Ve Âdem (as) yaratıldı...

Âdem ile Havvâ, kendi iradeleri ile yasak olanı yediler. Ve indirildiler. Yasak gıda, dünya nimetlerindendi. Yediklerinde mideye, oradan bağırsaklara geçti. Hazmetme şeklindeki biyolojik hâdise başladı. Karınlarında bir ağırlık oldu, guruldamalar başladı. İkisi de çok şaşırdılar. Çünkü o âna kadar yediklerinde böyle bir hâdise olmuyordu; çok şaşırdılar ve korktular.

“ANDOLSUN, Biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr, 26)

“O (Allah) insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.” (Rahmân, 14)

Bilinmeyen insan

Bu sayımızda insanlık tarihinin başlangıcını ele alıyoruz. Başlangıcı doğru anlayamazsak, sonrasında yanlışa düşmemiz kaçınılmaz olur.

20’nci yüzyıl başlarında hayvanlar âleminde yapılan yüzeysel gözlemler, tek hücrelilerden omurgalılara doğru bir evrimin mevcut olduğunu söylüyordu. Bu hipotezi coşkuyla karşılayan ateistler, hayatlarının fırsatını yakaladıklarını düşündüler. Hayvanlar arasında bir evrilme söz konusu ise bu zincirin son halkası insan olmalıydı.

Sovyetler gibi faşist rejimlerde din zaten yasaktı. Peygamberleri “Marx”, “Din afyondur” demiyor muydu? Marx, bu beylik lâfını, para karşılığı günahları affeden ve Cennet’ten tapu vadeden din adamlarına bakıp mı vermişti, yoksa medyum olan karısından ilham mı almıştı?

Komünist rejimin Tanrı’nın olmadığına dair ilmî (!) ispatı da vardı. “Tanrı’dan şeker isteseniz alamazsınız, ama benden isteyin, veririm” diyerek avuçlarındaki şekeri gösteriyorlardı. “Vahşi kapitalizmin” de işine gelmişti bu evrim. İngiltere’de karın tokluğuna fabrika bacalarını temizlemek için hayatlarını riske atan çocuklar, yüksek bacalardan düşüp can vermeleriyle her gün günlük gazetelere manşet oluyorlardı. Madem insan hayvanın bir nev’i idi, ha hayvanı kesip öldürmüşsün, ha yüksekten düşürüp öldürmüşsün, ne fark ederdi? “Hayvandan da aşağı” olanların bu zihniyeti, İkinci Dünya Harbi’nde on milyonlarca insanın gelişmiş silahlar vâsıtasıyla ölümüne neden olacaktı. “İnsan insanın kurdudur” diyen psikomanyaklar için milyonların ne önemi var?

İnsanın basit bir kimyevî terkipten ibaret olmadığını haykıran Alexis Carrel (1873-1944), “İnsan Bu Meçhul” adlı eseriyle Batılı hemcinslerini uyarmaktaydı. Evet, günümüzün ilerlemiş ilim tekniğine rağmen “bu meçhulü” hâlâ tam anlamıyla anlamış değiliz. Galaksimizdeki milyarlarca yıldız sayısından çok daha fazla sayıda nöron bağlantısına sahip bir insan beyninin sayısız özelliklerini işin uzmanları anladılar da anlatabildiler mi? İnsan beyin kapasitesinin yüzde birini bile kullanamayan bedbahtların beşeriyetin hangi derdine çâre bulabileceğini sanırsınız? Sanırsanız, aldanırsınız!

Okullardaki ders müfredatıyla talebenin inancı arasındaki “ikilem” (tezat) devam ediyor maalesef. “Mal bulmuş Mağribî” gibi Evrim Teorisi’ne sarılan ve meseleyi (problemi) çözdüğünü sanan günümüz bazı ilâhiyatçılarının da yazdıklarımızı hulûsikalp ile tetkik etmelerini tavsiye ederiz. Tevfik ve hidayet, ancak Allah-u Teâlâ’dandır.

Meleklere iman

Amentü’yü okurken, “Allah-u Teâlâ’ya iman”dan sonra “meleklere iman” gelir. Melekler (melâike), insanlar ve cinlerden önce yaratılmış, nûrânî ve lâtif varlıklardır. Arabî lügate göre “melek” kelimesi, iki kökten gelir. “Eluk” kökü esas alınırsa, “haber götüren elçi” anlamı taşır. “Melk” mastarı esas alınırsa, “kuvvet” mânâsına gelir. “İnsanlara hükmeden hükümdar” anlamına gelen “melik” de aynı kelimeden türer. Belirli kabiliyetlerin toplanması (ustalık) olan “meleke” kelimesi de böyledir.

Her şeyi yoktan var eden Allah-u Teâlâ, öz itibarıyla önce nûru, sonra ateşi (enerji), sonra sabit maddeyi (toprağı) yaratmıştır. Bu mekânlara göre, buralarda iskân edecek mahlûkatı da yaratmıştır, yaratmaktadır. Bu itibarla sıra melâike, cin ve şeytan ve de insanda oluyor. Modern astronomi bize yokluktan sonra, önce öz enerjinin (nûrun), sonra atom altı parçacıkların, bu parçacıkların birleşmesiyle atomun, atomların birleşmesinden moleküllerin oluştuğunu; buhar hâlindeki molekül topluluğunun birleşerek yıldızları teşkil ettiğini, yıldızların tutuşarak alevlenmesiyle uzaya ısı, ışık ve ışın yaydığı, yıldızların etrafında dönen ateş kürelerin (gezegenlerin) zamanla soğuyarak kabuk tabaka litosferi yani toprağı meydana getirdiğini söyler.

Şimdi bir sivri akıllı çıkıp da, “Bulutsular, yıldızlar, gezegenler tamam, biz bunları müşahede edebiliyoruz (gözlemleyebiliyoruz) fakat melekmiş, cin ve şeytanmış, bunları göremiyoruz. Bunlar muhayyele (hayâl edilen) kavramlardır. Ben görmediğim şeylere inanmam!” diyebilir. Peki, gözünle gördüğün ve kulağınla duyduğun nesnelerin var olduğuna inanıyorsun da, görmediklerin ve duymadıkların yok mu oluyor? Elektrik enerjisi kablonun içinden akıp geçiyor, görebiliyor musun? Cahilin biri (enerji kaynağının düğmesi açık iken) kabloya bakar da, “Bu ince telden bir şey mi geçer?” der. Düğme kapatıldığında çarpılınca aklı başına gelir.

Görme ve duyma hâdisesi

“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşâ edendir. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mü’minun, 78)

Görme, ışık kaynağından gelen ışığın göz merceğimizden geçerek sinirler vâsıtasıyla beyindeki görme merkezinde değerlendirilmesi üzerine mümkün olmaktadır. Ne var ki, gözümüz ışık dalgalarının çok küçük bir bölümünü alabilmektedir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınımın farklı şekilleridir ve havada enerji dalgaları hâlinde hareket ederler. Bunu, suya atılan taşın oluşturduğu dalgalara benzetebiliriz. Farklı büyüklükteki taşların neden olduğu dalgaların büyüklükleri de farklı olur.

Işınların dalga boyları da çok geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. En küçük dalga boyu olan “gama” ışınları ile en büyük dalga boyuna sahip “radyo dalgaları” arasında 10 üzeri 25 sayısı kadar derece farkı vardır. Bu rakamın büyüklüğünü anlamak için şöyle bir misâl verelim: Bir, iki, üç şeklinde normal saymaya başlayalım. Yerin yaşının (yuvarlak) 5 milyar sene olduğunu farz edersek, saymaya bitirmemiz için 63 milyon kere yer yaşını tüketmemiz icap eder. İşte böyle müthiş genişlikte bir skala (yelpaze) içinde, çok dar bir kesitte (400-700 milimikron arası) dalga boylarını algılayabiliyoruz.

Kızılötesi, ultraviyole, X ışınları, radyo dalgaları gibi diğer ışımaları görmemiz mümkün değildir. Bunları görmüyoruz diye yok olduklarını söylemek akla ziyan olmaz mı?

Duyma duyumuz, seslerin özellikleri ile alâkalıdır. Sesin birim zamandaki (saniye) titreşimine “frekans” denir. Birimi ise Hertz (Hz) ile ifade edilmektedir. İnsanın duyma sınırı 20 Hz ile 20 bin Hz aralığındadır. Sınırın altında kalan (infrasonik) sesler ile üstünde olan (ultrasonik) sesler duyulamamaktadır. Hayvanlar bu mevzuda daha hassastırlar. Ses aralığını biraz genişletsek, bundan rahatsız olur, hattâ depresyona girebiliriz. Daha geniş aralıklar, beynin durmasına, hattâ ölümüne sebep olur.

Tabiatta her hareketin (hattâ atomun) sesi vardır. Bunlar canlıları (bitkileri de) etkiler. Etki, müspet ve menfi yönlüdür. Hoş müzik ve su sesi insanı rahatlatır. Gürültü oluşturan frekanslar ise aksi tesir yapar.

Meleklerin özellikleri

Melekler Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır. Dişi veya erkek değildirler. Yani cinsiyetleri yoktur. Bâtıl dinler ve Arap müşrikler onları kanatlı kadın şeklinde tasvir ederlerdi. “Allah’ın kızları” derlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bunu açıkça reddetmektedir (İsra, 40). Yemek içmek gibi insanî ihtiyaçları bulunmamaktadır. Nesf-i emmâreleri yoktur. Yani günah işlemezler, işleyemezler. Allah-u Teâlâ ne için yarattı ise o hâldedirler (Tahrîm, 6). İtaat etmemeleri, unutmaları, şaşırmaları söz konusu değildir. Sayıları o kadar çoktur ki rakamlarla ifade edilemez. Ancak Allah-u Teâlâ bilir. Çeşitleri o kadar çoktur ki birbirlerini tanıyamadıkları da olur. Ancak Allah-u Teâlâ bilir.

İlliyyûn ve Mukarrebun sınıfındaki melekler vecd hâlinde sürekli Allah-u Teâlâ’yı hamd ile tesbih ederler (Enbiya, 20). Devamlı kıyam hâlinde, devamlı rükûda, devamlı secde hâlindedirler. Bunların diğer mahlûkattan haberleri yoktur. İlâhî vecd hâlinde, bir an bile durmadan Rablerini hamd, tazim ve tesbih etmektedirler (Bakara, 30). Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ’ya yakiyn olan melekler (Ruhbâniyan) merhametlidirler. İnsanların isyanlarına üzülürler. Günahkâr Müslümanların affı için Rablerine niyazda bulunurlar.

“Zebaniler”, Cehennem melekleridir. Bunlarda merhametin zerresi yoktur. Affetmek nedir bilmezler. Allah-u Teâlâ’ya asi olan mahlûkatı cezalandırmak için (tâbiri caizse) diş bilerler. Ellerine düşenin vah haline!

 

İlim sıfatı verilen melekler kâinat içerisindeki hâdiselerde vazîfelidirler. Yaratılış, yıldızların ve gezegenlerin teşkili, üzerlerindeki canlıların faaliyetleri, mikro ve makro kozmos hâdiselerde kendilerine verilen vazîfeyi icra ederler.

Allah-u Teâlâ her cin ve insan kulu için de özel melek yaratmıştır. Doğumundan ölümüne kadar vazîfeli oldukları kişiyi takip ederek yapılan her işi, her sözü kaydederler. Bunlara “Kiramen Kâtibin” denir. Yalnız burada bir teşbih vardır; anlaşılsın diye “yazmaktan, defter tutmaktan” söz edilmiştir. Defter şeklinde değil de teşbihi “teyp, kamera” şeklinde yapabiliriz.

İnsanları koruyan melekler de vardır. “Hafaza melekleri” adı verilir. Enerjili varlıkların şerrinden -biiznillah- korurlar. Yalnız kişinin Rabbini anması, O’na sığınması lâzımdır: “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak Ben yeryüzünde (Benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur) bir halîfe (bir insan, Âdem) yaratacağım’ demişti. (Melekler) de, ‘Biz Seni hamdinle tesbih ve Seni takdis (ayıplardan, eş koşmaktan, eksikliklerden tenzih) edip dururken, (yerde) orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da), ‘Sizin bilmeyeceğinizi her hâlde Ben bilirim’ demişti.” (Bakara, 30)

1-Hitaba muhatap olan melekler, yeryüzünde vazîfeli olan meleklerdir. Güneş sistemi yaratılmış, akkor hâlindeki gezegenler, yanmakta olan Güneş etrafında dönmekteydi. Zamanla yerküre soğutulmuş, etrafında litosfer (kaya, toprak) tabakası meydana gelmişti. Uzaydan (gökten) su getirilmiş, vadiler ve çukurlar yerli yerince doldurulmuştu.

Güneş sisteminde vazîfeli melekler, sadece birinci kat gökteki (uzaydaki) melekler toplamına nazaran çok az kalır. Çünkü içinde bulunduğu Samanyolu sisteminde Güneş’imiz gibi 200 milyar yıldız var. Uzayda ise (birinci kat gök) Samanyolu’muz gibi 200 milyar galaksi olduğu söyleniyordu. NASA’nın son gözlemlerinde bunun 2 trilyon olabileceği bilgisi var. Bunların hepsi Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen 7 göğün 1’incisini teşkil ediyor. Birinci kat gök, ikinci kat göğün yanında “denizin yanında damla” gibi kalmaktadır. Bir ile ikinci kat göğün toplamı, 3’üncü kat göğün yanında “denizin yanında damla” gibi durmaktadır. Yedinci kat göğe kadar böyle toplaya toplaya kıyas yapabilirsiniz. Gökler bittiğinde, sıra Arş’a gelir. Bütün göklerin toplamı, Arş’ın yanında denize göre damla gibi durmaktadır. Havsalanın idrak edemeyeceği âlemler… İşte muhatap melekler, birinci kat göğün, Samanyolu galaksisinin Güneş sisteminde vazîfeli olanlar… Sayı olarak kıyası siz yapın!

2-Meleklerin hitabında geçen “bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek” ifadesi neye göre yapılıyor? Müfessirler, insandan önce cinlerin yaratıldığını, bunların bozgunculuk yaparak birbirlerini öldürdüklerini, işaret edilenin de bu zümre olduğunu ifade ediyorlar.

Cinler, enerjik mahlûklardır; organik değildirler ki kanları dökülsün. Bedeni, vücûdu olanların ancak kanı bulunabilir. Bu haklı itirazı günümüzde birkaç ilâhiyatçı şu şekilde cevaplıyor: “Âdem’den önce, evrim yoluyla gelişmiş insancıklar (ilkel insanlar) vardı. Bunlar aralarında kavga ederek birbirlerinin kanını döküyorlardı.” “Kaş yaparken göz çıkarmak” deyimi tam da bu cevaba uymaktadır!

Doğrusu şudur: Yeryüzü yaşanır duruma ulaşınca önce bitkiler, sonra hayvanlar çoğaldı. Hayvanlar arasından bir tür olan dinozorlar, diğerlerine nazaran oldukça gelişti. Paleontologların fosil araştırmalarına göre bunlar günümüzden 250-270 milyon yıl önce yeryüzünde görülmeye başlamışlardır. 65 milyon yıl önce ise birdenbire yok olmuşlardır. Demek ki en az 180 milyon yıl yeryüzünde hüküm sürmüşlerdir. Bu, uzun bir süre. Bu süre içinde et yiyici dinozorlar, diğer hayvanları yiyerek hem beden olarak irileştiler, hem de zekâ olarak kabiliyetleri arttı. Öyle yırtıcı idiler ki önlerine çıkan hayvanları parçalayarak öldürüyorlardı. Diğer türlerin yanı sıra, otçul olan dinozorlara da saldırarak parçalamakta idiler. Zamanla arka ayakları üzerinde yürümeye başladılar, iki ön ayakları ise küçülerek el işlevi görmeye başladı. Ayakta dikili durmaları, saldırma ve manevra yapma avantajını sağladı. Küçük ve büyük hayvanlara saldırıyor, parçalıyorlardı. Ortalık kan gölüne döndü. Hattâ diğer hayvanları bulamadıkları zaman birbirlerine saldırarak vahşetlerine devam ettiler. Öldürmekten ve parçalamaktan o kadar haz duymaktaydılar ki yemek için değil, âdeta spor olsun diye yeryüzünde dolaşmaya başladılar.

Beri yandan vazîfeli melekler bu duruma bir mânâ veremediler. Diğer hayvanlar karınlarını doyurmak için avlanıyorlardı. Dinozorlar ise “keyfine” öldürmeye başladılar. Milyarlarca yıl süren uğraş hebâ mı olacaktı? Hayvan türleri gitgide azalmaya başladı. Parçalamaktan, kan dökmekten zevk alan dinozorlar, yeryüzüne hâkim tek tür olarak mı kalacaklardı? Hâlbuki kendilerine bildirilen plânda diğer türlerin de yaşamaya devam etmeleri bildiriliyordu. Bu merhalede yeni bir canlı türünün yaratılacağı bildirildi. Öyle bir canlı ki, (yönlendirme ile değil) kendi aklına göre hareket edecekti. Halîfe olacak yani birbirlerinin peşi sıra varlıkları devam edecekti. Aynı zamanda “hamd ve tesbih” ile de yükümlülükleri olacaklardı.

Dinozorlardan ders çıkaran “vazîfeliler”, onlardan daha zeki ve hür bu mahlûkun (insanın) istenmeyen sonuçlara yol açabileceğini sandılar?

3-Yeryüzü meleklerinin soruları itiraz değil, bilgi edinmek bâbındadır. Zira yaratılış olarak meleklerin asi olmalarının mümkün olmadığını daha önce zikretmiştik. Onlar mevcut durumun olumsuzluğundan böyle bir soruyu sormak ihtiyacı duydular. Yeni yaratılışın hikmetini öğrenmek istediler. Âyet-i kerîmenin devamı bunu gösteriyor: “Melekler de, ‘Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen’ demişlerdi.” (Bakara, 32)

Yaratılış

“Muhakkak ki Îsâ’nın hâli de (babasız dünyaya gelişi de) Allah indinde Âdem’in hâli gibidir. (Allah) onu (Âdem’i) topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol’ dedi, o da (can gelip) oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59)

Birçok âyet-i kerîme, Âdem’in topraktan yaratıldığını beyan ediyor. Günümüze kadar bütün İslâm ulemâsı da böyle tefsir etmiş, böyle açıklamıştır. Ne var ki, son senelerde garip bir durum hâsıl oldu. Bazı ilâhiyatçılar topraktan kastın, toprakta yetişen gıdaların beden üzerindeki nüfusu olduğu iddiasındalar. Evrim görüşünü savunuyorlar. “Denizlerden karalara geçen hayvanlardan gelişe gelişe ilkel insanlar meydana geldi. Yerin muhtelif bölgesinde ilkel insanlar yaşıyordu ve Âdem bunlar arasından seçildi” diyorlar. Sonuç olarak Âdem’in anne ve babası olmuş oluyor. Bu mevzuda Kur’ân-ı Kerîm’de âyet olmasaydı, güler geçerdik de durum oldukça vahim!

Âyet-i kerîmeye ters düşmek, iman sınırından çıkmak demektir. Eğer yukarıdaki âyet-i kerîmeyi -can kulağı ile- okusalardı, söylediklerinin yanlış olduğunu anlarlardı. Allah-u Teâlâ, Âdem’i hem Yahudilere, hem Nasara’ya misâl getiriyor. Çünkü Yahudiler, “Babasız insan olmaz” diyerek Îsâ’yı (as) reddetmişlerdir. Nasara ise, babasının olmaması mühim bir noktadır, “O hâlde o, ilâhî bir varlıktır” inancında. Allah-u Teâlâ ise Yahudilere, “‘Babasız olmaz’ diye reddediyorsunuz ama Âdem’i de babasız yarattım”, Nasara’ya ise “Âdem’in insan olduğuna inandığınız ve onun babasız olduğunu bildiğiniz hâlde babasız olmasından dolayı niçin ulûhiyet addediyorsunuz?” mealinde buyurmaktadır.

Netîce: Âdem’in babası yoktur. O doğmamış, topraktan yaratılmıştır. Toprak, yeryüzünün toprağıdır. Rivâyetler bize, yerin muhtelif bölgelerinden toprak alındığını söylüyor. Toprak karışımı yeryüzündeki bütün elementlerden alınmıştır. İnsan biyokimyasını incelediğimizde, oksijen, karbon, hidrojen, kalsiyum, fosfor ve azot başta olmak üzere demir, bakır, gümüş ve altın gibi ağır elementler dâhil bütün elementlerin mecmuunu görürüz. Bu hususiyet bile insanların tek bir insandan (Âdem) üretildiğini gösterir. Eğer beşer, ilkel insanların tekâmülünden bugüne gelmiş olsaydı, biyokimyalarının farklılık arz etmesi gerekirdi. Değişik kıtalarda yaşayan insanlar bulundukları bölgeden beslendiklerinden, o bölgedeki elementleri bedenlerinde bulundurmaları icap ederdi.

İnsanların renkleri, boyları, cüsseleri yani fizikî özellikleri ayrı olduğu hâlde biyokimyaları aynıdır. Fizik yapılarının farklı oluşu, yaşadıkları coğrafyalarının ve hayat şartlarının farklı özellikte olmalarındandır. Tek bir babanın genetik yapısından nakledile nakledile bugüne gelinmiştir. Âyet-i kerîme, Ȃdem’in “topraktan ve bir anda” yaratıldığını, şüphe ve tereddüde mahâl bırakmayacak tarzda açık olarak bildirmektedir.

Günümüz fen ilmi, “katalizör” aracılığıyla çok uzun sürecek kimyasal reaksiyonların çok kısa zamanda gerçekleşebileceğini ispatlamıştır. Ayrıca bedenlerimizin biyolojik yapısı da bir babadan gelindiğini işaret etmektedir. Sözün özü, elementlerin karışımından oluşan inorganik yapı, rûh ile çiftleştirilerek organik hâle dönüşmüştür.

Esmậ-i Hüsnȃ

“Âdem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları meleklere gösterip, ‘Bunları adlarıyla haber verin’ dedi.” (Bakara, 31)

İsimleri öğrettiği bildiriliyor fakat hangi isimler olduğu açık bildirilmiyor. Tefsirciler bunun “eşyanın isimleri” olduğunu söylemektedirler ki bizce doğru değildir. Çünkü…

1-Melekler 5 milyar sene gibi uzun bir süre yer gezegenine gidip gelmekteler. Yerin ateş hâlinden bugünkü jeolojik durumuna kadar bütün safhalarda bulunmuş durumdalar. Gerek yer olsun, gerek diğer Güneş gezegenleri olsun, buralarda bulunan maddeleri (eşyaları) bilmemeleri mümkün görünmüyor.

2-Eşyayı bilmek, tanımak yani madde bilgileri niye kıymetli olsun? Bunlar Dünya’ya ait bilgilerdir. Öyle olsa, kâfirlerin Müslümandan üstün olması lâzım gelir. Çünkü madde bilgileri (fenleri) Müslümanlardan hayli ileridedir. Bugün Müslümanlar doğru dürüst yolda yürüyemezken, herifler Ay’a, Mars’a gidiyor, oralarda sondaj yapıyor, bilgi topluyor. Biz daha ihtilâflı arsaları taksim edip bölemezken, atomu parçalayıp enerjisinden istifade ediyorlar.

Hayır! Kastolunan, madde (eşya) isimleri (bilgileri) değildir. O hâlde hangi isimlerdir?

3-“O öyle Allah’tır ki, vücûda getireceği her şeyi hikmeti muktezasınca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara sûret verendir. En Güzel İsimler O’nun. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O’nu tesbih (ve tenzih) eder. O Gâlib-i Mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr, 24)

“Allah O (Allah’tır ki,) Kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En Güzel İsimler O’nundur.” (Tâ-Hâ, 8)

İşte bu isimler, Ezelî ve Ebedî… Mahlûklara muhatap. Rab olan… Bu isimleri bilmek ve zikretmek kıymetlidir, şereflidir. Kulların affedilmesine, rızıklanmasına, değerlenmesine, bilgilenmesine… Allah-u Teâlâ 99 ismi açık olarak bildirmiştir. Rahmân ve Rahîm ismi bunların başında gelir. O’nun sıfatları ve Esma-i Hüsna’dan her isim, insanların Rabbidir. Yeni her insana gelen feyz, bu isimden gelir. Bize gelen feyzin hangi isimden olduğunu bilemeyeceğimizden, “Ya Rab” diye duâ etmemiz daha münasip olur. Diğer isimleri de yerine göre zikretmemiz güzel olur: “En Güzel İsimler Allah’ındır. O’na o isimlerle duâ edin!” (Araf, 180)

Meselâ günahlarımıza karşılık tevbe-i istiğfar edip “Ya Rab”, “Ya Ğafûru’r-Rahîm” demek daha yerinde, daha tesirlidir.

4-Şöyle bir soru akla gelir: Melekler Esma-i Hüsna’yı bilmiyorlar mı ki cevap veremediler?

Evvelâ sorunun muhatabı olan meleklerin çok azınlıkta olduklarını ifade edelim. Diğer gök ve âlemlerdeki melekler yer gezegeninin mevcûdiyetini bilmezler. Yakın murakkab melekler vecd hâli ve devamlı tesbihle mevcûdatın farkında bile değildirler. Melekler de Rableri olan isimlerle bağlantılıdırlar. Diğer isim bilgileri ya çok az veya hiç yoktur. Rableri Rahmet ismi olanlar gazabı, azabı anlayamazlar. Gazab melekleri için ise rahmetin bir anlamı yoktur. Mikro ve makro âlemlerdeki hâdiselerle alâkalı olan melekler, iyilik kötülük, günah sevap bilmezler; vazîfeleri ile meşguldürler. Bunlar gibi, diğer isimlere bağlı melekler de Rablerinden gelen feyz kadar bilgilidirler.

Melekler Gaffar, Ğafûr, Afûvv, Sabûr, Hâdi, Tevvab gibi isimleri hiç bilemez, anlayamazlar. Çünkü bu isimler Allah-u Teâlâ’nın tövbeleri kabul etmesi, günahları affetmesi, hidayete sevk etmesidir. Melekler günah işleyemezler ki bu isimlere muhatap olsunlar. Bütün isimlere muhatap mahlûk, insan cinsidir. İnsanlardaki kabiliyetler (karakterler) Rableri olan isimlerin etkisindendir. Kimi insan sakindir ve hoş muamele eder, kimisi asabi ve hoşgörüsüz; kimi affetmeyi ve bağışlamayı sever, kimi hatâ kabul etmez. Kimi çok ibadet etmeyi sever, kimi öğrenmeyi ve öğretmeyi…

Ehl-i tasavvufa göre insanın bu kıymetli özelliği, topraktan yaratılmasındandır. Basılan, ayaklar altına alınan toprak, nûrdan ve nârdan yaratılan mahlûklardan üstün olmuştur. İblisin itiraz ettiği ve ayağının kaydığı husus da budur. Âdem’i değerli kılan toprağın bu hususiyetinin, içindeki çeşitli elementlerle alâkası var mıdır? (Okumakta olduklarınızı yazan acizin -şimdi- kalbine böyle bir soru peyda oldu. Biiznillah, ileride araştıracağız.)

Hangi Cennet?

Meleklerin cevaplayamadığı isimleri açıklayan Âdem, Cennet ile ikram olundu. Fakat bir kısım ulema, Cennet’in ahiretteki Cennet olmayıp, yeryüzündeki bahçelerden bir bahçe olduğu görüşündeler. Açıklamaların özeti şudur:

1-Arz, bir imtihan yeridir. Bu imtihanı kazananlar Cennet’i hak ederler.

2-Orada meyvesi yasaklanan bir ağaç vardır. Hâlbuki Cennet’te yasaklama olmaz.

3-İblis, Âdem’i aldatarak Cennet’ten çıkmasına sebep olmuştur. Hâlbuki iblis, Cennet’e giremez.

Bize göre, Âdem’in bulunduğu yer, ahiretteki Cennet’tir. Cevaplara gelince…

1-Âdem, meleklerle imtihana tâbi tutulmuştur. Onlar cevaplayamadıkları hâlde isimleri birer birer söylemiştir. Dolayısıyla imtihanı kazanmış, kendisine Cennet ikram olunmuştur.

 

2-Cennet, zannedildiği gibi bütün bir yer değildir. Yeryüzünde bir arsa biter, diğer arsa başlar. Böyle değildir. Herkesin Cennet’i müstakildir. Arz gibi küre şeklindedir. Derecesi en düşük Müslümanın Cennet’i, on arz (küresi) ebadında olacaktır. Allah-u Teâlâ’nın sünnetidir ki, insan mekânını küre olarak yaratmıştır. Orada Güneş yoktur. Hararet ve soğukluk yoktur.

“Andolsun Biz, bundan evvel Âdem’e de vahy (ve emir) etmişizdir. (‘Ağaçtan yeme’ diye.) Fakat unuttu o. Biz onda bir azim bulmadık. Hani meleklere, ‘Âdem için secde edin’ demiştik de iblisten başkaları secde etmişlerdi. O ise dayatmıştır. Biz de, ‘Ey Âdem’ demiştik, ‘Hiç şüphesiz, bu senin de, eşinin de düşmanıdır. Bundan dolayı sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın o. Sonra zahmete düşersin’. ‘Çünkü senin acıkmaman, çıplak kalmaman hep oradadır’. ‘Ve sen hakikaten burada susamayacaksın. Güneş(in sıcağı altında da) kalmayacaksın’.” (Tâ-Hâ, 115-119)

Orada eziyet çekilmeyeceği, yorgunluk olmayacağı, Güneş’ten etkilenmeyeceği bildirilmektedir. İnsaf etsinler, yeryüzü böyle midir?! Âdem, yere indirilince ağlayıp sızlamış, aç ve susuz kalmıştır. Kendisine ziraat öğretilmiş, ekip biçmiş, çalışmış, yorulmuştur. Terzilik bilgisi verilmiş, giyeceğini ölçmüş, biçmiş, dikmiştir. Hâlbuki Cennet’te bu işlerin hiçbiri yoktu. Her şey hazır olarak kendisine geliyordu. Nasıl olur da yeryüzü, Cennet olarak vasıflandırılır. Hem düşünmüyorlar mı ki, yeryüzünde bir bahçede kalıyorsa, buradan çıkarıldığında gider, bir başka bahçeye yerleşmez mi?

“Buyurdu: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz oradan inin! Artık ne zaman Benden size hidâyet gelir de kim Benim hidâyetime uyarsa, o (dünyada) sapmaz, (ahirette de) bedbaht olmaz.’” (Tâ-Hâ, 123)

Âdem ile eşi Havvâ ve zürriyetlerinin (genetik) ile iblis ve zürriyetlerinin oradan indirildiği bildiriliyor. Bu, yüksek bir yerden aşağı bir mekâna düşürüldüğünü gösterir. Eğer yeryüzü olsaydı, inmek yerine sağa sola dağılmaları/dağıtılmaları istenirdi.

İblis, Âdem’i nerede, ne şekilde, nasıl kandırdı?

 

3- Rabbi, Âdem’e o ağaçtan yememesini bildirmişti (Tâ-Hâ, 15). Âyet-i kerîmede “unuttuğu” bildiriliyor. İnsanın vasıflarından biri de unutmaktır. Biz Âdem’in Cennet’te ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Binlerce, belki de milyonlarca sene kalmış olabilir. Dünya hayatında birkaç ay önce yaptıklarını unutan bir insanın, bu kadar uzun süre Cennet’in güzelliklerine dalmış bir insanın unutmasını tabiî görmesi gerekmez mi? Ayrıca kandırılması söz konusu! “İblisin sözlerine aldanmasaydı” denirse, düşünün ki, Âdem ilk insan ve hilenin, yalanın ne olduğunu bilmiyor. İnsanoğlu tecrübeyle fikir sahibi olabilir. Hilenin, kandırmanın hiç söz konusu olmadığı bir mekânda (Cennet) nereden bilecek?

Yasaklanan ağacın diğer Cennet nimetlerinden önemli bir özelliği var: Konumu, Cennet hayatıyla dünya hayatının kesiştiği yer… Kökleri dünyada, dalları ve meyveleri Cennet’te.

Cennet yiyecekleri kimyasal terkip itibarıyla yerdekilere benzemiyor. Yeryüzü gıdaları, insana yararı yönüyle iki kısma ayrılır: Faydalı ve faydasız olanlar… Faydalı olanlar (vitaminler, mineraller, tuzlar) vücût tarafından alınarak tepkimeye girerler. Faydasız kısımlar (posa, atık vs.) boşaltım organları vâsıtasıyla dışarı atılır. Cennet’te faydasız hiçbir şey yoktur. Alınan gıda ve meşrubat, olduğu gibi vücût tarafından emilir, geriye atık kalmaz. Yani Cennet’te def-i hacet yoktur.

Yasaklanan ağacın meyvesi, dünya tipi gıda özelliği taşıyordu. İblis bunu biliyordu. Onun için yemesini istedi. Kendisi dünya hayatı kısmındaydı. Dışarıdan ağaca yanaşmasını gözledi. (Veya adamlarından bir gözcü koyup yanaştığı zaman haber vermesini istedi.) Ne zaman ki Âdem ile Havvâ’nın o bölgeye yanaştığı görüldü, dışarıdan seslenildi: “Nihâyet şeytan onu fitledi. ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘Seni ebedîlik ağacına, zevâl bulmayacak bir devlete (ulaşmanın yolunu) göstereyim mi?” (Tâ-Hâ, 210)

“Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahâllerini) kendilerine açıklamak (göstermek) için ikisine de vesvese verdi: ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut (ölümden âzâde ve) ebedî kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti’ dedi.” (A’râf, 20)

Bir de yemin durumu var ki, Âdem’i en çok etkileyen husus bu oldu: “Bir de onlara, ‘Şüphesiz ki, ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim’ diye yemin etti.” (A’râf, 21)

 

A’râf 20’nci âyet-i kerime, “unutulan” hususun sanıldığı gibi yasak ağaç olmadığını gösteriyor. Zira şeytanın cümlesinde “yasak” ifadesi var. Ậdem ile Havvâ’nın unutması, şeytanın kendilerine “amansız bir düşman” olduğudur (Tâ-Hâ, 117). Eğer bunu hatırlayabilselerdi, vaatlerine ve yeminine kanmazlardı. Vaatler ve erişilmez beklentiler, dünya hayatında insanoğlunu felâkete sürükleyen yasak meyveler değil midir? Tarih, vaatlerle aldatılanların aileleri, cemiyetleri, milletleri birbirine düşürdüğü, parçaladığı, kanların döküldüğü vahim sahnelerle doludur. Daha üst mevkii elde etme, daha çok mal toplama, daha zengin ve şöhret olma vaadi ve beklentisi kimleri perişan etmedi ki?

Beri yandan, beyinlere “vesvese” tohumunu eken şeytan, köşede kıs kıs gülmektedir.

Neden Cennet’ten çıkarıldılar?

İlâhî murâd; engeller, zorluklar, aykırılıklar içinde doğruyu, iyiyi, güzeli bulabilme isteğidir. “İstek” diyoruz, çünkü (iyi-kötü) her şeyi yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Aslında iyi ve kötü, mefhumları da bize göredir. Yoksa yaratılan her şey doğru ve güzeldir. Bize düşen, engeller (perdeler) içinde doğruya ve güzele yönelebilme iradesi ve çabasıdır.

 

Hedefe giden yol, bir meydandan geçiyor. Bu meydan ki, içi hayvan ve insan pisliği ile dolu. Önceden işaretlenmiş taşlar var. Bunlara basarak, atlayarak karşıya geçmek mümkün. Çoğu, “Ben bildiğim şekilde yürürüm” diyor ve pisliğe saplanıp kalıyor, boğuluyor. Kimi akıllılık edip taşlara basa basa karşıya geçiyor. Ama arada bir ayağı kayıp necîse bulaşıyor. Kimi atlarken pisliğe basıyor fakat kendini kurtarıp devam ediyor. Kimi de düşe kalka taşlara basıp halas oluyor. Karşıya az insan geçti ama hepsi de az veya çok necîse bulaştı. Bunun için hepsinin temizlenmesi lâzım.

Dünya hayatı böyle bir mekân. Hepimiz az veya çok günaha bulaştık, bulaşacağız. Temizlik için tevbe-i istiğfar etmeliyiz. Rahmân, Rahîm, Gaffar, Ğafûr, Afûvv, Tevvab, Hâdi olan Allah-u Teâlâ’ya sığınmalı, niyaz etmeliyiz. Sanma ki günahsız hayat olur. Her insan (peygamberler hâriç) günah işler. Peygamberler dahi (avama göre değil) kendi mertebesine göre hatâ eder, günah olur. Hepimiz Allah-u Teâlâ’nın rahmetine, affına muhtacız.

Ey âciz, günah işlemiş olmaktan değil, Rabbine sığınmış olmamaktan, pişman olup tevbe ve istiğfar etmemiş olmaktan kork! Fırsat bu fırsat! Her gün, yapabilirsen her saat istiğfar ve niyazda bulun.

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir muhakkak. Meğerki Rabbimin merhamet edip esirgemiş bulunduğu (bir nefs) ola… Şüphesiz Rabbim, Ğafûru’r-Rahîm’dir (çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir).” (Yûsuf, 53)

“Allah, en hayırlı koruyucudur. O, Erhamu’r-Râhimîn’dir (Merhametlilerin En Merhametlisidir, merhametinin sonu yoktur).” (Yûsuf, 64)

Yukarıdaki yazılardan, Cennet’ten çıkarılış takdirinin herkes tarafından anlaşılamayacağı hissi uyandı ve daha açık yazma isteği hâsıl oldu.

Melekler günah işleyemezler. Rablerine karşı perdeli de değildirler. Rabbine karşı perdeli olan, engel ve zorluklar içinde Rabbinin rızâsını arayan, bu arada hatâ edebilen, nefsine uyup günah işleyen, sonra da pişman olup tövbe eden, Rabbine sığınan, O’na yalvaran kullar murâd edildi. Bu kul cinsinin adı, “insan”dır. Yer gezegeninde ilk insan Ậdem’dir. İlk erkek insan Ȃdem’dir. İlk kadın insan Havvâ’dır. Beşeriyet de onların çocuklarıdır.

Cennet’te üreme (çoğalma) yoktur. Ậdem’in durumu istisna, günah da yoktur. Günaha girecek sebep yoktur çünkü. Bunun için yeryüzüne (dünya hayatına) inmeleri gerekiyordu. Ezelde böyle takdir edildi. Fakat iniş bir sebebe bağlandı. Durup dururken olmadı. Yasak ihlâl edildiği için gerçekleşti. Âdem ile Havvâ, kendi iradeleri ile yasak olanı yediler. Ve indirildiler. Yasak gıda, dünya nimetlerindendi. Yediklerinde mideye, oradan bağırsaklara geçti. Hazmetme şeklindeki biyolojik hâdise başladı. Karınlarında bir ağırlık oldu, guruldamalar başladı. İkisi de çok şaşırdılar. Çünkü o âna kadar yediklerinde böyle bir hâdise olmuyordu; çok şaşırdılar ve korktular. Sonunda (küçük ve büyük) def-i hacet (boşaltma) ihtiyacı hâsıl oldu. Bunu yaparken ister istemez avret yerlerini (boşaltma organlarını) görme durumu olacaktı.

Beşer tarihinde iki insan vardır ki hayatları birbirine benzer: Ȃdem (as) ile Îsâ (as)… İkisinin de babası yoktur. Âdem (as) yukarı (Cennet’e) yükseltilmiş ve aşağı (yeryüzüne) inmiştir. Sonra vefât ederek tekrar yukarı çıkarılmıştır. Îsâ (as) yeryüzünde doğmuş, peygamber olmuş, yukarı (göğe) çıkarılmıştır. Tekrar ineceği, yeryüzünde yaşayıp vefât edeceği buradan anlaşılmaktadır. Biiznillah, Îsâ’nın (as) inişini (nüzul-u Îsâ) istikbâlde, müstakil bir yazıda ele alacağız.

“Ey Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmetlere) yüklendiğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz, takat getiremeyeceğimizi bize taşıtma! Bizden (sâdır olan günahları) sil. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et, Sen bizim Mevlâ’mızsın, kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!” (Bakara, 286)