MÂZİ ile bağımız
koptuğu nispette uzaklaşıyoruz zamana meydan okuyan birikimlerimizden…
“Geçmişten günümüze” ifadesi, yosun tutmuş bir taş gibi takılıyor ayaklarımıza.
Düşüyoruz…
Derin
ve aidiyetsiz bir boşluğun içinde çırpınıp duruyoruz. Çünkü günümüz ile mâzi
arasındaki bağlarımıza tırpan vurulmuş. Ne tutunacağımız kavi bir dal, ne
güveneceğimiz bir el var. Ekini kurumuş, verimsiz bir tarladan geçer gibi
geçiyoruz hayatın içinden.
Budanırken
küstürülmüş bir çınarın gövdesinden köklerine bağlı kalmanın vefâsıyla yeşerme
hakkını koruyan birkaç şıvgından gayrısının dertlenmediği bir kuruyuşa teşne
olmuş hâldeyiz.
Köksüz
ve yaratılış gâyesinden mahrum olan muhterislerce üretilmiş kapitalizm,
materyalizm gibi sistemlerle yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz beslenme, barınma,
giyinme, eğitim, sağlık gibi tüm alanlar birer tüketim sektörü hâline
getirilince, Yaratıcımızın bir şükrediş karşılığında bahşettiği tüm nimetleri
satın almak zorunda kalışımızın adı epeydir “modernite”…
Hikmetle
var edilmiş tüm kaynaklar dünyaperestlerin tekeline girdi gireli, sahip olmak
istediğimiz her bir şey için ederinden fazlasını ödeme mecburiyeti normalleştirilmiş
durumda. Çünkü “moda, trend, yeni, daha yeni ve daha iyi” gibi kışkırtıcı
tuzaklara düşmeye amâde hâle getirildik.
Değişmeli,
dönüşmeli, ihtiyacımızdan fazlasına tamah etmeliydik ki bu pratikle
köklerimizden kopuşumuz hızlansın. Dalımız budağımız kalmasın. Varlıktan
saydığımız ne varsa yüksüneceğimiz, utanacağımız, külfet addedeceğimiz bir hâle
getirilerek terk etmemiz sağlanırken, satın aldığımız her yeni eşya (şey)
karşılığında ederinden fazlasını ödediğimizin ayırdına varamayacağımız kadar
efsunlandık. Köksüz uygarlıklarını ikâme etmek isteyen Batı/lın kurduğu
tuzaklara düştük ve edindiğimizin parasından fazlası olan öz kültürümüzü de
üstüne ekleyip ödeme yaptık.
Şimdilerde
başımızın üstündeki gökten, ayaklarımızın altındaki yerden başka eskitmeden,
eksiltmeden gelecek zamanlara devredebileceğimiz neyimiz var?
Gökleri
eskitmediğimiz, toprağı eksilmediğimiz de yalan. Akıl gözümüze “modern” bir göz
bağı bağlandığından, zihin tutulmasına maruz kalışımızdan, “yeni” vaadi ile
köleleştirildiğimizden bu yana tüketmek temel kaidemiz oldu. Gökyüzü de, toprak
da bundan nasibini almasa olmazdı. Yine de gelecek nesiller için aramızda tanıdık
tek payda, göğün mavisi, toprağın rengi olacak.
Kullandığımız
tüm eşyalar yenilenirken, yiyeceklerimiz, içeceklerimiz raflara dizilirken,
giyeceklerimiz de nasiplendi bu pahalı vazgeçişimizden. Öyle vazgeçtik ki “biz”
olmaktan, kendimiz olmaktan, hattâ fıtratımızdan, eşyadan mülhem bir marka ibâresine
indi varlığımız.
Zengin
kültürel mîrasımızda gözü olanlar ilkin renklerimize, sonra desenlerimize göz
koyduğundan beridir kalmadı âşinâsı olduğumuz hatıratlardan, eşyalardan,
atalarımızın biriktirdiği servetten günümüze aktarılmış pek bir şey…
Dünyanın
her yerinde, yüzyılı ardında bırakan üretilmiş eserler, eşyalar “klâsik” olarak
adlandırılıyorken, antik bazaarlarda, müzayedelerde muazzam bedele ulaşıyorken,
bizler yeni ile bedava takas eyledik neyimiz varsa…
Hâlbuki
demire şekil veren, ağacı eşyaya, madenleri zarif dokunuşlarla işleyerek sanata
dönüştüren Peygamberî meslekleri kuşanmış atalarımız vardı. Türk-İslâm kültürüyle
şekillenmiş “giyim kuşam” âdâbımız dünyaya letafet, zarafet yayardı. Bizim
coğrafyamızdan neşet ederdi renkler, desenler… İmanlı kalplere bahşedilmiş bir
ilhamla güzelleşirdi kâinatta var edilmiş her madde.
Meselâ
yazmalarımızda rengârenk çiçekler açar, bindallılarımızdan sırmalar taşar,
entarilerimizden asalet akardı...
Belimize
doladığımız kuşak kemere, boynumuzda bağladığımız fiyonklar düğmeye dönüşünce,
tez açılır, hızlı çözülür oluverdik. Böyle böyle yitirdik yenimizi, yerimizi…
Kolsuz, yakasız kalınca entariler elbise oldu. Ve ardından adına “moda” kondu.
Talip olduk, talebesi olduk, öğretenleri aşıp mâzimizden, istenilenden daha
hızlı koptuk.
Şimdi
desenleri keskin, kumaşı kalın giysiler içinde daha sert, daha hoyrat ve daha
kaba ruhlarla tanışıyor ve onlarla yan yana durmak zorunda kalıyorsak, dahası,
bundan rahatsız oluyorsak, özümüze dönmek için geç değil! İlk sözü söyleyen
giysilerimizden başlayarak kendi kültürümüzün dili ile dillenebiliriz. Dalları
budanmakla tükenmeyen köklerimizden verdiğimiz şıvgınlar gibi, tamamen
biçilmeden, dinî ve millî değerlerimize uygun renklerimizle, desenlerimizle, modellerimizle,
kumaşlarımızın zarafeti, işçiliğimizin inceliği ile dünyaya zamanları aşacak
giyim kültürümüzü sunabiliriz.
Bu
kaygılar ve bu azim ile dergimizin bu sayısını “Giyim-Kuşam Kültürü ve Âdâbı”
adlı tema ile hazırladık. Birbirinden kıymetli yazarlarımız, bu konuyu farklı
açılardan kaleme alarak değerlendirdiler.
Kültür
Ajanda’mız size ulaştığında keyifle okuyacağınıza, gardırobunuzu yeniden gözden
geçireceğinize, her bir satırda aynaya bakar gibi hissedeceğinize inanıyor,
huzurlu okumalar diliyoruz.
Hoşnut kalınız efendim!