
MAKALEMİZİN daha önceki ilk
iki bölümünde “tîn” ve “zeytin” kelimelerinin açılımlarına başlamış ve şu
sırayı takip etmiştik:
A) Ve’t-tîni: Esmâ-ı Hüsnâ/ Ve’z-zeytûni: Allah-u Teâlâ’nın Zâtı.
B) Ve’t-tîni: Melekler/ Ve’z-zeytûni: Cebrâil Aleyhisselâm.
C) Ve’t-tîni: Semâvi Kitaplar/ Ve’z-zeytûni: Kur’ân-ı Kerim.
D) Ve’t-tîni: Peygamberler/ Ve’z-zeytûni:
Muhammed (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)
Şimdi, kaldığımız yerden (biiznillah) devam ediyoruz…
***
E)
Ve’t-tîni: Eshâb-ı Kirâm
“Fakat
O Peygamber ve O’nunla birlikte bulunan müminler mallarıyla, canlarıyla
savaştılar. İşte onlar… Bütün hayırlar onlarındır. Onlar umduklarına
kavuşanların ta kendileridir.” (Tevbe, 88)
“Allah
onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır.” (Beyyine, 8)
“Sâhib”,
kelime anlamı ile “konuşulan (sohbetten) arkadaş” anlamındadır. Çoğulu ise “eshâb”
olur. Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında az veya çok
gören, duyan Müslümana “sâhib” veya “sahâbi” denir. İslâmiyet Mekke-i Mükerreme’de
başlamış, sonra Medîne-i Münevvere, oralardan Arap yarımadasına ve tüm
yeryüzüne yayılmıştır. Resûlullah’ın ahirete irtihalinde 124 binden ziyâde
sahâbi olduğu rivâyet edilmektedir. Sahâbiler (radiyallahü anhüm) durumlarına
göre derecelendirilmektedirler.
1. Muhâcirler (Hicret edenler)
İslâmiyet
Mekke-i Mükerreme’de başladı. İlk zamanlarda inananlar çok eziyet gördüler.
Sayıca az idiler. Hakaret, küfür, dayak ve işkence günden güne şiddetleniyordu.
Tevekkül ettiler, çok sabrettiler. Fakat baskılar dayanılmaz boyuta ulaştı.
Sonunda Medîne-i Münevvere’ye hicret izni çıktı. Tek tek veya kafileler hâlinde
göç ettiler.
2. Ensar (Yardımcılar)
Medîne-i
Münevvere’deki Müslümanlar, muhacirleri çok samîmi ve sıcak bir şekilde
karşıladılar. Her bir ensar, birini kardeş olarak kabul ile evinde misafir
etti. Evini ve malını onlarla paylaştı. Hattâ öyle oldu ki, kendi yemediği hâlde
(ki bu durumunu gizliyordu) kardeşine yedirdi, içirdi. Böyle bir fedâkârlık
tarihte ne görülmüş, ne de duyulmuş şeydir.
Kur’ân-ı
Kerîm, bu fevkalâdeliği açık olarak bildirmektedir: “Onlardan (muhacirlerden)
evvel (Medîne’yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (ensar), kendilerine
hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde
bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile (onları)
öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden
korunursa, işte muratlarına erenler, onların ta kendileridir.” (Haşr, 9)
3. Diğer Sahâbeler
Medîne-i
Münevvere’de teşkilâtlanan Müslümanlar, zamanla sayıca ve güç olarak
çoğaldılar. Etki alanı genişledi. Mekke fethedildi. İslâm nûrunun yayılmasıyla
çevre beldelerden insanlar, akın akın nûrun kaynağına koştular. Eshâb-ı Kirâm’ın
sayısı 100 bini aştı.
Uzak
diyarlardan binbir meşakkatle yol alıp Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem)
görmek, hidâyete kavuşmak için mücadele edenler de vardı. Aslen Musullu zengin
bir aileye mensup olup, Rumların saldırısına maruz kalıp köle olarak satılan,
Hıristiyan efendilerinden Arap yarımadasında Îsâ’nın (aleyhissellam)
peygamberliğini kabul eden bir Peygamberin çıkacağını öğrenen, birkaç efendi
değiştirdikten sonra kaçarak Mekke-i Mükerreme’ye gelen, Müslümanlığı kabul
eden, ilk 7 arasında olmakla şereflenen, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)
ile birlikte bütün savaş ve gazvelerde bulunan Suheyb El-Rûmî ile İran’ın İsvan
şehrindeki bir Mecûsînin oğlu iken ateşe tapmanın cahilliğini görüp hakikati
aramak için Şam’a kaçan, orada Hıristiyan bir rahibin hizmetine giren,
vefâtından evvel Musul’daki sâlih birinin yanına gitme tavsiyesi alan, onun da
hayatının sonlarında Nusaybin’deki falan kişiye göndermesiyle yeni efendisinin
yanında çalışan, onun da âhir ömründe Amurriye’deki arkadaşına gitmesini
söylemesiyle o yere giden ve buradaki âlimin yanında uzunca müddet kalan,
çalışıp bir miktar mal biriktiren, âlim efendisinin ölüm vakti gelip de “kimi
tavsiye ettiğini” sorduğunda “Oğulcağızım, bizim durumumuzda tavsiye
edebileceğim bir kimse bilmiyorum ancak Araplar arasında İbrâhim’den (aleyhisselâm)
soyundan bir Peygamber gelecek, iki tepe arasında hurmalık bir şehre
yerleşecek” cevabını alan, cenazeden sonra bütün malını satıp Arabistan’a
götürmek şartıyla bir kervana veren fakat kervancıların Medîne-i Münevvere’ye
yaklaşınca ihanet edip onu köle olarak bir Yahudi’ye sattıkları, köle olarak hurmalıklarda
çalışırken Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiğini öğrenen ve
yanına gidip sahâbi olmakla şereflenen Selman El-Farisî bunlardandır
(radiyallahu anhuma).
Eshâb-ı
Kirâm’ın en üstünleri 10 sahâbidir ki hayattayken Cennet’le müjdelendiklerinden
dolayı “müjdelenen on” anlamında bu isimlere “Aşere-i Mübeşşere” denilmektedir.
Bunlar; dördü Râşid Halîfe, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Said bin Zeyd,
Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebâ Ubeyde bin Cerrah’tır (radiyallahu anhum).
“(İslâm’da)
Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar
(yok mu?), Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.
(Allah) bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere-, altlarından
ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe,
100)
E)
Ve’z-zeytûni: Ebû Bekr Sıddık (radiyallahu anhu)
İslâmiyet’ten
önce Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşı, İslâmiyet’te ilk erkek
Müslüman, Resûlullah’ın daima yanında bulunmuş, bütün varlığıyla, malıyla
fisebilillah cihat etmiş en üstün sahâbi...
Gençliğinde
putlara tapmadığı, içki ve kumar gibi kötü alışkanlıklarının olmadığı
bilinmektedir. Cömert bir tüccar idi, fakirlere ve muhtaçlara yardım ederdi.
“Emin” lakaplı Arkadaşının teklifi üzerine hemen İslâmiyet’i kabul etti. Ve var
gücüyle insanlara Allah’ın dinini tebliğe başladı. Altı sahâbinin Müslüman
olmasına sebep oldu. Başlangıçta Müslümanlar az ve zayıf durumdaydılar. Mekkeli
müşrikler ambargo uyguluyor, hakarette bulunuyor, kimsesiz gördüklerine işkence
ediyorlardı. Ebu Bekr (radiyallahu anhu) yardımlarına koşuyor, ihtiyaçlarını
gideriyor, Bilâl gibi işkence altında inleyenleri satın alarak hürriyetlerine
kavuşturuyordu.
Allah-u
Teâlâ’ya tam iman etmiş, Resûlüne tam, kalbî bağlanmıştı. O’nun her sözünün doğru
olduğuna inanıyor ve söylüyordu. Miraç hâdisesinden sonra müşrikler alaya
başladılar, bırakınız Efendimizin bir gecede göklere çıkmasını, Kudüs’e gidip
gelmesine inanmadılar. Mekke-Kudüs arası (kervanla) bir aylık yoldu. Nasıl
olurdu da birkaç saatte gidip gelinirdi? Muhakemesine ve tecrübesine
güvendikleri Ebu Bekr’in yanına gittiler. Amaçları, inandığı Peygamberinin
yalan söylemekte olduğunu ispatlamaktı. “Ey Ebu Bekr, buradan Kudüs ne kadarlık
bir yol?” dediler. “Bir aydır” dedi. “Akıllı adamın cevabı” diyerek gülüştüler.
Şaşırmıştı, “Ne oldu ki?” diye sordu. İstihzayla, “Arkadaşın aynı gece gidip
geldiğini söylüyor” dediler. Teslimiyeti tam olan sahâbi, tüm içtenlikle
düşünmeden, “O söylüyorsa doğrudur!” şeklinde tasdik etti. Şaşırma sırası
müşriklerdeydi. Apışıp kaldılar. Ayrılırken, “Bu da büyülenmiş” diye
mırıldanıyorlardı. O günden sonra lakabı “Sıddık” oldu.
Ebû
Bekr Sıddık’ın (radiyallahü anhü) İslâm’daki gayreti ve cömertliği o derecedir
ki dengi yok gibidir. Bu mevzudaki üstünlüğünü hadîs-i şerîflerde açık olarak
görürüz: “Bize iyilikte bulunan hiç kimse yoktur ki onun karşılığını vermiş
olmayalım. Ama Sıddık, bundan müstesnadır. Onun bize öyle iyilikleri vardır ki
Allah, onların karşılığını kendisine kıyamet günü verecektir. Hiç kimsenin malının
Bana, Ebu Bekr’in malı kadar faydası dokunmamıştır. Eğer insanlar içinden bir
dost edinecek olsaydım, Ebu Bekr’i edinirdim. Ama arkadaşınız sadece Allah’ın
dostudur.” (El-Menakib, Tirmizi)
O,
gençliğinde de Resûlullah’ın arkadaşıydı, Peygamberliğini de kabul edenlerin
ilkiydi. İlk olarak birlikte namaz kıldılar. Allah-u Teâlâ’nın dinini yaymak
için birlikte mücadele ettiler. Peygamber Efendimiz hâriç, insanları Allah’a ve
Resûlüne davet eden ilk hatip, odur. Bu hitabet üzerine müşriklerin saldırısına
uğramış, öldü zannıyla bırakılıncaya kadar dövülmüştür. Malının tamamını
fisebilillah dağıtan ilk sahâbidir. Medine-i Münevvere’ye hicrette, “onlar mağarada
iken iki kişinin ikincisi” (Tevbe, 40) o idi. Müşrikler mağara ağzına kadar
yaklaşınca telâşa düştü. Üçüncüleri olan Allah sekînesini indirdi de kalbi
yatıştı. Ne büyük şerefe nail oldu.
O,
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün hayatı boyunca yanındaydı.
Onunla birlikte son namazı kılan da oydu. Kıyamete kadar Ravza-i Mutahhara’da
yan yana olma şerefine nail olan da odur.
Ebu
Bekr Sıddık’ı (radiyallahu anhu) seveni Allah ve Resûlü de sever. Ona buğz
eden, ya cahilliğinden ya da kâfirliğinden eder.
Bir
hadîs-i şerîfte, “Ebu Bekr’in imanı bütün müminlerin imanları ile tartılsa, Ebu
Bekr’in imanı ağır gelir” buyurulmaktadır. Bu ne büyük taltif, ne şerefli,
yüksek bir derecedir. Buna hayret edene şöyle bir misâl getirilebilir: Allah-u
Teâlâ, İsimleri ve Sıfatlarıyla sonsuzdur. İman, kalbin tasdik etmesi,
inanmasıdır. Kalp âlemi maddeli değildir. Âlem-i emr ile âlem-i halk arasında
sonsuzluğu uzanan yol gibidir. Bu yolda ilerlerken öyle konaklar vardır ki
oraya varıldığında öncekilerin toplamı nokta gibi kalmaktadır. Daha üst konakta
ise bütün öncekilerin toplamı nokta kalır. Bu böyle devam eder. İlk iman eden
önce yol almış, öne geçmiştir. (Bakınız, şekil.)
F)
Ve’t-tîni: Evliyâ-i Kirâm
Allah-u Teâlâ’ya yakîyn olmak şerefine kavuşmuş olan kullar... Bunun için süluk ve cezbe vâsıtalarıyla fenâ ve bekâ mâkâmları geçilmektedir. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruh) böyle kurba (yaklaşmaya) “kurb-i vilâyet” demektedir. Bir de Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) uymak ve O’na vâris olmakla elde edilen kurb vardır ki ona da “kurb-i nübüvvet” adını vermektedir. Çok yüksek ve çok şerefli bir mâkâmdır. Eshâb-ı Kirâm, süluk ve cezbe gibi vâsıtalar olmadığı hâlde Resûlullah’a uymakla bu yakîyn hâle kavuşmuşlardır. Bir kısım derecesi yüksek velînin de bu kurba çekildiği anlaşılmaktadır.
Velâyet
sahiplerinin iki özelliği hemen göze çarpmaktadır:
1.
Dünya sevgisini kalplerinden söküp atmışlardır. Misâl olarak, İbrahim Bin
Edhem’i (Hicrî, 96-162) verebiliriz. Tâbiin büyüklerindendir. Hükümdar iken
tâcı tahtı bırakmış, kendini ilme ve Allah yoluna vermiştir. Fudayl Bin
İyâd’dan feyz aldığı, Veysel Karanî’nin rûhâniyetinden istifade ettiği
söylenmektedir. Bağdat, Şam ve Hicaz’da bulunmuş, buradaki âlimlerden ilim
tahsil etmiştir. İmam-ı Azâm’ın meclis sohbetlerinde bulunmuştur.
İbrahim
Bin Edhem, helâl lokmaya çok dikkat eder, etrafındakilere tavsiye ederdi.
Sırtında odun taşıyarak nafakasını temin eder, hâline acıyanlara ise “Helâl kazanmak
için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur” hadîs-i şerîfini hatırlatırdı. Bir
gün su kenarında oturmuş elbisesini yamarken, iğnesini suya düşürdü. Sağa sola
bakarak aramaya koyuldu. Onun bu hâline şâhit olan biri acıyarak dedi ki, “Hükümdarlığı
bırakmasaydın da böyle sıkıntılar çekmeseydin, olmaz mıydı?”. Bu sual
karşısında cezbeye bürünen İbrahim (gayr-i ihtiyârî) “Bulun” diye seslenince,
suda balıkların başlarını çıkardığı, bir balığın ağzında iğneyi taşıdığı
görüldü. Muhatabına dönüp, “O sultanlık mı iyi, yoksa bu mu?” cevabını verdi.
2.
Her anları, zihinleri ve kalpleri Allah-u Teâlâ ile meşguldür. Hattâ uyurken
bile… Bazılarına bu ifadeler “abartılı (hayâlî)” gelebilir. Fakat gerçek budur.
İnsanlar
derece derecedir. Bir alt derecede olan, bir üstü anlamada zorlanır. Diğer üst
dereceleri ise hiç idrak edemez. Cahiller bir Müslümanın abdest, namaz, oruç
gibi ibadetleri kolaylıkla ve usanmandan tekraren yapmasına şaşar kalır.
Herhangi bir Müslüman, sofilerin ibadetteki gayretine gıpta eder. Sofiler ise,
ulemânın takvâ ve verasını bilemez. Hâl sahibi olmayan bir âlim, velâyet
sahibinin hâlini anlayamaz. Çok velî vardır ki, seçilmişlerin velâyetini idrak
edemez. Yüksek velâyet sahibi de “nübüvvet” mâkâmına ulaşamaz.
İbrahim
bin Edhem (kuddise sirruh) bir gün uçuruma kurulmuş bir köprüden geçiyordu.
Köprü korkuluğu eskimiş idi. Ağırlığa dayanamadı ve kırıldı. İbrahim boşluğa
yuvarlandı. Düşerken “Allah’ım, koru!” diye niyaz etti. Yere varmasına birkaç
metre kala havada asılı kaldığı, sonra da yere yavaşça indiği görüldü. Normal
bir insanın bu durumda korkudan aklı gider. Bir şey düşünemez olur. Ama daima
“yakîyn” olanlara ne korku vardır, ne de tasa.
Cüneyd-i
Bağdâdî (Hicrî, 207-298) evliyânın yükseklerindendir. Mescid-i Nebevî’deyken
demir parmaklıkları tutmuş hâlde Kabr-i Şerîf’e bakan birinin kalbine nazar
etti. Dünya ile doluydu. Kâr hesabı yapıyordu. Başka bir gün çarşıda gezerken,
birkaç bin altınlık mal satmak için pazarlık yapan bir gencin kalbine nazar
edince Allah-u Teâlâ’yı zikrettiğini gördü. Velâyet sahipleri öyle kimselerdir
ki dünyevî işlerini hâllederken bile gönülleri Rableriyle beraberdir.
İslâm’ın
doğuşundan bu yana milyonlarca “evliyâullah” gelip geçmiştir. Bunların çokluğu
ve hâli, Esmâ-ı Hüsnâ’nın çokluğu ve çeşitliliği gibidir. Her biri dünya hırsı
ve hevâsından halas olmuş, Allah-u Teâlâ’nın Sıfat ve İsimlerinde bekâ
bulmuşlardır (kaddesallahü teâlâ esrarehum).
Evliyâullah,
hakikî iman ihsan edilmiş kullardır. Hakikî imana kavuşmak için önce nefsin temizlenmesi
ve mutmain olması lâzımdır. Nefsin mutmain olması demek, kalbin idaresi altına
girmesi demektir. Kalbin idareyi ele alması için masivâyı (bütün mahlûkları)
yok etmesi, Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeye bağlılığının kalmaması icap
eder.
F)
Ve’z-zeytûni: Muhammed Mehdî
Resûlullah
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberlerin sonuncusu ve
tamamlayıcısıdır. Hadîs-i şerîflerle haber verilen Mehdî (kuddise sirruh), velâyet
mâkâmlarının tamamlayıcısı ve sonuncusudur. Seyyid olacağı, âhir zamanda
geleceği, yeryüzü zulüm ve düşmanlıkla dolu iken Müslümanları birleştirip
yeryüzüne hâkim olacağı, her yerde adaleti tesis edeceği bildirilmektedir.
Gönüllerin
baş tâcı İmam-ı Rabbânî, Mehdî’nin, Rabbin ilim sıfatı olduğu, Efendimizden bin
sene sonra çıkacağı, gelmesinin işareti olarak Doğu tarafından kuyruklu
yıldızın görüneceğini haber vermektedir.
1441’inci
Hicrî yılda olduğumuza, yeryüzünde kıtlık, açlık, fitneler ve ölüm yaygınlaştığına,
Sünnetlerin azalması, bidatlerin çoğalması, “emr-i bil ma’ruf ve ney-i anil
münker”in terk edilmesi cari olduğuna göre, zamanı geldi” demektir.
Burada
atladığımız bir husus var ki, o da Mehdî’den önce “Deccâl” unvanlı, fenni
kuvvetli, kibirli ve zalim bir hükümdarın yeryüzünde etkili olacağıdır. Bu adam
fitnenin başıdır; çünkü kendisini ilâh olarak tanıtacak ve çok millete (zorla
da olsa) kabul ettirecektir.
Günümüz
dünyasında bir kişi nasıl olur da bütün arzı kontrolü altına alır, hem de ilâh
olduğunu kabul ettirir? Fen ilmi ve tekniğinin, dünyadakilerden farklı ve çok
üstün olması lâzım. Bu da yeryüzüne farklı bir medeniyetten geldiğini gösterir.
Mevcût teknik imkânıyla yerdekileri etkisiz hâle getirir. Peki, bu zamanda bir
kişinin “ilâh” olabileceğine kim inanır?
Zekidir
Deccâl, yere inmeden önce dünya tarihini inceler. Îsâ’yı (aleyhisselâm) hem Hıristiyanların,
hem Müslümanların beklediğini görür. Üstelik hâkim kesim olan Hıristiyanlar onu
ilâh kabul etmektedirler. Bu bulunmaz bir fırsattır. Böylece insanlar “sahte Mesih’e”
seve seve kucak açarlar. (“Muvahhidan”, fisebilillah cenge hazır mıdır?)
Deccâl
önce dünya medyasına hâkim olan zümreyi kendi safına katar. Onlar da buna
isteklidir zaten. Zalim olsa da güçlünün yanında olmak, onların da daimî
isteğidir. Yalan propagandalarla milletlerin aldatıldığı, karşı çıkanların
insafsızca imha edildiği, aklı başında insanların ne yapacağını şaşırdığı,
Müslümanların aciz kaldığı bu dönemde (biiznillah) Îsâ (aleyhisselâm) nüzûl
eder, sahte Mesih ile mücadele başlar. Sahte Mesih hâdisesinin, Îsâ’nın (aleyhisselâm)
nüzûlünün (inişinin) önemli sebeplerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Muhterem
okuyucularımız, buraya kadar devam edegeldiğimiz “tîn” ve “zeytûn” kelimelerinin
açılımları daha da devam eder mâhiyettedir. Fakat devamına ne zamanımız, ne de
mekânımız imkân tanımaktadır. Bir başka mevzuda buluşmak niyazıyla konuyu burada
noktalıyoruz.
Son olarak şu hususa değinmekte fayda var: Tüm dünyada olduğu gibi memleketimizde de “Coronavirüs” ile alâkalı tedbir ve sıkıntılar devam ediyor. Her ülkede aşıya dair çalışmalar hız kazansa bile işin uzmanları, en iyimser tahminle kullanımının bir seneyi bulabileceğini ifade etmektedirler. Bilindiği gibi bu virüs, vücût direnci zayıf olanlara daha çok tesir etmektedir. Tıp otoriterleri, vücût direncini arttıracak vitamin ve elementleri sıralamaktadırlar. “Ve’t-Tîni ve’z-Zeytûni” yazı serimizin ilkinde açıkladığımız gibi, bu maddelerin çoğunluğu, “incir ve zeytin” ikilisinde mevcût. Bol bol kullanmanız tavsiye olunur.
İmanın yükselmesi ve artması