Vazgeçtikçe çözülüyoruz

Kültür Ajanda’mızın bu sayısını “Giyim-Kuşam Kültürü ve Âdâbı” adlı tema ile hazırladık. Birbirinden kıymetli yazarlarımız, bu konuyu farklı açılardan kaleme alarak değerlendirdiler. Dergimiz size ulaştığında, keyifle okuyacağınıza, gardırobunuzu yeniden gözden geçireceğinize, her bir satırda aynaya bakar gibi hissedeceğinize inanıyor, huzurlu okumalar diliyoruz.

MÂZİ ile bağımız koptuğu nispette uzaklaşıyoruz zamana meydan okuyan birikimlerimizden… “Geçmişten günümüze” ifadesi, yosun tutmuş bir taş gibi takılıyor ayaklarımıza. Düşüyoruz…

Derin ve aidiyetsiz bir boşluğun içinde çırpınıp duruyoruz. Çünkü günümüz ile mâzi arasındaki bağlarımıza tırpan vurulmuş. Ne tutunacağımız kavi bir dal, ne güveneceğimiz bir el var. Ekini kurumuş, verimsiz bir tarladan geçer gibi geçiyoruz hayatın içinden.

Budanırken küstürülmüş bir çınarın gövdesinden köklerine bağlı kalmanın vefâsıyla yeşerme hakkını koruyan birkaç şıvgından gayrısının dertlenmediği bir kuruyuşa teşne olmuş hâldeyiz.

Köksüz ve yaratılış gâyesinden mahrum olan muhterislerce üretilmiş kapitalizm, materyalizm gibi sistemlerle yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz beslenme, barınma, giyinme, eğitim, sağlık gibi tüm alanlar birer tüketim sektörü hâline getirilince, Yaratıcımızın bir şükrediş karşılığında bahşettiği tüm nimetleri satın almak zorunda kalışımızın adı epeydir “modernite”…

Hikmetle var edilmiş tüm kaynaklar dünyaperestlerin tekeline girdi gireli, sahip olmak istediğimiz her bir şey için ederinden fazlasını ödeme mecburiyeti normalleştirilmiş durumda. Çünkü “moda, trend, yeni, daha yeni ve daha iyi” gibi kışkırtıcı tuzaklara düşmeye amâde hâle getirildik.

Değişmeli, dönüşmeli, ihtiyacımızdan fazlasına tamah etmeliydik ki bu pratikle köklerimizden kopuşumuz hızlansın. Dalımız budağımız kalmasın. Varlıktan saydığımız ne varsa yüksüneceğimiz, utanacağımız, külfet addedeceğimiz bir hâle getirilerek terk etmemiz sağlanırken, satın aldığımız her yeni eşya (şey) karşılığında ederinden fazlasını ödediğimizin ayırdına varamayacağımız kadar efsunlandık. Köksüz uygarlıklarını ikâme etmek isteyen Batı/lın kurduğu tuzaklara düştük ve edindiğimizin parasından fazlası olan öz kültürümüzü de üstüne ekleyip ödeme yaptık.

Şimdilerde başımızın üstündeki gökten, ayaklarımızın altındaki yerden başka eskitmeden, eksiltmeden gelecek zamanlara devredebileceğimiz neyimiz var?

Gökleri eskitmediğimiz, toprağı eksilmediğimiz de yalan. Akıl gözümüze “modern” bir göz bağı bağlandığından, zihin tutulmasına maruz kalışımızdan, “yeni” vaadi ile köleleştirildiğimizden bu yana tüketmek temel kaidemiz oldu. Gökyüzü de, toprak da bundan nasibini almasa olmazdı. Yine de gelecek nesiller için aramızda tanıdık tek payda, göğün mavisi, toprağın rengi olacak.

Kullandığımız tüm eşyalar yenilenirken, yiyeceklerimiz, içeceklerimiz raflara dizilirken, giyeceklerimiz de nasiplendi bu pahalı vazgeçişimizden. Öyle vazgeçtik ki “biz” olmaktan, kendimiz olmaktan, hattâ fıtratımızdan, eşyadan mülhem bir marka ibâresine indi varlığımız.

Zengin kültürel mîrasımızda gözü olanlar ilkin renklerimize, sonra desenlerimize göz koyduğundan beridir kalmadı âşinâsı olduğumuz hatıratlardan, eşyalardan, atalarımızın biriktirdiği servetten günümüze aktarılmış pek bir şey…

Dünyanın her yerinde, yüzyılı ardında bırakan üretilmiş eserler, eşyalar “klâsik” olarak adlandırılıyorken, antik bazaarlarda, müzayedelerde muazzam bedele ulaşıyorken, bizler yeni ile bedava takas eyledik neyimiz varsa…

Hâlbuki demire şekil veren, ağacı eşyaya, madenleri zarif dokunuşlarla işleyerek sanata dönüştüren Peygamberî meslekleri kuşanmış atalarımız vardı. Türk-İslâm kültürüyle şekillenmiş “giyim kuşam” âdâbımız dünyaya letafet, zarafet yayardı. Bizim coğrafyamızdan neşet ederdi renkler, desenler… İmanlı kalplere bahşedilmiş bir ilhamla güzelleşirdi kâinatta var edilmiş her madde.

Meselâ yazmalarımızda rengârenk çiçekler açar, bindallılarımızdan sırmalar taşar, entarilerimizden asalet akardı...

Belimize doladığımız kuşak kemere, boynumuzda bağladığımız fiyonklar düğmeye dönüşünce, tez açılır, hızlı çözülür oluverdik. Böyle böyle yitirdik yenimizi, yerimizi… Kolsuz, yakasız kalınca entariler elbise oldu. Ve ardından adına “moda” kondu. Talip olduk, talebesi olduk, öğretenleri aşıp mâzimizden, istenilenden daha hızlı koptuk.

Şimdi desenleri keskin, kumaşı kalın giysiler içinde daha sert, daha hoyrat ve daha kaba ruhlarla tanışıyor ve onlarla yan yana durmak zorunda kalıyorsak, dahası, bundan rahatsız oluyorsak, özümüze dönmek için geç değil! İlk sözü söyleyen giysilerimizden başlayarak kendi kültürümüzün dili ile dillenebiliriz. Dalları budanmakla tükenmeyen köklerimizden verdiğimiz şıvgınlar gibi, tamamen biçilmeden, dinî ve millî değerlerimize uygun renklerimizle, desenlerimizle, modellerimizle, kumaşlarımızın zarafeti, işçiliğimizin inceliği ile dünyaya zamanları aşacak giyim kültürümüzü sunabiliriz.

Bu kaygılar ve bu azim ile dergimizin bu sayısını “Giyim-Kuşam Kültürü ve Âdâbı” adlı tema ile hazırladık. Birbirinden kıymetli yazarlarımız, bu konuyu farklı açılardan kaleme alarak değerlendirdiler.

Kültür Ajanda’mız size ulaştığında keyifle okuyacağınıza, gardırobunuzu yeniden gözden geçireceğinize, her bir satırda aynaya bakar gibi hissedeceğinize inanıyor, huzurlu okumalar diliyoruz.

Hoşnut kalınız efendim!