MAKALEMİZİN ilk bölümünde, “tîn”
ve “zeytûn” kelimelerinin açılımına başlamıştık. Bunları şöyle sıralayalım:
A)
Ve’t-tîni: Esmâ-ı Hüsnâ/ Ve’z-zeytûni: Allah-u Teâlâ’nın Zâtı.
B)
Ve’t-tîni: Melekler/ Ve’z-zeytûni: Cebrâil Aleyhisselâm.
C)
Ve’t-tîni: Semâvi Kitaplar/ Ve’z-zeytûni: Kur’ân-ı Kerim.
Şimdi,
kaldığımız yerden (biiznillah) devam ediyoruz…
***
D)
Ve’t-tîni: Peygamberler
“Andolsun
ki, Senden evvel de Peygamberler gönderdik. Onların içinden Sana kıssalarını
anlattığımız kimseler de var, Sana bildirmediğimiz kimseler de var. Hiçbir
Peygamber Allah’ın izni olmaksızın, herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez.
Allah’ın emri gelince de hak (ve adalet) ile hükmolunur. Beyhude lâf
söyleyenler işte burada hüsrana düşmüştür.” (Mü’min-78)
“Vahye”
ilk muhatap olan insanlar, peygamberlerdir. Özel olarak yaratılmış, İlâhî
tedrisattan geçmiş, günah işlemekten mahfuz tutulmuş, birtakım hususî hassalarla
donatılmış, güzel ahlâklı insanlardır Peygamberler. Her birine salât-ü selâm
olsun!
Çokça
karıştırılan “nebî” ve “resûl” mevhumlarının iki yönü vardır. Resûl, Allah-u
Teâlâ’dan gelen vahiyleri ümmetine tebliğ etmek üzere vazîfelenen elçilerdir.
Nebîlik ise alınmış olan (müjdeleyeci ve korkutucu) bilgilerin insanlara
iletilmesi işlemidir. Resûlün yukarı bakan yönü, nebîliğin beşere bakan yönü
vardır. Kısacası her peygamber hem resûl, hem nebîdir. Her peygamber sıdk,
emânet, tebliğ, fıtnat, ismet sıfatları ile donatılmıştır ki bunların her biri
başlı başına birer mevzudur.
Kur’ân-ı
Kerîm’de bazı peygamberlerin (25 veya 28) adları zikredilmektedir. Her millete
peygamber gönderildiği ve insanlık tarihinin on milyonlarca senedir devam
ettiği göz önüne alındığında, çok sayıda elçinin yaşamış olduğu
anlaşılmaktadır. Rivâyetler, 124 bin sayısından bahsetmektedir. İmam-ı Rabbânî,
her memlekete, muhtelif şehirlere, hattâ köylere bile peygamber gönderildiğini
yazmaktadır. Yer küresinin muhtelif bölgelerinde, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini
çevresine duyurmaya çalışan peygamberler, hemen itiraza uğramışlar, hakaret ve
zorbalığa maruz kalmışlardır. Çoğunluk tarafından kabul görmeyen, birkaç
inananı bulunan, hattâ hiç ümmeti olmayan elçilerin tebliğleri etrafa
yayılmamış, zamanla ad ve şanları unutulup gitmiştir. Ancak mücadeleleri çetin,
hayatları ibretlik olanlar Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaktadır. Geçmişten hisse
alalım, geleceğe, ahirete hazır olalım diye…
Peygamberlik
çalışarak kazanılan bir mâkâm değildir. Allah-u Teâlâ’nın seçmesi ve ikramı ile
husûle gelir. Ateistler ve deistler, bazı zeki insanların çevresindekileri
etkisi altına alarak kendi kendilerine vazîfe çıkardıklarını iddia ederler.
Bunlara felsefeci ve siyasetçi münafıkların da katıldığı çok kere görülmüştür.
Bunlar dinin deforme (bozulduğu) görüşü ile reform (yenilik) yapılması
fikirlerini yaymışlardır. Bunlardan biri de malûm çevrelerce İslâm âlimi olarak
tanıtılan Cemâlettin Efgânî’dir (1838-1897).
Tanzimat
Dönemi sadrazamlarından Ali Paşa tarafından 1868 senesinde İstanbul’a davet
edilmiştir Efgânî. Dârü’l-Fünûn’un açılışında yaptığı konuşmada “peygamberliğin
sanatlardan bir sanat” olduğunu söyleyerek, İslâmiyet’in terakkiye (ilerlemeye)
mâni olduğunu beyan etmiştir. Orada ve bilâhare Osmanlı âlimlerince şiddetli
tenkit edilmiş, cahilliği ve fesatçılığı meydana çıkınca Mısır’a kaçmak zorunda
kalmıştır. 1872-1879 senelerinde burada faaliyet gösteren Efgânî, müftülerden
Abduh’u ve bazı yazarları etkisi altına alarak, birlikte bozuk görüşlerini yaymaya
çalışmışlardır. Mısır’daki Şarkın Yıldızları Locası’na “1878/5878” sayı ile
kaydolduğu, Abduh ile birlikte çok kimseyi Mason yapmak için çalıştıkları
bilinmektedir.
Fransız
yazarlarından Renan’a vermiş olduğu demeçte, Peygamberlerin insanlığı boyunduruk
altında mahkûm ettiklerini, putperestliğin, Hıristiyanlığın ve İslâmiyet’in
ilmi ilerlemeye mâni olduğunu, din ile felsefenin savaştığını, bu çatışmadan
felsefenin galip çıkmasını arzuladığını ifade etmiştir. Renan, Efgânî’nin
görüşlerini methetmiş, yazılarını 18 Mayıs 1883 tarihli “Le journal des Debats”
gazetesinde yayınlamıştır. Ne acıdır ki, Peygamberlere hakaret eden, İslâm’ın
ilmî gelişmeye mâni olduğunu savunan bu bedhah, gençlerimize İslâm mütefekkiri
olarak tanıtılmış, bir kısım saf Müslümanlar kandırılmıştır. Bunlar hâlâ onun
İslâm mücahidi olduğunu zannetmektedirler. Bu husus, neşriyat bombardımanının
ve propagandanın ne derece tesirli olduğunu da göstermektedir. İftira
yayınlarla Sultan Abdülhamid Han’ın Müslümanlarca, hattâ âlim ve yazarlarca
zalim bir müstemdid olduğu inandırıldığı gibi…
Mucize, kelime anlamı
itibari ile meydana gelişinde insanı aciz bırakan, harikulâde (olağanüstü)
işlerdir. İnsan aklı ve ilmi yetersiz kalmaktadır. Mucizeler Allah-u Teâlâ
tarafından peygamberleri desteklemek için yaratılırlar. Doğru sözlü ile
yalancı, mucizelerle ayırt edilirler.
Beşer tarihinde birçok filozof ve düşünür yer almıştır. Bunların her birinin kendilerine has düşünce ve fikirleri vardır. Öyle ki, aynı ekolden geldikleri hâlde birbirlerini tenkit ettikleri görülmüştür. Eflatun, Sokrat’ı beğenmemiş, Eflatun’un talebesi Aristo ise üstadının görüşlerini reddetmiştir. İnsanın tabiatıdır ki, herkes kendi aklını beğenir. Cahiller bile ilimleri olmadığı mevzularda kendilerince uygun olan saçma sapan fikirlere inanırlar. Hakikat söylendiğinde inatla karşı çıkarlar. Ancak tevazu sahibi olanlar, hakikat karşısında yanlışlarından dönme eğilimindedirler.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Mûsâ Aleyhisselâm’ın asâsı ile denize vurduğu ve denizin yarıldığı açıkça bildirilmektedir. Hattâ 12 yerden yarıldığı, 12 kabilenin mensuplarının her birinin bir koridordan geçtiği bilgisi vardır. Başlangıçta imanı zayıf olanlar geçmek istememişlerdir. Neden?
İtikadî
mevzularda düşünür ve filozofların sapık fikirlerinin etkisinde kalan insanlık,
ebedî felâkete sürüklenmiştir. İşte bu sebepledir ki, rahmeti sonsuz olan
Allah-u Teâlâ, Elçilerine mucizeler ikram ederek, doğruyu yalancıdan, hakikati
bâtıldan ayırt etmeye sebep kılmıştır. Ateistler ve deistler Peygamberleri
kabul etmediklerinden mucizelere de inanmazlar. Bunlara sözde yenilikçi reformist
münafıklar da katılmışlardır.
Mısırlı
Müftü Abduh (1849-1905), yakın tarihin reformcularındandır. Câmiü’l-Ezher’de
okudu. Mısır’a gelen Cemâleddin Efgânî’nin derslerine katılarak, onun nakle
değil de akla önem veren görüşlerinin etkisi altında kaldı. Ehl-i Sünnet âlimlerini
beğenmeyerek yeni bir yol tuttular. Abduh, İslâm araştırması yapan Avrupalı
yazarların (müsteşriklerin) eserlerini inceledi. Müslümanların geri kalmasına
İslâm dininin sebep olduğu kanaati onda hâsıl oldu. Kendine göre ıslah edici
sapık fikirlerini yaymaya başladı. El-Ahram ve Matbûat gazetesinde yazarlık
yaptı. Arabi Paşa isyanına karıştığından, önce hapis, sonra Mısır’dan sürgün
edildi.
Efgânî,
onu Paris’e davet etti ve birlikte “El-Urvetü’l-Vüska” dergisini çıkarmaya
başladılar. İslâm âleminde Arap milliyetçiliğinin uyanmasına büyük tesirleri
oldu. Osmanlı’dan kaçan “Jön Türkler” de buralarda matbuat faaliyeti yapıyorlardı.
Kavmiyetçilik hareketi ile Osmanlı Devleti’ni parçalamak, İslâm âlemini
dağıtmak isteyen Batılılar, hep bunlara (el altından) yardım ediyorlardı.
Bunların, devlet idaresinde yenilik, dinde ıslah hareketinin maskelenmiş fitne
hareketleri olduğu buradan anlaşılmalıdır.
Müslümanların
fende geri kalmalarına itikatlarının sebep olduğunu öne süren Abduh, âyet-i kerîmeleri
kendi aciz aklı ile izah ediyordu. Meselâ Fil Sûresi’nde geçen ebabil kuşları
birer sivrisinekti, attıkları taşlar da mikroplardı. Mûsâ Aleyhisselâm mucize
olarak denizi yarmamış, med-cezir hareketinden istifade etmişti. Bunun gibi,
mucizeleri birer tabiat hâdisesi olarak açıklıyordu. Peygamberler de “vahiyle”
değil, tabiî hâdiselerden istifade eden “uyanık halk önderleri” (!)
oluyorlardı.
Zilzal
Sûresi’ni tefsir ederken, salih amel işlemiş Müslüman olsun, kâfir olsun,
herkesin Cennet’e gireceğini yazdı. Hangi inanışta olursa olsun, bütün insanların
“kardeş” olduğunu ilân etti. Bu sapık fikirler İslâm düşmanlarının o kadar
hoşuna gitti ki Mısır’da etkileri olan İngilizler, 1899 tarihinde Abduh’u Mısır
Müftülüğüne tayin ettirdiler.
Bütün bunları niye söylüyor ve yazıyoruz? İslâm dünyasındaki dağınıklığın ve acziyetin ana sebebi iyi anlaşılsın diye… Günümüzde hâlâ Efgânîlerin, Abduhların reklâmını yapan ipleri dışarıda kuklaların ve bedhahların tuzaklarına düşülmesin diye… Ya Rabbi, saf gençlerimizi ve milletimizi bu zalimlerin bulunduğu “esfel-i sâfilîn” kuyusuna düşmekten muhafaza eyle! (Âmin.)
Kur’ân-ı
Kerîm’de, Mûsâ Aleyhisselâm’ın asâsı ile denize vurduğu ve denizin yarıldığı
açıkça bildirilmektedir. Hattâ 12 yerden yarıldığı, 12 kabilenin mensuplarının
her birinin bir koridordan geçtiği bilgisi vardır. Başlangıçta imanı zayıf
olanlar geçmek istememişlerdir. Neden? Çünkü deniz dibi balçıklıdır ve
saplanmaktan korkmuşlardır. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm, imanlı bir gence
geçmesini emretmiştir. Genç, atına atlayarak asfaltta gider gibi karşıya
geçince, tereddütte olanlar ikna olmuşlardır. Şimdi, insafı olan beri gelsin!
Bu hâdisenin neresinde med-cezir var? Ancak imanı olmayanlar, mucizelere “kulp”
takarlar da tabiî hâdiseler gibi akıllarınca izaha kalkarlar.
Mucizeler
hakikattirler. Allah-u Teâlâ, kullarının iman etmesini kolaylaştırması için
mucizeler yaratır. Her peygamber
halkına mucizeler göstermiştir. Mucizeler, o devirdeki insanların itibar ettiği
mevzularda, hareketlerde olmuştur. Meselâ Mûsâ Aleyhisselâm zamanında sihir,
büyü yaygınlaşmıştı. Sihirbazlar, büyücüler yaptıkları sihir ve büyü nispetinde
önem kazanır, değer görürlerdi. Mûsâ Aleyhisselâm’ın mucizeleri de bu yönlüdür.
Asânın yılan olması, Nil nehrinin kan akması, gökten ateş ve canlı hayvanlar
yağması, Kızıldeniz’in yarılması gibi... Bunları gören akıl ve izan sahibi
sihirbaz ve büyücüler, bunların göz boyama ile alâkası olmadığını, ancak sonsuz
kudrette bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul ederek imana gelmişlerdir.
Îsâ Aleyhisselâm devrinde tıp önem kazanmıştır.
Çâresi bulunamayan hastaları iyileştiren doktorlar el üstü tutulur, saygı
görürlerdi. Ona gönderilen mucizeler de canlıların iyileşmesi, sıhhat bulması
yani hayatiyet üzerine olmuştur.
İslâmiyet’ten önce Arap
yarımadasında şiir, hitâbet yani edebiyat ileriydi. Ahenkli ve anlamlı nazım
söyleyen şairler, güzel konuşan hatipler itibar görür, sevilir, sayılırdı. Her
kabilenin şairleri, hatipleri bayramlarda, pazar ve meydanlarda atışır,
yarışırlardı. Bir şairin veya hatibin birincilik kazanması hem onlar için, hem
de mensubu bulunduğu kabile için büyük şeref ve gurur kaynağıydı. Herkesin
kabul ettiği ünlü şiirler yazılır, mukaddes kabul edilen Kâbe duvarına
asılırdı. “Yedi Askı” adı verilen şiirler, bu şekilde elemeden geçerek meşhur
olmuş ve asılmış yedi şiirdir. Böyle bir ortam içinde Efendimiz Muhammed
(Salallahu aleyhi ve’s-sellem) teşrif etti. Vahyolunan Kur’ân-ı Kerîm’i
insanlara tebliğ etti.
Kur’ân-ı Kerîm, ihtiva ettiği sayısız bilgiler bir yana, sadece
belâgât özelliğiyle şairlere, hatiplere, herkese meydan okudu. Allah-u Teâlâ,
tarafından indirildiğine inanmayanlara, tek tek veya topluca bir araya gelip
onun bir kısa sûresinin benzerini meydana getirmelerine davet etti. Nice ünlü
hatip ve şairin ağzı açık kaldı. Bunun insan sözü olamayacağını kabul etmek zorunda
kaldılar. Edebiyattan anlayan birçok kişi, Kur’ân-ı Kerîm’in beliğ ve fesih
oluşuna hayran kalarak mucizeliğini kabul ettiler, Müslüman oldular.
Peygamberimizin (Salallahu aleyhi ve’s-sellem) (biiznillah) gösterdiği taşların
ve dağların konuşması, ağaçların yürümesi, Ay’ın ikiye ayrılması, Miraç
hâdisesi ve bunlar gibi mucizelerin yanı sıra en büyük mucizesi, kıyamete kadar
korunmuş ve hükmü geçerli olan Kur’ân-ı Kerim’dir.
D) Ve’z-zeytûni: Muhammed (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)
“(Habibim) Seni (rahmetimizin) müjdeci(si, azabımızın) haberci(si
ve) bütün insanların Peygamberi olmaktan başka (bir sıfatla) göndermedik. Fakat
insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (Sebe’, 28)
“(Habibim) De ki, ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyun ki Allah da
sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok
esirgeyicidir’.” (Âl-i İmrân, 31)
“De ki, ‘Allah’a ve Peygamberine itaat edin’. Eğer yüz
çevirirlerse, şüphesiz ki Allah da o kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 32)
Peygamberlerin sonuncusu ve baş tâcı, Resûl-i Ekrem Efendimizdir. Adı,
“çok hamd eden, çok övülmüş, methedilmiş” anlamındadır. Diğer Peygamberler
kendi kavimlerine gönderilmiştir. Efendimiz ise bütün insanların ve cinlerin
Peygamberidir. Diğer Peygamberlerin ümmetleri geçmiş zaman aralığında
yaşamıştır. Müslümanlar ise kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Geçmiş
Peygamberlerin ümmetlerine inen hükümler (şeriatlar), Efendimizin teşrifi ile
nesholunmuştur. Kur’ân-ı Kerîm ise kıyamete kadar bâkidir.
Bu âciz, kıt ilmi ile Efendisini nasıl methetsin? Ki, O’nu Allah-u
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de methetmiştir. Âlemlerin Rabbine şükürler olsun ki,
birçok âlim, mutasavvıf, yazar ve devlet adamı bu mevzuda sayısız eser vermiştir.
İmam-ı Rabbânî oğlu Muhammed Sâdıka, yazmış olduğu mektupta Peygamberlerin
hususiyetlerini anlatmaktadır:
“Vilâyetin her derecesi ulül-azm bir peygamberin altındadır. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem Aleyhisselâm’ın (alâ nebiyyina ve aleyhisselâm) altındadır. Onun terbiye edicisi, Tekvîn sıfatıdır. İnsanların her işini, her hareketini bu sıfat yapar. İkinci derece, İbrâhim Aleyhisselâm’ın altındadır. Nûh Aleyhisselâm da bu mâkâmda ortaktır (alâ nebiyyina ve aleyhismessalevatü vetteslimât). Bunların Rabbi, İlim sıfatıdır. Bu sıfat, Sıfât-ı Zâtiyye’nin en genişidir. Üçüncü derece, Mûsâ Aleyhisselâm’ın ayağı altındadır. Onun Rabbi, şü’ûnların mâkâmından, Kelâm şânıdır. Dördüncü derece, Îsâ Aleyhisselâm’ın ayağı altındadır (âlâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm). Onun Rabbi, Selb sıfatlarındandır. Sübût sıfatlarından değildir. Bu derece, takdis ve tenzih mâkâmıdır. Meleklerin çoğu, bu mâkâmda İsâ Aleyhisselâm’la ortaktır. Bu mâkâmda büyük şan vardır. Beşinci derece, Peygamberlerin Sonuncusunun ayağı altındadır (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât). Onun Rabbi, rablerin rabbidir. Ve sıfatları, şü’unları, takdisleri ve tenzihleri kendinde toplamaktadır. Bütün yüksek derecelerin merkezidir.”
Hazreti
Muhammed Aleyhisselâm’ın azîm
ahlâkı
444 eserden faydalanarak yazılmış olan Riyadü’n-Nâsihin kitabının
üçüncü kısmının ikinci bölümünde, aşağıdaki kıymetli bilgiler verilmektedir:
“Allah-u
Teâlâ, Sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak Onun mübârek
kalbini okşarken, Kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, ‘Sen güzel
huylu olarak yaratıldın’ buyurmaktadır. Akreme buyuruyor ki, ‘Abdullah ibni
Abbâs’tan işittim: Bu âyet-i kerimedeki Huluk-ı Azîm yani güzel huylar,
Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği ahlâktır. Hadâiku’l-Hakâyık kitabında diyor ki, ‘Âyet-i
kerimede, ‘Sen huluk-ı azîm üzeresin’ buyuruldu. Huluk-ı azîm demek, Allah-u
Teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile güzel huylu olmak demektir’.
Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resûlullah’ın güzel ahlâkı sebep oldu. Muhammed
Aleyhisselâm’ın bin mucizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu
kadar mucizesinin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi.”
Kimyây-ı
Saâdet kitabında diyor: “Ebû Saîd-i Hudrî Hazretleri buyurdu ki, ‘Resûlullah (Sallallahü
aleyhi ve’s-sellem), hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü.
Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı.
Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca ona
yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba içinde eve getirirdi. Fakirle,
zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha
etmek için mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve
beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne koyulan
şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama
yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi
geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü
görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat alçak tabiatlı
değildi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi.
Nâzik idi. Cömert idi. Fakat israf etmez, fâidesiz yere bir şey vermezdi.
Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi.
Saâdet, huzur isteyen, onun gibi olmalıdır.”
Mesâbih
kitabında, Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyuruyor: “Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve’s-sellem) on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kere üf
demedi. ‘Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın?’ buyurmadı.” Yine
Mesâbih’de, Enes bin Mâlik diyor: “Resûlullah (Sallallahü aleyhi ve’s-sellem)
insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün bir yere gönderdi. ‘Vallahi
gitmem’ dedim. Fakat gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar
pazarda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama baktım. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve’s-sellem) arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu. ‘Ya
Enes! Dediğim yere gittin mi?’ buyurdu. ‘Evet, gidiyorum Ya Resûlullah’ dedim.”
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh) diyor: “Gazâda, kâfirlerin yok olması için duâ
buyurmasını söyledik. ‘Ben lânet etmek için, insanların azap çekmesi için
gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için
gönderildim’ buyurdu.” Allah-u Teâlâ, Enbiya Sûresi’nin 107’nci âyetinde, “Seni
âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyuruyor.
Ebû
Saîd-i Hudrî (radıyallahü anh) buyurdu: “Resûlullah’ın (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)
hayâsı, bâkire İslâm kızlarının hayâlarından daha çoktu.”
Enes
bin Mâlik (radıyallahü anh) diyor: “Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)
bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan
ayırmazdı. O kimse yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir
kimse yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygılı olmak için mübârek
bacağını dikip oturmazdı.”
Câbir
bin Sümre (radıyallahü anh) diyor: “Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)
az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi.” Bundan
anlaşılıyor ki, her Müslümanın mâlâyâni (faidesiz) şey söylememesi, susması
lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Yani gayet açık ve metotlu
konuşur ve kolay anlaşırdı.
Enes
bin Mâlik (radıyallahü anh) buyuruyor: “Resûl Aleyhisselâm hastayı ziyarete
gider, cenaze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl Aleyhisselâm’ı
Hayber Gazâsı’nda gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl
Aleyhisselâm sabah namazından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri su dolu
kapları önüne getirirler, mübârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve
soğuk su olsa da, her birine mübârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı.”
Yine
Enes (radıyallahü anh) diyor: “Bir küçük kız, Resûl Aleyhisselâm’ın elini tutup
bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hâllederdi.”
Câbir
(radıyallahü anh) diyor: “Resûl Aleyhisselâm’dan bir şey istenip de ‘Yok’ dediği
işitilmedi.”
Enes
bin Mâlik buyuruyor: Resûl Sleyhisselâm ile birlikte gidiyordum. Üzerinde
bürd-i Necrâni vardı. Yani Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü
gelip yakasından öyle çekti ki paltonun yakası mübârek boynunu çizdi, yeri
kaldı. Resûl Aleyhisselâm geriye döndü, köylü zekât malından bir şey istedi.
Resûl Aleyhisselâm, onun bu hâline güldü. Ona bir şey verilmesi için emir
buyurdu.” Tetümmetü’l-Mazhar kitabında diyor ki, “Buradan anlaşılacağına göre,
insanların başında bulunan kimsenin, Resûl Aleyhisselâm’a uyarak, bunların ezâ
ve sıkıntılarına katlanması lâzımdır. Zaten sıkıntıya katlanmak, herkes için
iyi bir huydur. Üstlerin katlanması ise daha güzel olur”.
Zâdü’l-Mukvîn
kitabında diyor:
“Resûl
Aleyhisselâm’ın komşusu bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resûl Aleyhisselâm’a
gönderdi, ‘Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana namazda örtünecek
bir elbise gönder’ diye yalvardı. Resûl Aleyhisselâm’ın o anda hiç elbisesi
yoktu. Mübârek arkasındaki entâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti
gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Ashâb-ı Kirâm bu hâli işitince, ‘Resûl Aleyhisselâm,
o kadar cömertlik yapıyor ki gömleksiz kalıp mescide cemaate gelmiyor. Biz de
her şeyimizi fakirlere dağıtalım’ dediler. Allah-u Teâlâ, hemen İsrâ Sûresi’nin
yirmi dokuzuncu âyetini gönderdi. Önce Habîbine, ‘Hasislik etme, bir şey
vermemezlik etme’ buyurup, sonra da, ‘Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak
üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran’ buyuruldu.
O
gün, namazdan sonra Hazreti Ali (keremallahü vecheh), Resûlullah’ın yanına
gelip, ‘Ya Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)! Bugün, çoluk çocuğuma
nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size
vereyim. Kendinize entâri alınız’ dedi. Resûl Aleyhisselâm çarşıya çıkıp iki
dirhem ile bir entâri satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya
giderken gördü ki, bir a’mâ (iki gözü kör insan) oturmuş, ‘Allah rızâsı için ve
Cennet elbiselerine kavuşmak için bana kim bir gömlek verir?’ diyordu. Almış
olduğu entâriyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entâriyi eline alınca misk gibi güzel
koku duydu. Bunun Resûl Aleyhisselâm’ın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü
Resûl Aleyhisselâm’ın bir kere giydiği her şey -eskiyip dağılsa bile parçaları da-
misk gibi kokardı.
A’mâ dua ederek, ‘Ya Rabbi! Bu gömlek sahibinin hürmetine, benim gözlerimi aç’ dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl Aleyhisselâm’ın ayaklarına kapandı. Resûl Aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entâri satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. ‘Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?’ buyurdu. ‘Bir Yahudi’nin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al’ dedi. Bunları alıp gidiyordum, elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım’ dedi. Resûl Aleyhisselâm, son dirhemini kıza verdi. ‘Bununla şişe ve yağ al. Evine götür’ buyurdu. Kızcağız, ‘Eve geç kaldığım için Yahudi’nin beni döveceğinden korkuyorum’ dedi. Resûl Aleyhisselâm, ‘Korkma! Seninle birlikte gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim’ buyurdu.
Eve
gelip kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp Resûlullah’ı (Sallallahu aleyhi
ve’s-sellem) görünce şaşırıp kaldı. Yahudi’ye olanı biteni anlatıp kıza bir şey
yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resûlullah’ın ayaklarına kapanıp, ‘Binlerce
insanın baş tâcı olan, binlerce arslanın emrini yapmak için beklediği Koca
Peygamber! Bir hizmetçi kız için ben gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin.
Ya Resûlullah! Bu kızı senin şerefine azâd ettim. Bana imanı, İslâm’ı öğret.
Huzurunda Müslüman olayım’ dedi. Resûl Aleyhisselâm, ona Müslümanlığı öğretti.
Müslüman oldu.
Bunlar
hep, Resûlullah’ın (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem) güzel huylarının bereketi
ile oldu. O hâlde ey Müslüman! Sen de Resûlullah’ın güzel huyları gibi
ahlâklanmalısın! Hattâ Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak, her Müslümana lâzımdır.
Çünkü Resûl Aleyhisselâm, ‘Allah-u Teâlâ’nın ahlâkı ile huylanınız’ buyurdu.
Meselâ, Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarından biri Settâr’dır. Yani ‘Günahları Örtücü’…
Müslümanın da, din kardeşinin ayıbını, kusurunu örtmesi lâzımdır. Allah-u Teâlâ,
kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da, birbirlerinin kusurlarını,
kabahatlerini affetmelidir. Allah-u Teâlâ Kerîm’dir, Rahîm’dir. Yani lütfu,
ihsanı boldur ve merhameti çoktur. Müslümanın cömert ve merhametli olması lâzımdır.
Bütün güzel ahlâk da böyledir.
Resûl
Aleyhisselâm’ın güzel huyları pek çoktur. Her Müslümanın bunları öğrenmesi ve
bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece dünyada ve ahirette felâketlerden,
sıkıntılardan kurtulmak ve O İki Cihan Efendisinin şefaatine kavuşmak nasip
olur.”
Resûlullah
(Sallallahu aleyhi ve’s-sellem) şu duâyı çok okurdu: “Allahümme inni es’elüke,
sıhhate ve’l-afiyete ve’l-emanete ve hüsne’l-hulki verrıdae bil kaderi,
birahmetike Ya Erhame’r-Rahîmîn!” (Anlamı: “Ya Rabbi! Senden sıhhat ve afiyet
ve emanete hıyanet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey
merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!”)
Peygamber
Efendimizin “Muhammed” ismi (Sallallahu aleyhi ve’-sellem), Kur’ân-ı Kerîm’de
dört yerde geçmektedir: Âl-i İmran, 144; Ahzab, 40; Fetih, 29; Muhammed, 22.
Saf Sûresi’nin altıncı âyetinde ise “Ahmed” ismiyle haber verilmektedir. Önceki
kitaplarda, Tevrat ve İncil’de de bildirilmektedir. Tevrat’ta “Münhamenna”
şekliyle geçmiştir.
İslâmiyet’ten
önce Yahudiler bir peygamberin geleceğine inanıyor ve bekliyorlardı. Medîneli
Yahudiler, Arap müşriklerle münakaşa ederken, “Yakında Allah bir peygamber
gönderecek, sizin hakkınızdan gelecek” derlerdi. Onlar kendilerinden bir peygamber
olsun istiyorlardı. Kendilerinden olmayınca kıskandılar ve haset ettiler. Az da
olsa bir kısmı Müslüman oldu. İncil’de ise “Ahmed” isminde peygamber
gönderileceği ve O’nun ashabının üstünlükleri bildirilmekteydi. Îsâ Aleyhisselâm,
kendisine vahiyle gelen “ashabının güzellikleri ve üstünlükleri” ifadesi karşısında
şevk ve heyecana gark oldu ki O’nun ümmetinden olma arzusuyla Rabbine niyazda
bulundu. Ve (biiznillah) kabul olundu. Îsâ Aleyhisselâm’ın nüzul edecek (ikinci
geliş) oluşunun hikmetlerinden biri de budur.
Ey
Müslüman! “Öyle, böyle, şöyle” deyip dırdır etme! O’nun ümmeti olmanın
“şerefini ve kıymetini” anla, daima Rabbine hamd ve senâ et!
Aklı
ve insafı olanlar, (yabancı olsa da) O’nun hayatını incelediklerinde şöyle
derler: “Ey Muhammed (Sallallahu aleyhi ve’s-sellem)! Sana muâsır (zamanında
yaşayıp tâbi) olamadığımdan dolayı çok müteessirim. Muallimi ve nâşiri olduğun
bu kitap (Kur’ân-ı Kerîm) Senin (eserin) değildir. O, İlâhî kaynaklıdır. O’nun
İlâhî bir kitap olduğunu inkâr etmek, mevcût ilimlerin yanlış olduğunu ileri
sürmek gibi gülünç olur. Beşeriyet, Senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa
görmüş, bundan sonra bir defa daha görmeyecektir. Ben, huzurunda kemâl-i
hürmetle eğilirim…” (Prens Otto von Bismarc, 1815-1898)
Yazımız
biiznillah devam edecek…
***
Prens
Bismarc kimdir?
ALMANYA İmparatorluğu’nun
ilk başbakanıdır. Bir süvari subayının altı çocuğundan dördüncüsüydü. Göttinger
Üniversitesi’nde hukuk okudu. İki yıl staj gördükten sonra subay oldu. 1851’de
Frankfurt Diyeti’nde Prusya Bakanı oldu. Elçiliklerde bulunduktan sonra
Berlin’e çağrılarak Başbakanlığa ve Dışişleri Bakanlığına getirildi. Kont unvanını
aldı.
18
Ocak 1871’de Alman İmparatorluğu’nun yeniden kuruluşunu ilân etti. İdarî işlerdeki
titizliğinden dolayı “Demir Başbakan” lakabıyla şöhret kazandı. İkinci Wilhelm
tahta geçtikten sonra, Berlin’de İşçi Konferansı vesîlesiyle 1890’da istifa
etti. Friedrichsruh’a çekildi ve burada öldü. Yazdığı hatıralar tarih
bakımından önemlidir.