Ve durgun akardı Zamantı

İşin trajikomik yanı ise, o gün tarihi değiştiren hamleleri yirmi yirmi beş yıllık bir öngörü ile gerçekleştiren Ulu Hakan’a biçilen “Kızıl Sultan, despot, istibdatçı” gibi sıfatların bugün de Erdoğan için tedavülde olmasıdır. Tarih gerçekten tekerrürden ibaret olmalı. Ve biz, -maalesef- tarihten çok da ibret alamayan bir milletiz galiba.

PEK Muhterem Kari,

Henüz ilkokulu yeni bitirmişken yuvasından düşen kuş çaresizliğinde kendimi içerisinde bulduğum, altı yıl boyunca okuduğum, yollarında voltalar attığım, kan ter içerisinde maçlar yaptığım, yaptığım maçlar yüzünden ayakkabılar parçaladığım, parçalanmış ayakkabılar ile haftalar geçirdiğim, kavgalar ettiğim, dayaklar yediğim, disiplinlere gittiğim, güldüğüm, ağladığım, altı yıl boyunca hiç gelmeyen ve hiç gelmeyecek mektupları beklediğim, henüz güneş bile doğmamışken karlarda bata çıka sabah etütlerine gittiğim, yirmi kişilik koğuşu geçtim kendisini bile ısıtamayan kalorifer peteğinden sızan suların sabaha kadar zeminde oluşturduğu buz tabakasında kayıp düştüğüm, yemek sırasında öne geçmek için koştuğum, doyduğum, aç kaldığım, demir bardaklarından çaylar içtiğim, kopya çektiğim, kopya verdiğim, derslerden kaçtığım, başlangıçta hapishanedeymişim gibi gelse de diplomayı alınca ağlaya ağlaya ayrılabildiğim, şöyle geriye bakıp düşündükçe aslında en güzel günlerimi geçirdiğimi hissettiğim Anadolu’nun bir ücra kasabasındaki devlet parasız yatılı okulunda geçirdiğim altı yıl boyunca en büyük keyfim, hafta sonları arkadaşlarla kıyısına kadar geze geze gittiğimiz ırmağın kenarında, zamanın akışı gibi kıvrıla kıvrıla akan suyun akışını izlemek olurdu.

O ırmağın adı, “Zamantı” idi. Zaman gibi akıp giden bir ırmağa verilmiş ne güzel isim “Zamantı”...

O ırmağa girdiğimi hiç hatırlamıyorum. Neden bilmiyorum, ama sanırım ayağımı bile sokmadım içine. Belki de kıyısında durup zamanı izlemek gibi, o gün de Zamantı’nın kıyısında oturup Zamantı’yı izlemek daha keyifli gelmişti bana, kim bilir!

Bir boşlukta sefinemin nişangâhını otuz otuz beş yıl öncesine, Zamantı’nın kıyısına kurmak, suyun içerisinde bata çıka yüzen saçları aylarca okşanmamış o çocukların kaygısız, tasasız oyunlarını, sudan çıktıkça çamaşırlarını kurutmalarını, yanlarında getirdikleri kuru ve bayat somunu güle oynaya yemelerini, ıslak ve kavruk tenlerine vuran güneşin yansımalarını, şakalaşmalarını, gülüşmelerini, aralarından seçtikleri bir kurbanı karga tulumba suya atmalarını uzun uzun seyretmek istiyorum.

Ve ırmağın kenarında oturmuş arkadaşlarını, belki de sadece ırmağı izleyen o gözlüklü çocuğu… Hatta beni tanımayacaklarından emin olsam, yanlarına gidip onların aylarca okşanmamış üç numaraya vurulmuş saçlarını okşamayı, öpmeyi istiyorum.

Bir gün bunu yaparsam, elbette siz değerleri okurlarıma yaşadıklarımı, gördüklerimi ve hissettiklerimi anlatırım. Neden olmasın! Lâkin bugün daha önemli bir işimiz var. Sizleri biraz daha eskiye, tarihin kırılmakla kalmayıp darmadağın olduğu bir zamana götürmek niyetindeyim efendim. Verilmiş sözünüz ve daha önemli bir işiniz yoksa bana eşlik eder misiniz?

***

Bu ayki yolculuğumuz için zaman nişangâhımızı tam 106 yıl öncesine kuruyorum. 18 Mart 1915’e… Mekân nişangâhımızın neresini gösterdiğini anlamışsınızdır sanırım. Evet, Çanakkale! Sefinenin kasnakları dönerken bile duymaya başlıyorum yeri göğü inleten top seslerini. Haydi bismillah!

Artık top sesleri çok daha yakından geliyor. Boğazın sırtlarındayım, Hamidiye tabyasında. Az ilerideki topçu bataryalarının boğaza dönük namluları kulakları sağır edercesine öfkesini kusuyor kara dumanlar çıkararak. Tam da bu anda “Burada olmak doğru bir fikir miydi?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bataryalar ateşlendikçe zangır zangır titriyorum. Boğaza giriş yapmış ve akşama kalmadan İstanbul’a ulaşmayı plânlayan İngiliz ve Fransız gemilerinden atılan toplar yakınlara düştükçe, yer, sanki ayaklarımın altından çekiliyor. Düşen her gülleyle birlikte yerden toz, toprak, alev, duman, kan, kol, bacak yükseliyor onlarca metre yukarıya.

Bataryalar bir doluyor, bir boşalıyor. Askerler bataryalara mermi taşıyorlar yuvasına erzak taşıyan karıncalar gibi. Amiral John de Robeck komutasındaki filo, bataryalardan açılan kesif top atışlarına rağmen cüretkâr bir şekilde boğazda ilerlemeye devam ediyor. Bir taraftan da açılan ateşe cevap vermeye çalışıyorlar.

İki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George, kıç omuzluklarında yerlerini almış, Rumeli ve Yıldız tabyalarını dövmekte. Sıhhiyeler ellerindeki sedyelerle birkaç uzvu kopmuş, belki de çoktan şehit olmuş askerleri düşe kalka taşıyorlar cephe gerisindeki ilk yardım çadırlarına. “Kıyamet böyle bir şey olmalı” diye düşünüyorum dehşet içerisinde izlerken.

Osmanlı bataryalarından çıkan mermiler Çanakkale’nin kolay kolay geçilemeyeceğini haber veriyor İtilâf Devletleri’nin donanmasına. Donanma boğazın en dar yerine doğru ilerledikçe durum daha da ciddi bir hâl almakta. Sulara düşen mermiler her saniye gemilere daha da yaklaşmakta.

Saatler 12:00 sularına geldiğinde Suffren adlı Fransız gemisi büyük bir hızla tornistan yapıp boğazı terk etmeye karar veriyor ve Bouvet de onu izliyor. Biraz sonra Bouvet’te bir iki patlama oluyor ve birkaç dakikada suların altına gömülüyor. İtilâf donanmasındaki şaşkınlığı millerce uzaktan hissedebiliyorum.

Queen Elizabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kesiyorlar. Çok geçmeden Goulois de isabet alıyor ve üzerinden dumanlar tüterek gerisin geri boğazı terk etmeye koyuluyor.

Bir saat geçmeden, Nusret mayın gemisinin bir gece öncesinden döşediği mayınlardan birine çarpan ve Türkçe karşılığı “boyun eğmez” olan Inflexible adlı zırhlı da büyük yara alıyor ve boğazı terk etmek zorunda kalıyor. Boğazda kalan gemiler tabyaları dövmeye devam ediyorlar, ancak iki taraf da artık biliyor bu bombardımanın İtilâf donanmasının son çırpınışları olduğunu.

Bu arada en yakındaki batarya tarafından bir ses işitiyor, irkiliyorum: “Kahraman Çavuş, mermi yetiştir!

Kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor, o tarafa dönüyorum. Bataryanın içinden iriyarı, pehlivan gibi bir babayiğit çıkıyor. Saçı sakalı birbirine karışmış. Bataryanın dışında sıra sıra duran top mermilerinden birisini sırtlıyor ve yeniden bataryaya giriyor. Kalbimin atışından anlıyorum. Sırtında mermi ile bataryaya giren, ismini aldığım ve o âna kadar yüzünü hiç görmediğim dedem, “Kahraman Çavuş”...

Batarya yeniden ateşleniyor. O mermi, Türkçe anlamı “karşı konulamaz” olan Irresistible’nin hemen dibinde patlıyor. “Karşı konulamaz”, geri çekilme isteğine karşı koyamıyor ve tabyalardan uzaklaşmak isterken bir mayına çarpıyor. Üç dakika içerisinde o da boğazın sularında kayboluyor.

Amiral De Robeck, donanmasına geri çekilmeleri için emir veriyor. Amiralin İstanbul’da olmayı plânladığı saatte, 18:00 sularında geri çekilirken, Ocean da başka bir mayından nasibini alıyor ve batıyor. İtilâf Devletleri’nin kurtulabilen gemileri boğazdan çıkış yaparken, resmî tarih tarafından ismi çoktan unutturulmuş olan bu savunmanın komutanı Cevad Paşa, askerlerine içtima emri veriyor.

Hâlâ tabyalardan, yamaçlardan dumanlar, tozlar yükselmekte. Sıhhiyeler harıl harıl yaralıları -belki de şehitleri- taşımaktalar beyaz çadırlara. Göğsümde, göğüs kafesime sığmayıp taşan bir gurur, önümde zaman gibi, Zamantı gibi kıvrıla kıvrıla akan Çanakkale Boğazı, aklımda Mehmed Âkif Ersoy’un dizeleri, dönmeye hazırlanıyorum: “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer./ O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…/ Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak/ Boşanır sırtlara, vâdilere sağanak sağanak…”

Gün artık batmaya hazırlanırken, bir not daha düşelim ve dönüş yoluna koyulalım dostlar: O gün İtilâf Devletleri’nin donanmalarını döven bataryalar, düşman gemileri boğaza yaklaşırken apar topar inşâ edilmemişti elbette. Onlar uzun süredir oradalardı ve bu savaşı bekliyorlardı. Birileri Çanakkale Boğazı’ndan gelebilecek tehlikeyi önceden görmüş ve bu bataryaları savaştan önce hazır etmiş olmalıydı. Ama kim ve ne zaman?

Bakınız, gerçek tarihin sararmış ve tozlanmış yaprakları bu konuda bizlere neler söylüyor: Bu bataryaların inşâsında, Çanakkale Savaşı’nı 35 yıl önceden gören bir Ulu Hakan’ın imzası vardır, İkinci Abdülhamid Han’ın… Tâ 1880 yılında Çanakkale Boğazı’nın stratejik önemini gören Abdülhamid Han, Hakkı ve Cemil Paşaları görevlendirerek boğazın savunması için taktik plânlar hazırlattırır. Bu çalışmalar sonunda 1890’a gelindiğinde buralardaki kale ve sahil bataryalarına Tophane’de dökülen toplarla birlikte, Avrupa’dan (özellikle Almanya’dan) alınan Krupp ve Armstrong cinsi toplar yerleştirilir.

Aslında Çanakkale Boğazı bu savaşa 20-25 sene önceden hazır hâle getirilir bir Ulu Hakan’ın eşsiz öngörüsü ve feraseti sayesinde. Çanakkale’de de karşımıza çıktın ya ey Abdülhamid Han, sana aşk olsun ve Allah sana gani gani rahmet eylesin! (Âmin.)

***

Muhterem dostlar,

O gün memleket savunması ve de memleket savunması için yapılan yatırımlar ne kadar kıymetli idiyse, bugün de en az o günkü kadar kıymetli ve değerlidir. O günden bugüne kadar memleketimiz üzerine yapılan plânlar hiç değişmedi. Bizleri Sevr’e mahkûm etmek isteyen zihniyet ve akıl hâlâ canlı, iştahlı, motive ve güçlü. Hatta daha da güçlü. Bugün millî savunma sanayiine yapılan yatırımlara, yerli imkânlarla ortaya çıkan silahlara ve bu silahlar sayesinde elde edilen başarılara bu perspektiften bakmak yerinde olacaktır. Tophane’de dökülen ve tabyalara konan toplar, Nusret mayın gemisinin boğaza bıraktığı mayınlar o gün nasıl tarihin seyrini değiştirdiyse, değişen günümüz savunma paradigmalarında İHA’lar, SİHA’lar ve yerli üretim savunma teknolojileri de bugün tarihi ve coğrafyayı yeniden değiştirmeye namzettir. Değiştiriyor da biiznillah.

İşin trajikomik yanı ise, o gün tarihi değiştiren hamleleri yirmi yirmi beş yıllık bir öngörü ile gerçekleştiren Ulu Hakan’a biçilen “Kızıl Sultan, despot, istibdatçı” gibi sıfatların bugün de Erdoğan için tedavülde olmasıdır. Tarih gerçekten tekerrürden ibaret olmalı. Ve biz, -maalesef- tarihten çok da ibret alamayan bir milletiz galiba.