 

Ve’z-zeytûnî: Allah-u Teâlâ’nın Zâtı

En büyük hakikat ve imanın ilk şartı, Allah-u Teâlâ’ya inanmaktır. O, Kendi Zâtı ile vardır. Kendisi, Sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. Varlıkta şeriki (ortağı) olmadığı gibi hiçbir bakımdan benzeri de yoktur. O’nun sıfatları da, işleri de Kendi gibi akıl ile anlaşılmaz ve tam anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez.

“Allah Zâtında birdir (Ehaddir) ve Zâtının ismi Allah’tır. Fakat sayı olan ‘1’ gibi eşi ve benzeri bulunabilecek şekilde bir birlikle değil, eşi ve benzeri bulunmayan üstün bir birlikle birdir. Zâtında yalnızca Vâhid değil, Ehad’dir. Cemâl ve celâliyle, bütün sıfatlarındaki kemâliyle Vâhid ve her şeyin Rabbi olan Samed’dir. Bundan dolayı zâtî, izâfî, subûtî, selbî, fiilî ve mânevî özellikleri ve bu özellikleri dile getiren isimleri vardır. İlâhî hitapta yer alan “Biz”, “Şehâdet ettik”, “Yarattık” gibi çoğul çekimdeki azâmet ve ihtişam, işte İlâhî Sıfat ve İsimlerin bir araya gelmesinden doğan azâmet ve yüceliği dile getirir. Ki “Allah” yüce ismi, bütün bu sıfat ve isimlerin hepsini içine alan bir yüce isimdir.” (Elmalılı Hamdi Efendi, Hak Dini Kur’ân Dili, Araf Sûresi Tefsiri)

Bazı mutasavvıflar, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının Zâtın kendisi olduğunu söylemişlerdir. İmâm-ı Rabbânî bunu kabul etmemekte, sıfatların Zâttan ayrı olarak var olduğunu söylemektedir. Ona göre Zâtının mahlûklarla hiç ilgisi yoktur. “Allah-u Teâlâ’nın sıfatları, O’nun Zâtı gibi anlaşılamaz ve hiç değişmez” demektedir.

Deizmde de “Tanrı”, çok yüce bir varlıktır. Fakat bu düşüncede, o çok yüce varın insan gibi basit ve aciz yaratılmışlarla bir bağının olamayacağı kabullenilmiştir. Bu noktaya kadar bizim inancımıza da uygun düşse de sonrasında ayrılık başlar. Sonsuz olan Yaratıcının insan gibi zayıf yaratıklarla ilgisi olamayacağı düşüncesiyle peygamberlik vazîfesine inanmamaktadırlar. Onlara göre bazıları kendi kendilerine vazîfe çıkarmaktadır. Netîce itibariyle “deistler” Allah-u Teâlâ’nın Zâtına inanmakla birlikte, Sıfat ve İsimlerine inanmadıklarından küfür içinde kalıyorlar. Eğer İslâmiyet’i iyi inceleseler, bu inatlarından vazgeçerek hidâyete erebilirler.

Deistlerin, dinleri reddetmelerinin temelinde, o din sahiplerinin bozuk tanrı inancı bulunmaktadır. Bir taht üzerinde oturan, insana benzeyen, oğlu bulunan bir tanrı varlığı, (bırakın ilim sahibi olmayı) aklı başında olan bir insanın kabul edeceği bir husus değildir. Ateizm de zaten böyle bozuk inançlara tepki olarak doğmuş ve gelişmiştir. Allah-u Teâlâ, bütün bu benzetmelerden, noksanlık ve kusurlardan münezzehtir.


Ulema Allah-u Teâlâ’nın Zâtî sıfatlarının 6 olduğunu bildirmiştir. Bunlara “Sıfat-ı Zâtiyye” denir. Zatına ait sıfatlardır bunlar. Mâsivada hiç bulunmaz. Vücût; var olmasıdır, varlığı ezelîdir. Kidem; “Varlığının başlangıcı yoktur” demektir. Bekâ; “Varlığının sonu, sınırı yoktur” demektir. Vandâniyet; “Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir” olduğu anlamına gelir. Muhâlefetün lil-havâdis; “Yarattıklarının hiçbirine benzemez, nasıl olduğu anlaşılmaz” anlamındadır. Kıyâm bi-nefsihi; “Kendiliğinden kâimdir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey O’na muhtaçtır” demektir.

Sıfat-ı Sübûtiyye ise sekizdir. Bunlar mahlûklarda da hissesi olan sıfatlardır: Hayât (diri olması), İlm (bilmesi), İrâde (dilemesi), Kudret (gücü yetmesi), Semi’ (işitmesi), Basar (görmesi), Kelâm (söylemesi), Tekvîn (yaratması).

Her Müslümanın, bütün bu sıfatları adı gibi bilmesi lâzımdır. Yoksa bu bilgiler olmadan “Allah’a inandım” demek, insanı iman sahibi yapmaz, inancının ne olduğunu bilmek farzdır.

“Allah ismi, Allah’ın Kendisi gibi, eşi ve benzeri olmayan bir isimdir. Sıfat ve isimlerin çokluğu zâtın çokluğunu gerektirmeyeceğinden, o isim ve sıfatlardan her biri Allah’ın eşsiz özelliklerinden birine delâlet eder. Âdem’e öğretilen de isimlerin en güzelleridir. Daha doğrusu, en güzel isimler Allah’a mahsustur. Öyleyse ey müminler, O’na o isimlerle duâ ediniz ve O’nun isimlerinde ilhad (yani yamukluk) edenleri terk ediniz!

Meselâ bedevilerin, ‘Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey ak yüzlü, ey kurtarıcı’ demeleri gibi yanlış düşünceye ve kötü zanna sebebiyet verecek bozuk ifadelerden ve hâddizâtında herhangi bir en üst düzeydeki kemâli de ifade etmeyen isimlerden uzak durunuz. Veya ‘Rahmân’ ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi, sapık düşünceyle Esmâ-ı Hüsnâ’nın (Güzel İsimlerin) bazılarından yan çizmek isteyen, meselâ Kur’ân’da yer alan ‘Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi, zorlu’ gibi azâmet ve sonsuz kudreti ifade eden İlâhî isimlerin güzelliğine itiraz etmeye kalkışan ya da Allah’a mahsus olan Esmâ-ı Hüsnâ’yı Allah’tan başkasına da aynen ıtlak edip vermeye kalkan veyahut Arap müşriklerin yaptığı gibi Allah’ın isimlerinden bazısını alıp müennes (dişi) sigasıyla Allah isminden ‘El-Lât’, ‘El-Azîz’ isminden ‘El-Uzza’ şeklinde kendi putlarına isim koydukları gibi bir çeşit isim türetme yoluna sapan; meselâ şuna buna ilâh (müzik ilâhı, gençliğin ilâhı, futbol ilâhı) ilâve ederek ‘mabud, mabude, rezzak, hallâk’ diyen dinsizlere bakmayınız, onlara uymayınız, onların inkârlarını kendilerine bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Elmalılı Hamdi Yazır)

Ve’t-tîni: Melekler

İmanın ikinci şartı, meleklere imandır. Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin mâhiyeti (neden yaratıldığı) hakkında kesin bir bilgi görülmemekle birlikte, bunların nûrânî varlıklar oldukları ifade edilmektedir. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruhu) bu mevzuda, “Melekler, Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır. Günah işlemezler, yanılmaz ve unutmazlar. Tahrîm Sûresi altıncı âyet-i kerimesinde, ‘Melekler, emrolundukları şeyde Allah-u Teâla’ya karşı gelmezler ve emrolundukları şeyi yaparlar’ buyuruldu. Yemezler ve içmezler. Erkek ve dişi değildirler” demektedir.

Cinsleri ve sayıları o kadar çoktur ki ancak Allah-u Teâlâ bilir. Rableri olan isme bağlı olarak hareket ederler. Bir cinsi, sürekli Allah-u Teâlâ’yı hamd ve ta’zîm ile tesbih eder. Bir cinsi mahlûklarla alâkadar olur. Meselâ “Kirâmen Kâtibin”, insanların ve cinlerin amellerini kaydeder. Hafaza melekleri, insanları (diğer şerli mahlûklardan) korur, gözetir. Bir cinsi vahiy ve ilham ile vazîfelidir. Bilinmesi lâzım bilgileri, emir ve yasakları yukarıdan aşağıya iletir. Bir cinsi biyolojik ve astronomik hâdiselerle alâkalıdır, yaratılmış ve yaratılan galaksilerde, kürelerde vazîfe icra ederler.

Elmalılı Hamdi (rahmetullahi aleyh), “Âlemde hiçbir hâdise olmaz ki, İlâhî kudret onunla hususî bir şekilde alâkadar olmasın. Onun için melek cinsi, Allah’ın kudret ve yaratma sıfatlarının vahdetten kesrete doğru tevzi edildiğini, onun çeşitlemesini ve muayyen hâle gelmesini ifade eden mebde-i faile (fiîlin başlangıcı) olarak mülâhaza edilmek lâzım gelir” (Hak Dini Kur’ân Dili) demektedir. Ve meleklerin bir cinsi de muhâkeme netîcesi, ceza ve mükâfatın icrasında yer alır. Cennet ve Cehennem’de vazîfelenirler.


Hadîs-i şeriflerde de geçen bir hâdisenin hikâyesi şöyledir:

Geçmiş zamanlarda şedid bir eşkıya (haydut) vardı. Yol keser, kimini soyar, kimini öldürürdü. Günün birinde, kendisini hesaba çekti, yaptıklarından pişman oldu. Âlim birini bularak nedâmet duyduğunu, Allah-u Teâlâ’nın kendisini affetmesi için ne yapması gerektiğini öğrenmek istedi. Âlim, ona önce tevbe-i Nasuh yapıp bütün malını mülkünü tanıdığı mağdurlara, kalanını fakirlere dağıtmasını söyledi. Tanındığı için bulunduğu memleketten komşu memlekete göç etmesini tavsiye etti. Adam, dediklerini yaptı. Sıfırı tüketinceye kadar bütün mülkünü dağıttı. İçi rahattı. Komşu ülkeye doğru yürümeye başladı. Yol uzun, yolculuk zordu. Aylar süren mücadelede yorgun düştü, hastalandı. Çok geçmeden ıssız bir beldede vefât etti.

Mevtânın başına iki cins melek geldi. Biri azap meleği idi. Rûhunu alıp azap olmaya götürmek istiyordu. Rahmet meleği karşı çıktı. Bu insanın Allah-u Teâlâ’ya yalvardığını, tövbe istiğfar ettiğini, varını yoğunu dağıtıp yeni bir başlangıç için memleketini terk ettiğini ifade etti. Azap meleği kabullenmedi. Hayatındaki günahları oldukça fazlaydı. Cezasını çekmeliydi. Münazara uzadı. Anlaşamadılar. Uzaktan kendilerine doğru gelmekte olan birini fark ettiler. İkisi de bu insanı hakem yapmaya karar verdi. Hemen kendi hâllerinden insan görünüşüne dönüştüler. Uzaktaki yanlarına geldiğinde, mevtâyı tanıyan bu adamdan onun hayatında yaptıklarını anlattıktan sonra, azaba mı, yoksa mağfirete mi lâyık olduğu hakkındaki görüşünü istediler. O da dedi ki, “Geldiği yer ile gideceği yeri ölçünüz. Buraya kadar geldiği mesafe daha az ise memleketinde yaptıklarının cezasını görmeli; buradan gideceği yer daha az ise, adamın cehdi ve gayreti daha fazla demektir, bağışlanmayı hak etmiştir”.

Melekler, yaratılış kabiliyetlerine binaen kısa zamanda adamın geldiği ve gideceği yeri ölçtü. Gideceği memleketin mesafesi daha az çıktı… Hakem olan kişi de aslında bir melekti. Allah-u Teâlâ’nın izni ile vazîfelenmiş, insan sûretine girerek gelmişti. Diğer iki melek de onu insan sanmışlardı. 

Bu meşhur kıssadan alınacak hisseler şunlardır:

1. Bir insanın günahı ne kadar çok olursa olsun, pişman olup, cânı gönülden yalvarıp tövbe (Nasuh tövbesi) ederse, Allah-u Teâlâ’nın mağfiretine mazhar olma durumu her zaman vardır.

2. Aslolan, geçmiş günahları tövbe ile yıkayıp geleceğe iyi bir kul olma niyetiyle başlamaktır.

3. Melekler yaratılış hikmetine göre hareket ederler. Azap melekleri cezalandırma, rahmet melekleri affedilme taraftarıdır.

4. Melekler o kadar çok sayıda ve o kadar çok çeşitlidir ki birbirlerini tanıyamadıkları da olur. Nitekim hakem olarak seçtiklerinin melek olduğunu bilmemişler, insan sanmışlardır. Meleklerin çokluğu ve çeşitliliği, Allah-u Teâlâ’nın isimlerinin sonsuzluğunu ve çeşitliliğini gösterir.

5. Her melek, Rabbi olan isimden feyz alır ve ona göre hareket eder. Meleklerin özelliklerinin değişmesi ve âsi olmaları mümkün değildir.

6. Melekler kendi aralarında (münakaşa değil) münazara ederler. Hâliyle görüş ayrılığı olur. Nasıl ki şeytanlar insana fiskos ederek günaha teşvik ederlerse, melekler de (biiznillah) insan kalbine telkinde bulunarak iyiliğe yönlendirirler. Bunun bizdeki ifadesi “ilham”dır. Cemâl isimlerine bağlı melekler, insanlara hoşgörülü olma, geniş ve umutlu davranma yönünde ilham ederler. Celâl isimlerine bağlı olanlar ise mütekayyız olma (inceden inceye hesap etme) dikkatli davranma, hesabı ve azabı hatırlatma yönünde telkin ederler. Dolayısıyla ilhamın tesiri altında kalan âlimlerin hüküm verirken tarzları da değişik olur. Âlimler arasındaki görüş ayrılığı veya içtihat farklılığının sebeplerinden biri de budur.

Bütün yaratılmışlar (insan, melek, cin, şeytan vs.) Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır. Hiçbirine kutsiyet atfedilemez. Hiçbir kul kusur, acizlik ve noksanlıktan münezzeh değildir: “Ey Ehl-i Kitap! Dininiz hususunda hâddi aşmayın. Allah’a karşı olmadan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, yalnız Allah’ın peygamberi ve kelimesidir ki onu Meryem’e bırakmıştır. O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine inanın da ‘(Allah) üç’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere (bundan) vazgeçmeyin. Allah ancak Bir Tek Tanrıdır. O, herhangi bir çocuğu bulunmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne var, hepsi O’nundur. Hakikî Vekil (ve Şâhit) olmak bakımından da (Bizzat) Allah yeter!/ Ne Mesih, ne en yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O’na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse (düşünsün ki Allah), onların hepsini huzurunda toplayacaktır.” (Nîsâ, 171-172)

Ve’z-zeytûni: Cebrâil (aleyhisselâm)

Melâike-i Kiram, derece derecedir. Ulema, dördünün büyük olduğunu, en üstününün Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu söylemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Cibrîl, Rûhu’l-Kuds, Rûhu’l-Emin, Resûl” adlarıyla geçmektedir. Vazîfesi, peygamberlere vahiy getirmektir. Melekler elçilik vazîfesini yaparken insan sûretine girerler. Cebrail de (aleyhisselâm) Peygamberimize (sallallahu aleyhi vessellem) insan şekliyle görünmüştür. Efendimizin onu iki kere kendi esas şekliyle gördüğü rivâyet edilmektedir. Biri Hira dağındaki “Oku!” hitabından sonra Mekke-i Mükerreme’ye giderken gökyüzünü tamamen kaplamış olarak, diğeri Miraç’ta, Sidretü’l-Müntehâ’da (dünya âleminin sınırında)…

Necm Sûresi’nin ilk 18 âyet-i kerimesi, farklı zamanlarda olan bu iki hâdiseyi bir arada bildirmektedir (Hasan Basrı Çantay mealiyle):

“(1) Battığı dem, yıldıza andolsun ki, (2) Sahibiniz (doğru yoldan) sapmadı. (3) Kendi (görüşünden ve) hevâsından söylemez O. (4) O, Kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir. (5) Onu müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti. (6) (Ki O) akıl ve görüşünde kâmil(bir melek)dir. Hemen (kendi sûretine girip) doğruldu. (7) O, en yüksek ufukta idi. (8) Sonra (Cebrâil, O’na) yaklaştı. Derken sarktı. (9) (Bu sûretle o, Peygamber’e) iki yay kadar yahut daha yakın oldu da, (10) (Allah’ın) kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti. (11) O’nun gördüğünü kalb(i) yalana çıkarmadı. (12) Şimdi siz O’nun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz? (13-14) Andolsun ki, onu diğer bir defa da Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında gördü O (15) Ki Cennetü’l-Me’vâ onun yanındadır. (16) O (gördüğü) zaman Sidre’yi bürüyordu onu bürümekte olan. (17) (Peygamber’in) göz(ü gördüğünden) kaymadı, (onu) aşmadı da. (18) Andolsun ki, O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.”

Beşinci âyet-i kerimede, Cebrâil’in (aleyhisselâm) kuvvetinin “müthiş” olduğu bildirilmektedir. Allah-u Teâlâ’yı inkâr eden ve sapıklıkla hâddi aşan Lût kavmi gibi kavimler helâk edilmiştir. Güçlü, kuvvetli insanlardan oluşan Semud kavmi, “bir haykırışla” topyekûn cansız yere serilmiştir. Âyet-i kerîmelerden, Cebrâil’in (aleyhisselâm) çok süratli hareket ettiği anlaşılmaktadır. Göğün yüksek ufkunda iken birden yaklaşmaktadır. “Sarktı” fiili çok dikkat çekicidir. Nasıl ki atmosfer yer küresini çepeçevre sarmaktadır ve aynı anda herkes ondan istifade eder, meleğin görünmesinin de, bütününün orada olmadığı izlenimi var. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem), Miraç esnasında ikinci defa Cebrâil’i (aleyhisselâm) aslî durumuyla görmüştür.

Necm Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah-u Teâlâ’dan gelen bir vahiy olduğunu kesin bildirmektedir. Aynı zamanda Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vessellem) boş konuşmayacağını da bildirmektedir. Bu da bizi hadîs ilminin önemine yönlendiriyor. Kur’ân-ı Kerîm’i anlamamızdaki birinci kaynak, hadîs-i şerifler olmaktadır. Diğer önemli bir husus, Miraç’a “rüya” diyen veya bu olayı reddeden densizlerin yüzüne, hakikatin tokat gibi çarpılmasıdır. Zira onlar, “Miraç Kur’ân da geçmiyor, İsrâ Sûresi’nde sadece gece yürüyüşünden bahsediliyor” diyerek hâdiseyi hafife alıyorlar. Necm Sûresi’ni görmüyorlar mı? Yoksa görmek mi istemiyorlar? Onları bu inada iten sebep, Miraç Gecesi “az zamanda çok zaman” alacak hâdiselerin vukû bulmasıdır. İlimleri olmadığı için akılları ermiyor. Hâlbuki zamanın izâfî olduğu, 100 yıldır kabul edilen bir gerçek. (Mevzu hakkında Kültür Ajanda mecmuamızın Ocak 2020 sayısındaki “Arşi’l-Azîm” ve Şubat 2020 sayısındaki “Yeni Anlaşılan Bir Mucize” başlıklı yazılarımızda geniş malûmat vardır.)

Ve’t-tîni: Semâvî kitaplar

Âdem’in (aleyhisselâm) yeryüzüne indirilmesiyle birlikte insanoğlunun, yerküresindeki çileli ve mücadeleli tarihi de başlamış oldu. Habil, Kabil, oğullar ve torunları derken nüfus hızla artıyordu. Habil ile Kabil arasında başlayan ve cinayetle netîcelenen çatışmalar da çoğalmaktaydı. Adaletin tesisi, akit, alışveriş, ticâret gibi muamelat, beşerî münasebetin tezâhürü olarak çoğalıyor ve yaygınlaşıyordu. Dünya hayatının karmaşası içinde yaratılış hikmetini unutan ya da umursamayan beşeriyetin imdadına (her daim olduğu gibi) Rahmân ve Rahîm olan İlâhî İrade yetişecekti. İnsanoğlu niçin yaratıldığını, Yaratıcısına nasıl ve ne şekilde iman etmesi gerektiğini, cemiyet münasebetlerini hangi ölçülerde sürdürebileceğini, hak ve adalet tesisini, velhasıl dünya ve ahiret hayatının hakikatini, ceza ve ikramla netîcelenen İlâhî muhasebeyi bildiren, vazîfeli melekler vâsıtasıyla ahlâken üstün vasıflara sahip (seçilmiş insanlara -peygamberlere- inzâl olan, adına “vahiy” denilen hüküm ve buyruklar tebliğ olunmuştur.

Bu İlâhî bilgilerin hacminin ve muhteviyatının, beşerin yaşadığı coğrafyaya, nüfus miktarına, yerleşmiş âdet ve örfüne yani mekân ve zaman hususiyetlerine göre değiştiği görülmektedir. Başlangıçta suhuf (sâhifeler) şeklindeki bilgiler, yer yer “kitap” olarak çoğunluğa erişecektir. Âdem (aleyhisselâm), İdris (aleyhisselâm) ve İbrâhim’e (aleyhisselâm) indirilen sâhifeler ile Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm kitapları gibi…

Deistler, ateistler ve dürzüler alay ederler “Gökte kütüphane mi var ki indirilmektedir?” diye. Bu densizler görmüyorlar mı ki, bir gemi veya bir uçak, bir plân ve proje olmadan, bu projeyi hazırlayacak bilgi birikimi olmadan ve de bunun tesisini sağlayacak sanatkârlar olmadan ortaya çıkmıyor. İdrakinde günümüzün fenninin bile âciz kaldığı, sistemlerin, galaksilerin, âlemlerin bir İlâhî nizam ve program olmadan inşa olunamayacağını anlamıyorlar. Müessirsiz eser nerede görüldü?

Kâinattakiler, yaratılmadan evvel bir mâkâmda (Levh-i Mahfuz) yazılmıştır. Büyük-küçük, düz-ters, müspet-menfi (yaş-kuru) ne varsa bir arada toplanmıştır. İlmi sonsuz olan Allah-u Teâlâ, bunu “Kitâb-ı Mübîn” olarak bildiriyor.

Ve’z-zeytûni: Kur’ân-ı Kerîm

İndirilen semâvî bilgilerin ve buyrukların sonuncusu Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân, “okumak” mânâsına geldiği gibi “toplamak” anlamına da gelir. Geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak hâdiseler, yapılması veya terk edilmesi lâzım işler, anlaşılan veya anlaşılmayan ilimler bir arada toplanarak, Kelâm-ı İlâhi’nin dizeleriyle kullarına ikram olunmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in hususiyetlerini tam olarak anlatmaya biz âcizlerin ilimleri kifayet etmez. Kur’ân-ı Kerîm’in hak ve eşsiz olduğunu, insafı olan her normal akıl kabul eder. Ancak anormal olan etmez!

Vedâ Hutbesi’nde bildirildiği gibi, yegâne kurtuluş kaynağı, mutlak kitap “Kur’ân-ı Kerîm”dir. Önceki vahiylere nazaran bunda farklı birtakım özellikler vardır ki, şeksiz ve şüphesiz onu, yegâne rehber olduğuna işaret ediyor:

-Önceki vahiy bilgileri (kitapları) yerel idi. Yani belirli coğrafyalara, belirli kavimlere has idi. Kur’ân-ı Kerîm ise bütün yeryüzünü, buradaki bütün ırkları yani tüm beşeri ihata etmekte, kucaklamaktadır.

-Geçmiş çağlarda kavimler belirli “mekân” ve “zaman” aralığında hüküm sürdüğünden bunlara câri olan vahiyler, kendileriyle birlikte tarih olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, inzâl olduğu andan itibaren (çift yönlü olarak) yaratılıştan kıyamete kadar tüm mâsivaya nüfûz ederek yankılanmakta, hattâ (yok oluştan sonra) yeni bir yaratılış müjdesiyle bambaşka bir zamana ve harikulâde bir mekâna kapı aralamaktadır. Ekvator civarındaki çöl ikliminden Himalaya dağlarındaki göçebelere, yemyeşil ova ve vadilerden Okyanusya’daki adalar sakinlerine, kutuplardaki “iglu” sahiplerine kadar her dile, her gönle hitap eder Kur’ân-ı Kerîm.

-Deve ve at sırtından inen insanlardan lokomotif ve motorlarla taşınanlara kadar, hem uçaklarla kıta atlayanları da, uzay araçlarıyla gezegenlere seyyah olanları da alâkadar eder Kitâb-ı Mutlak. Onun lîsanı (bugünkü konuşulan değil) Arapçadır. Ondaki bazı kelimeler, cümledeki tertibine göre 10-15 (daha da çok) ayrı mânâ ifade eder. Onun her zaman ve her mekâna intibak eden ifade tarzı, Kâbe duvarlarına asılan Muallakat-ı Seb’a (Yedi Askı) şairlerine dudak uçuklattırır.

-Kur’ân’da o mündemiç olan fen bilgileri, çağımıza ve gelecek asırlara ışık tutmaktadır. Bu bilgilerin bir kısmı ancak yakın zamanda anlaşılabilmiştir. Aletlerimizin inkişafıyla diğerleri de anlaşılacaktır yavaş yavaş.

Bu tedricîlik ve gizlilik, kapasitemizle alâkalıdır. Zira zamanla anlaşılacak bir fen bilgisi açık olsa, cahil için inkâra, inkâr da felâkete sebep olur. Fennin inkişafıyla yeni yeni anlaşılmakta olan bu ilimler, zamanla fen ilmi dünyasını istilâ edecek, Batılı fen adamlarını ve mütefekkirleri hayretten hayrete iterek Kur’ân-ı Kerîm’in, her şeyi yaratan sonsuz ilim Sahibinden yeryüzüne inzâl edilen mesajlar bütünü olduğunu itirafa mecbur bırakacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu özelliği göz önüne alındığında, sanki 20’nci, 21’inci ve peşi sıra gelen yüzyıllar için vahyedildiği hissi vuku bulacaktır: “İnsanlara afakta (dış âlemlerinde), enfüste (iç âlemlerinde) âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun…” (Fussilet, 53)

Dosyamız devam edecek…