Ve’t-tîni ve’z-zeytûni (3)

Günümüz dünyasında bir kişi nasıl olur da bütün arzı kontrolü altına alır, hem de ilâh olduğunu kabul ettirir? Fen ilmi ve tekniğinin, dünyadakilerden farklı ve çok üstün olması lâzım. Bu da yeryüzüne farklı bir medeniyetten geldiğini gösterir. Mevcût teknik imkânıyla yerdekileri etkisiz hâle getirir. Peki, bu zamanda bir kişinin “ilâh” olabileceğine kim inanır?

MAKALEMİZİN daha önceki ilk iki bölümünde “tîn” ve “zeytin” kelimelerinin açılımlarına başlamış ve şu sırayı takip etmiştik:

A) Ve’t-tîni: Esmâ-ı Hüsnâ/ Ve’z-zeytûni: Allah-u Teâlâ’nın Zâtı.

B) Ve’t-tîni: Melekler/ Ve’z-zeytûni: Cebrâil Aleyhisselâm.

C) Ve’t-tîni: Semâvi Kitaplar/ Ve’z-zeytûni: Kur’ân-ı Kerim.

D) Ve’t-tîni: Peygamberler/ Ve’z-zeytûni: Muhammed (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)

Şimdi, kaldığımız yerden (biiznillah) devam ediyoruz…

***

E) Ve’t-tîni: Eshâb-ı Kirâm

“Fakat O Peygamber ve O’nunla birlikte bulunan müminler mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte onlar… Bütün hayırlar onlarındır. Onlar umduklarına kavuşanların ta kendileridir.” (Tevbe, 88)

“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır.” (Beyyine, 8)

“Sâhib”, kelime anlamı ile “konuşulan (sohbetten) arkadaş” anlamındadır. Çoğulu ise “eshâb” olur. Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında az veya çok gören, duyan Müslümana “sâhib” veya “sahâbi” denir. İslâmiyet Mekke-i Mükerreme’de başlamış, sonra Medîne-i Münevvere, oralardan Arap yarımadasına ve tüm yeryüzüne yayılmıştır. Resûlullah’ın ahirete irtihalinde 124 binden ziyâde sahâbi olduğu rivâyet edilmektedir. Sahâbiler (radiyallahü anhüm) durumlarına göre derecelendirilmektedirler.

1. Muhâcirler (Hicret edenler)

İslâmiyet Mekke-i Mükerreme’de başladı. İlk zamanlarda inananlar çok eziyet gördüler. Sayıca az idiler. Hakaret, küfür, dayak ve işkence günden güne şiddetleniyordu. Tevekkül ettiler, çok sabrettiler. Fakat baskılar dayanılmaz boyuta ulaştı. Sonunda Medîne-i Münevvere’ye hicret izni çıktı. Tek tek veya kafileler hâlinde göç ettiler.

2. Ensar (Yardımcılar)

Medîne-i Münevvere’deki Müslümanlar, muhacirleri çok samîmi ve sıcak bir şekilde karşıladılar. Her bir ensar, birini kardeş olarak kabul ile evinde misafir etti. Evini ve malını onlarla paylaştı. Hattâ öyle oldu ki, kendi yemediği hâlde (ki bu durumunu gizliyordu) kardeşine yedirdi, içirdi. Böyle bir fedâkârlık tarihte ne görülmüş, ne de duyulmuş şeydir.

Kur’ân-ı Kerîm, bu fevkalâdeliği açık olarak bildirmektedir: “Onlardan (muhacirlerden) evvel (Medîne’yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (ensar), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muratlarına erenler, onların ta kendileridir.” (Haşr, 9)

3. Diğer Sahâbeler

Medîne-i Münevvere’de teşkilâtlanan Müslümanlar, zamanla sayıca ve güç olarak çoğaldılar. Etki alanı genişledi. Mekke fethedildi. İslâm nûrunun yayılmasıyla çevre beldelerden insanlar, akın akın nûrun kaynağına koştular. Eshâb-ı Kirâm’ın sayısı 100 bini aştı.

Uzak diyarlardan binbir meşakkatle yol alıp Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görmek, hidâyete kavuşmak için mücadele edenler de vardı. Aslen Musullu zengin bir aileye mensup olup, Rumların saldırısına maruz kalıp köle olarak satılan, Hıristiyan efendilerinden Arap yarımadasında Îsâ’nın (aleyhissellam) peygamberliğini kabul eden bir Peygamberin çıkacağını öğrenen, birkaç efendi değiştirdikten sonra kaçarak Mekke-i Mükerreme’ye gelen, Müslümanlığı kabul eden, ilk 7 arasında olmakla şereflenen, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bütün savaş ve gazvelerde bulunan Suheyb El-Rûmî ile İran’ın İsvan şehrindeki bir Mecûsînin oğlu iken ateşe tapmanın cahilliğini görüp hakikati aramak için Şam’a kaçan, orada Hıristiyan bir rahibin hizmetine giren, vefâtından evvel Musul’daki sâlih birinin yanına gitme tavsiyesi alan, onun da hayatının sonlarında Nusaybin’deki falan kişiye göndermesiyle yeni efendisinin yanında çalışan, onun da âhir ömründe Amurriye’deki arkadaşına gitmesini söylemesiyle o yere giden ve buradaki âlimin yanında uzunca müddet kalan, çalışıp bir miktar mal biriktiren, âlim efendisinin ölüm vakti gelip de “kimi tavsiye ettiğini” sorduğunda “Oğulcağızım, bizim durumumuzda tavsiye edebileceğim bir kimse bilmiyorum ancak Araplar arasında İbrâhim’den (aleyhisselâm) soyundan bir Peygamber gelecek, iki tepe arasında hurmalık bir şehre yerleşecek” cevabını alan, cenazeden sonra bütün malını satıp Arabistan’a götürmek şartıyla bir kervana veren fakat kervancıların Medîne-i Münevvere’ye yaklaşınca ihanet edip onu köle olarak bir Yahudi’ye sattıkları, köle olarak hurmalıklarda çalışırken Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiğini öğrenen ve yanına gidip sahâbi olmakla şereflenen Selman El-Farisî bunlardandır (radiyallahu anhuma).

Eshâb-ı Kirâm’ın en üstünleri 10 sahâbidir ki hayattayken Cennet’le müjdelendiklerinden dolayı “müjdelenen on” anlamında bu isimlere “Aşere-i Mübeşşere” denilmektedir. Bunlar; dördü Râşid Halîfe, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Said bin Zeyd, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebâ Ubeyde bin Cerrah’tır (radiyallahu anhum).

“(İslâm’da) Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu?), Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. (Allah) bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere-, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe, 100)

E) Ve’z-zeytûni: Ebû Bekr Sıddık (radiyallahu anhu)

İslâmiyet’ten önce Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşı, İslâmiyet’te ilk erkek Müslüman, Resûlullah’ın daima yanında bulunmuş, bütün varlığıyla, malıyla fisebilillah cihat etmiş en üstün sahâbi...

Gençliğinde putlara tapmadığı, içki ve kumar gibi kötü alışkanlıklarının olmadığı bilinmektedir. Cömert bir tüccar idi, fakirlere ve muhtaçlara yardım ederdi. “Emin” lakaplı Arkadaşının teklifi üzerine hemen İslâmiyet’i kabul etti. Ve var gücüyle insanlara Allah’ın dinini tebliğe başladı. Altı sahâbinin Müslüman olmasına sebep oldu. Başlangıçta Müslümanlar az ve zayıf durumdaydılar. Mekkeli müşrikler ambargo uyguluyor, hakarette bulunuyor, kimsesiz gördüklerine işkence ediyorlardı. Ebu Bekr (radiyallahu anhu) yardımlarına koşuyor, ihtiyaçlarını gideriyor, Bilâl gibi işkence altında inleyenleri satın alarak hürriyetlerine kavuşturuyordu.

Allah-u Teâlâ’ya tam iman etmiş, Resûlüne tam, kalbî bağlanmıştı. O’nun her sözünün doğru olduğuna inanıyor ve söylüyordu. Miraç hâdisesinden sonra müşrikler alaya başladılar, bırakınız Efendimizin bir gecede göklere çıkmasını, Kudüs’e gidip gelmesine inanmadılar. Mekke-Kudüs arası (kervanla) bir aylık yoldu. Nasıl olurdu da birkaç saatte gidip gelinirdi? Muhakemesine ve tecrübesine güvendikleri Ebu Bekr’in yanına gittiler. Amaçları, inandığı Peygamberinin yalan söylemekte olduğunu ispatlamaktı. “Ey Ebu Bekr, buradan Kudüs ne kadarlık bir yol?” dediler. “Bir aydır” dedi. “Akıllı adamın cevabı” diyerek gülüştüler. Şaşırmıştı, “Ne oldu ki?” diye sordu. İstihzayla, “Arkadaşın aynı gece gidip geldiğini söylüyor” dediler. Teslimiyeti tam olan sahâbi, tüm içtenlikle düşünmeden, “O söylüyorsa doğrudur!” şeklinde tasdik etti. Şaşırma sırası müşriklerdeydi. Apışıp kaldılar. Ayrılırken, “Bu da büyülenmiş” diye mırıldanıyorlardı. O günden sonra lakabı “Sıddık” oldu.

Ebû Bekr Sıddık’ın (radiyallahü anhü) İslâm’daki gayreti ve cömertliği o derecedir ki dengi yok gibidir. Bu mevzudaki üstünlüğünü hadîs-i şerîflerde açık olarak görürüz: “Bize iyilikte bulunan hiç kimse yoktur ki onun karşılığını vermiş olmayalım. Ama Sıddık, bundan müstesnadır. Onun bize öyle iyilikleri vardır ki Allah, onların karşılığını kendisine kıyamet günü verecektir. Hiç kimsenin malının Bana, Ebu Bekr’in malı kadar faydası dokunmamıştır. Eğer insanlar içinden bir dost edinecek olsaydım, Ebu Bekr’i edinirdim. Ama arkadaşınız sadece Allah’ın dostudur.” (El-Menakib, Tirmizi)

O, gençliğinde de Resûlullah’ın arkadaşıydı, Peygamberliğini de kabul edenlerin ilkiydi. İlk olarak birlikte namaz kıldılar. Allah-u Teâlâ’nın dinini yaymak için birlikte mücadele ettiler. Peygamber Efendimiz hâriç, insanları Allah’a ve Resûlüne davet eden ilk hatip, odur. Bu hitabet üzerine müşriklerin saldırısına uğramış, öldü zannıyla bırakılıncaya kadar dövülmüştür. Malının tamamını fisebilillah dağıtan ilk sahâbidir. Medine-i Münevvere’ye hicrette, “onlar mağarada iken iki kişinin ikincisi” (Tevbe, 40) o idi. Müşrikler mağara ağzına kadar yaklaşınca telâşa düştü. Üçüncüleri olan Allah sekînesini indirdi de kalbi yatıştı. Ne büyük şerefe nail oldu.

O, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün hayatı boyunca yanındaydı. Onunla birlikte son namazı kılan da oydu. Kıyamete kadar Ravza-i Mutahhara’da yan yana olma şerefine nail olan da odur.

Ebu Bekr Sıddık’ı (radiyallahu anhu) seveni Allah ve Resûlü de sever. Ona buğz eden, ya cahilliğinden ya da kâfirliğinden eder.

Bir hadîs-i şerîfte, “Ebu Bekr’in imanı bütün müminlerin imanları ile tartılsa, Ebu Bekr’in imanı ağır gelir” buyurulmaktadır. Bu ne büyük taltif, ne şerefli, yüksek bir derecedir. Buna hayret edene şöyle bir misâl getirilebilir: Allah-u Teâlâ, İsimleri ve Sıfatlarıyla sonsuzdur. İman, kalbin tasdik etmesi, inanmasıdır. Kalp âlemi maddeli değildir. Âlem-i emr ile âlem-i halk arasında sonsuzluğu uzanan yol gibidir. Bu yolda ilerlerken öyle konaklar vardır ki oraya varıldığında öncekilerin toplamı nokta gibi kalmaktadır. Daha üst konakta ise bütün öncekilerin toplamı nokta kalır. Bu böyle devam eder. İlk iman eden önce yol almış, öne geçmiştir. (Bakınız, şekil.)

F) Ve’t-tîni: Evliyâ-i Kirâm

Allah-u Teâlâ’ya yakîyn olmak şerefine kavuşmuş olan kullar... Bunun için süluk ve cezbe vâsıtalarıyla fenâ ve bekâ mâkâmları geçilmektedir. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruh) böyle kurba (yaklaşmaya) “kurb-i vilâyet” demektedir. Bir de Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) uymak ve O’na vâris olmakla elde edilen kurb vardır ki ona da “kurb-i nübüvvet” adını vermektedir. Çok yüksek ve çok şerefli bir mâkâmdır. Eshâb-ı Kirâm, süluk ve cezbe gibi vâsıtalar olmadığı hâlde Resûlullah’a uymakla bu yakîyn hâle kavuşmuşlardır. Bir kısım derecesi yüksek velînin de bu kurba çekildiği anlaşılmaktadır.


Velâyet sahiplerinin iki özelliği hemen göze çarpmaktadır:

1. Dünya sevgisini kalplerinden söküp atmışlardır. Misâl olarak, İbrahim Bin Edhem’i (Hicrî, 96-162) verebiliriz. Tâbiin büyüklerindendir. Hükümdar iken tâcı tahtı bırakmış, kendini ilme ve Allah yoluna vermiştir. Fudayl Bin İyâd’dan feyz aldığı, Veysel Karanî’nin rûhâniyetinden istifade ettiği söylenmektedir. Bağdat, Şam ve Hicaz’da bulunmuş, buradaki âlimlerden ilim tahsil etmiştir. İmam-ı Azâm’ın meclis sohbetlerinde bulunmuştur.

İbrahim Bin Edhem, helâl lokmaya çok dikkat eder, etrafındakilere tavsiye ederdi. Sırtında odun taşıyarak nafakasını temin eder, hâline acıyanlara ise “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur” hadîs-i şerîfini hatırlatırdı. Bir gün su kenarında oturmuş elbisesini yamarken, iğnesini suya düşürdü. Sağa sola bakarak aramaya koyuldu. Onun bu hâline şâhit olan biri acıyarak dedi ki, “Hükümdarlığı bırakmasaydın da böyle sıkıntılar çekmeseydin, olmaz mıydı?”. Bu sual karşısında cezbeye bürünen İbrahim (gayr-i ihtiyârî) “Bulun” diye seslenince, suda balıkların başlarını çıkardığı, bir balığın ağzında iğneyi taşıdığı görüldü. Muhatabına dönüp, “O sultanlık mı iyi, yoksa bu mu?” cevabını verdi.

2. Her anları, zihinleri ve kalpleri Allah-u Teâlâ ile meşguldür. Hattâ uyurken bile… Bazılarına bu ifadeler “abartılı (hayâlî)” gelebilir. Fakat gerçek budur.

İnsanlar derece derecedir. Bir alt derecede olan, bir üstü anlamada zorlanır. Diğer üst dereceleri ise hiç idrak edemez. Cahiller bir Müslümanın abdest, namaz, oruç gibi ibadetleri kolaylıkla ve usanmandan tekraren yapmasına şaşar kalır. Herhangi bir Müslüman, sofilerin ibadetteki gayretine gıpta eder. Sofiler ise, ulemânın takvâ ve verasını bilemez. Hâl sahibi olmayan bir âlim, velâyet sahibinin hâlini anlayamaz. Çok velî vardır ki, seçilmişlerin velâyetini idrak edemez. Yüksek velâyet sahibi de “nübüvvet” mâkâmına ulaşamaz.

İbrahim bin Edhem (kuddise sirruh) bir gün uçuruma kurulmuş bir köprüden geçiyordu. Köprü korkuluğu eskimiş idi. Ağırlığa dayanamadı ve kırıldı. İbrahim boşluğa yuvarlandı. Düşerken “Allah’ım, koru!” diye niyaz etti. Yere varmasına birkaç metre kala havada asılı kaldığı, sonra da yere yavaşça indiği görüldü. Normal bir insanın bu durumda korkudan aklı gider. Bir şey düşünemez olur. Ama daima “yakîyn” olanlara ne korku vardır, ne de tasa.

Cüneyd-i Bağdâdî (Hicrî, 207-298) evliyânın yükseklerindendir. Mescid-i Nebevî’deyken demir parmaklıkları tutmuş hâlde Kabr-i Şerîf’e bakan birinin kalbine nazar etti. Dünya ile doluydu. Kâr hesabı yapıyordu. Başka bir gün çarşıda gezerken, birkaç bin altınlık mal satmak için pazarlık yapan bir gencin kalbine nazar edince Allah-u Teâlâ’yı zikrettiğini gördü. Velâyet sahipleri öyle kimselerdir ki dünyevî işlerini hâllederken bile gönülleri Rableriyle beraberdir.

İslâm’ın doğuşundan bu yana milyonlarca “evliyâullah” gelip geçmiştir. Bunların çokluğu ve hâli, Esmâ-ı Hüsnâ’nın çokluğu ve çeşitliliği gibidir. Her biri dünya hırsı ve hevâsından halas olmuş, Allah-u Teâlâ’nın Sıfat ve İsimlerinde bekâ bulmuşlardır (kaddesallahü teâlâ esrarehum).

Evliyâullah, hakikî iman ihsan edilmiş kullardır. Hakikî imana kavuşmak için önce nefsin temizlenmesi ve mutmain olması lâzımdır. Nefsin mutmain olması demek, kalbin idaresi altına girmesi demektir. Kalbin idareyi ele alması için masivâyı (bütün mahlûkları) yok etmesi, Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeye bağlılığının kalmaması icap eder.

F) Ve’z-zeytûni: Muhammed Mehdî

Resûlullah Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberlerin sonuncusu ve tamamlayıcısıdır. Hadîs-i şerîflerle haber verilen Mehdî (kuddise sirruh), velâyet mâkâmlarının tamamlayıcısı ve sonuncusudur. Seyyid olacağı, âhir zamanda geleceği, yeryüzü zulüm ve düşmanlıkla dolu iken Müslümanları birleştirip yeryüzüne hâkim olacağı, her yerde adaleti tesis edeceği bildirilmektedir.

Gönüllerin baş tâcı İmam-ı Rabbânî, Mehdî’nin, Rabbin ilim sıfatı olduğu, Efendimizden bin sene sonra çıkacağı, gelmesinin işareti olarak Doğu tarafından kuyruklu yıldızın görüneceğini haber vermektedir.

1441’inci Hicrî yılda olduğumuza, yeryüzünde kıtlık, açlık, fitneler ve ölüm yaygınlaştığına, Sünnetlerin azalması, bidatlerin çoğalması, “emr-i bil ma’ruf ve ney-i anil münker”in terk edilmesi cari olduğuna göre, zamanı geldi” demektir.

Burada atladığımız bir husus var ki, o da Mehdî’den önce “Deccâl” unvanlı, fenni kuvvetli, kibirli ve zalim bir hükümdarın yeryüzünde etkili olacağıdır. Bu adam fitnenin başıdır; çünkü kendisini ilâh olarak tanıtacak ve çok millete (zorla da olsa) kabul ettirecektir.

Günümüz dünyasında bir kişi nasıl olur da bütün arzı kontrolü altına alır, hem de ilâh olduğunu kabul ettirir? Fen ilmi ve tekniğinin, dünyadakilerden farklı ve çok üstün olması lâzım. Bu da yeryüzüne farklı bir medeniyetten geldiğini gösterir. Mevcût teknik imkânıyla yerdekileri etkisiz hâle getirir. Peki, bu zamanda bir kişinin “ilâh” olabileceğine kim inanır?

Zekidir Deccâl, yere inmeden önce dünya tarihini inceler. Îsâ’yı (aleyhisselâm) hem Hıristiyanların, hem Müslümanların beklediğini görür. Üstelik hâkim kesim olan Hıristiyanlar onu ilâh kabul etmektedirler. Bu bulunmaz bir fırsattır. Böylece insanlar “sahte Mesih’e” seve seve kucak açarlar. (“Muvahhidan”, fisebilillah cenge hazır mıdır?)

Deccâl önce dünya medyasına hâkim olan zümreyi kendi safına katar. Onlar da buna isteklidir zaten. Zalim olsa da güçlünün yanında olmak, onların da daimî isteğidir. Yalan propagandalarla milletlerin aldatıldığı, karşı çıkanların insafsızca imha edildiği, aklı başında insanların ne yapacağını şaşırdığı, Müslümanların aciz kaldığı bu dönemde (biiznillah) Îsâ (aleyhisselâm) nüzûl eder, sahte Mesih ile mücadele başlar. Sahte Mesih hâdisesinin, Îsâ’nın (aleyhisselâm) nüzûlünün (inişinin) önemli sebeplerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Muhterem okuyucularımız, buraya kadar devam edegeldiğimiz “tîn” ve “zeytûn” kelimelerinin açılımları daha da devam eder mâhiyettedir. Fakat devamına ne zamanımız, ne de mekânımız imkân tanımaktadır. Bir başka mevzuda buluşmak niyazıyla konuyu burada noktalıyoruz.

Son olarak şu hususa değinmekte fayda var: Tüm dünyada olduğu gibi memleketimizde de “Coronavirüs” ile alâkalı tedbir ve sıkıntılar devam ediyor. Her ülkede aşıya dair çalışmalar hız kazansa bile işin uzmanları, en iyimser tahminle kullanımının bir seneyi bulabileceğini ifade etmektedirler. Bilindiği gibi bu virüs, vücût direnci zayıf olanlara daha çok tesir etmektedir. Tıp otoriterleri, vücût direncini arttıracak vitamin ve elementleri sıralamaktadırlar. “Ve’t-Tîni ve’z-Zeytûni” yazı serimizin ilkinde açıkladığımız gibi, bu maddelerin çoğunluğu, “incir ve zeytin” ikilisinde mevcût. Bol bol kullanmanız tavsiye olunur.

İmanın yükselmesi ve artması