PEK Muhterem Kari,
Güherçile almak için Sütlüce’deki izbe kimya atölyesine giderken ve bir taraftan
24 saati zihnimden 50 bine bölmeye çalışırken, diğer taraftan da lise
yıllarındaki kadar hesap yeteneğimin kalmadığına hayıflanıyorken; aynı zamanda
da hesap yeteneğimi ve hâfızamı körelttiğini düşündüğüm ve o esnada harita
uygulamasıyla yol bulmamda yardımcı olmakta bulunan icad-ı gâvur cep telefonuna
kahretmekle meşguldüm.
Bu virâneye üçüncü gelişimdi lâkin biliyordum ki dördüncü gelişimde kaybolmamak
için yine telefonun yardımına ihtiyacım olacaktı birbirine benzeyen ve her an
başıma bir şeylerin geleceği evhamı ile geçtiğim bu dar sokaklarda -bir daha
gelirsem tabiî-.
Beynimin sol lobunu meşgul eden cebir hesabının sebebi, bir süredir
üzerinde düşünmekte olduğum Meâric Sûresi’nin 4’üncü ayeti idi: “Melekler ve Rûh, O’na, miktarı elli bin yıl
olan bir günde yükselip çıkarlar.”
İzafî olduğunu -artık- bildiğimiz zaman, yukarılarda farklı çalışıyordu
muhtemelen. Miktarı elli bin yıl olan bir gün! Bu nasıl bir denklemdi?
Kıvraklığını yitirmiş olduğunu -artık- kabullenmiş olduğum beynim beni
yanıltmıyorsa ve “Yaş otuz beş, yolun yarısı demek” ise, hiç
ölmeyecekmişiz gibi tükettiğimiz ömrümüz bu hesaba göre sadece ama sadece iki
dakikadan ibaret olmalıydı… Bu hesaba bir de sağlama yapmak gerekti ki İki
Cihan Serveri Efendimiz’in (sav) Miraca yükselip geri döndüğünde yatağı hâlâ
sıcacık değil miydi? Demek ki, hesap az çok doğruydu. Ama yine de ilk fırsatta icad-ı
gâvurun hesap makinası uygulamasından bu hesabı kontrol etmem gerekecekti.
Sağ gözü tamamen kör, sol elinin başparmağı kökünden kopmuş, ağzında kalan
üç beş dişi kâmilen kahverengiye dönmüş, değirmi yüzünü olduğu gibi kapatmış
olan bıyığı ve sakalının ağzını çevreleyen kısmı nikotinden sararmış ve üstü
başı kir toz içerisindeki ucube kimyager, onu gördüğüm ilk andan itibaren
oldukça tekinsiz gelmişti bana; en az içerisinde bulunduğum dükkânı kadar. Yeni
bir güherçile tedarik noktası bulana kadar tahammül etmem gerekiyordu bu hilkat
garibesine, yapacak bir şey yoktu.
Alışverişlerde en tahammül edemediğim şey, satıcının gereksiz sorular
sormasıdır. Hele de ketum olmayı gerektiren böylesi alışverişlerde... Bana
kalırsa, satıcıların soru sorması kanunen yasaklanmalı ve bu hak sadece alıcıya
mahsus olmalı. Alıcı ihtiyacını söylemeli, satıcı malını vermeli, ücret ödenmeli
ve alışveriş bu şekilde nihâyete ermeli.
Velhasıl, üçüncü gelişimde kimyager tahammül sınırlarımı epeyce zorladı ve
üç alışverişlik tüm sorularını üzerime boca etti. Kimyager miymişim,
laboratuvarım filan var mıymış, ne için güherçile alıyormuşum, daha ihtiyacım
olacak mıymış, nereden geliyormuşum, dükkânına kadar zahmet etmeme gerek
yokmuş, kendisi de gönderebilirmiş, bunu ister miymişim?.. Bir daha buraya
gelmemem gerektiğini o gün anlamıştım. Sıvı yakıta dönmenin vakti gelmişti!
İhtiyacım olan güherçileyi alıp ihtiyacım olan temiz havayı bir an evvel
doyasıya ciğerlerime çekebilmek için kendimi virâneden dışarı attım. Eve dönüş
yoluna koyulduktan bir vakit sonra her döndüğüm köşeyi üç beş saniye tehirle bir
beyaz aracın da dönmekte olduğunu fark ettim. “Telâşa kapılmadım” dersem yalan
olur. Bir süre aynı sokaklarda şuursuzca daireler çizdim, beyaz araba da
peşimden aynı daireleri çizmeye devam etti.
Ben hızlandım, o hızlandı; yavaşladığımda yavaşladı. Peşimden ayrılmaya
niyeti yok gibiydi. Sütlüce’nin sokaklarında tedirginlik içerisinde dolaşmaya
başladım. Her girdiğim sokakta telefondan “Rota yeniden hesaplanıyor”
bildirimi geliyordu ve beyaz araba da peşimden geliyordu. Soğuk terler dökmeye
başlamıştım ve bu beyaz araba asla benim evi bulmamalıydı.
Sonunda son bir köşeyi dönüp bir kıraathanenin önünde durdum, içerisi
kalabalıktı. Bir vukuat çıkarsa elbet birisi yardım ederdi - umarım-… Beyaz
araba aynı köşeyi döndü, durmuş olduğumu fark edince o da durdu. Gözlerim dikiz
aynada, öylece beş on dakika bekledim.
Bir süre sonra beyaz araba dörtlülerini yakarak geri geri aynı köşeyi döndü
ve patinaj çekerek kayboldu. Bir süre daha etrafı kolaçan ettim, hattâ inip
kahvede iki bardak çay içtim beyaz arabanın takipten vazgeçmiş olduğundan enikonu
emin olmak için. Ancak bir saatin sonunda nabzım ve adrenalin seviyem normale
gelebildi. Yeniden arabamı çalıştırdığımda, radyoda Makber çalıyordu: “Rüya
değil bu, ayniyle vaki”… Gözüm dikiz aynamda ve bütün beyaz arabalardan
şüphe ederek eve doğru yola koyuldum.
Allah’ım, nereden girdim ben bu işlerin içerisine? Ve Efrasiyab, neden
açtın başıma bu belâyı?
***
Bu ayki seyahatimiz için Sefîne-i Tayy-i Zamanın güherçile haznesini
doldurduk, son kontrolleri yaptık, hazırsanız yola koyulalım inşallah… Zaman
nişangâhımızı 13Eylül 1960’a kuruyorum. Rotamız, ABD’nin Louisville şehri. Haydi
bismillah, deveran başlasın! Fiyuvv, fiyuvv!
Indiana ile Kentucky eyâletlerini ayıran Ohio nehri üzerinde kurulu Clark
Memorial Köprüsü’nün girişindeyim. Çelikten imâl edilmiş estetikten yoksun bu
köprünün Kentucky tarafındaki yaya yolu üzerinde yer yer paslanmış olan
korkuluklara dayanmış an’ı bekliyorum. Hava biraz serince... Bir taraftan da
köprünün hemen altından geçen ve nehir boyunca uzanan yürüyüş yolunda dolaşan
insanları seyretmekteyim. Koşanlar, köpeğini gezdirenler, aylak aylak
dolaşanlar, velespit kullananlar, çocuklarının peşinden koşturanlar… Herkes
için sıradan bir gün; bir kişi için hâriç. Biz de onu bekliyoruz.
Bu bekleyişim uzun sürmüyor. Yanımdan hızlı adımlarla bir Siyahî geçiyor. On sekiz, en fazla yirmi yaşlarında. Kaşları çatık, yanakları ıslak, gözlerinden şimşekler çakıyor… Derin derin solurken burun deliklerinin açılıp kapandığını görebiliyorum. Beni fark etmiyor bile yanımdan geçerken. Atletik vücûdundan sağlam bir sporcu olduğu anlaşılıyor. Köprünün ortasına kadar yürüyor. Köprünün korkuluklarını kırmak istercesine kavrıyor. Öfkesinin şiddetini, yaslanmakta olduğum aynı korkuluklardan hissedebiliyorum; irkiliyorum ve korkuluklarla temasımı kesiyorum gayr-i ihtiyarî.
Bir süre söyleniyor ama ne dediğini duyamıyorum. Sonra cebinden çay tabağı büyüklüğünde parlak bir cisim çıkarıyor ve öfkeyle nehrin sularına fırlatıyor. Parlak metalin arkasında uçurtma kuyruğu gibi bir kurdele olduğunu görüyorum. Bu bir madalya! Hattâ altın madalya!
Madalya nehre düşüyor ve gözden kayboluyor. Bir süre daha orada bekleyen
Siyahî, yine bana doğru yürümeye başlıyor. Yanımdan geçerken bir anlığına göz
göze geliyoruz. Gözlerinde hâlâ aynı öfkeyi görebiliyorum. Kendisine muhabbetle
sarılmak istiyorum ama buna cesaretim yok. Boğazımda bir düğüm ve gözümde
yaşlarla bu onurlu adamın peşinden bakakalıyorum.
Onun adı, “Cassius Marcellus Clay JR”!
Clay, bundan iki saat öncesinde yakın arkadaşı Ronnie King ile bir
lokantaya gitmek istemişti. Ancak kapıdaki görevliler, “Burada sadece Beyazlara
servis yapılıyor” diyerek Clay’ı içeriye almamışlardı. Clay kendisini
tanıtmış olsa da Beyaz adamlar (!) kurallarını esnetmeye niyetli değillerdi.
Ve bundan iki gün öncesi… Cassius Marcellus Clay, Roma Olimpiyatları’ndan,
biraz önce Ohio nehrine attığı altın madalyası ile birlikte Olimpiyat Şampiyonu
olarak “ülkesine” dönmüştü. “Ülkesinin” bir restoranına -Olimpiyat Şampiyonu
olsa bile- Siyahî olduğu için alınmamıştı.
4 yıl sonra Clay, Müslümanlığı seçecek ve “Kölelik adım” dediği ilk
isimlerinden vazgeçerek “Muhammed Ali” ismini alacaktır.
Ve Muhammed Ali’nin Müslüman olmasından üç yıl kadar sonrası… Londra’da
İslâm Enstitüsü’nün bir daveti için Muhammed Ali’ye eşlik etmek üzere Nevzat
Yalçıntaş Hoca görevlendirilir. Sabah, otelin lobisinde buluşurlar. Nevzat Hoca,
Muhammed Ali’nin yanına gider ve selâm verir: “Selamünaleyküm!”
Muhammed Ali selâmı alır: “Aleykümselâm!”
El sıkışılır ve Nevzat Hoca, Muhammed Ali’ye sarılır. Sarılır ama Muhammed
Ali, Hoca’yı bırakmaya niyetli değildir. Uzunca bir sarılma faslından sonra Şampiyon,
Hoca’yı bırakır. Gözlerinden damla damla yaşlar akmaktadır. Nevzat Hoca
müteessir olur ve sorar: “Aziz kardeşim, niye ağlıyorsun, bir hatâ mı yaptım?” Muhammed
Ali cevaplar: “Yok, hiçbir hatâ yapmadın. Bana bugüne kadar sarılan ilk Beyaz
sensin!”
***
Muhterem dostlar,
Görüyorsunuz, Ohio Köprüsü’nün altından altmış senelik su akmış lâkin Vahşi
Batı’da değişen hiçbir şey yok! Serdedilecek çok kelâm var ama basit bir teşbih
ile yorumu ârifana bırakayım. Muhammed Ali’nin yerine tüm Siyahileri ve
dünyanın “ötekilerini”, Muhammed Ali’yi lokantaya almayan görevlinin yerine ABD
ve Avrupa’yı ve Nevzat Yalçıntaş Hoca’nın yerine de Türkiye’yi koyunuz.
Anlatmak istediklerimin yükünden bu kardeşinizi kurtarınız…
1996, Atlanta Olimpiyatları… Uluslararası Olimpiyat Komitesi, Muhammed Ali’ye,
Ohio nehrine attığı madalyasına karşılık olarak sembolik yeni bir altın madalya takdim etmiştir. Tıpkı bugünün
Beyaz adamının Siyahîlere vermiş olduğu sembolik haklar gibi... İroninin iğne deliği!
Kalınız sağlıcakla efendim…