Vatana aşkın gözü nur, nefretin gözü kördür

Senin yerli araba TOGG’u alabilmen çok mühim bir durum değildir. Ama alamıyor olman da ondan faydalanmadığın anlamına gelmez. Sığ bir bakış açısıyla alamadığın malın sana faydası olmayabilir ama bu yerli üretimse, bunu alabilenler varsa ve bunun ihracatı yapılacaksa ülke gelişecek, ilerleyecek ve refah seviyesi artacak demektir. Sen o aracı almasan da bir şekilde senin cebine getirisi girecek demektir. Ama kime anlatıyorsun ki? Bu zihniyeti aydınlatamazsın.

HANİ derler ya “Aşkın gözü kördür” diye, eğer aşkın gözü körse, nefretin gözlerindeki bozukluğun körlükten çok daha kompleks bir marazla açıklanması gerekir. Çünkü aşk bir insanın kusurlu, eksik ya da fena hâllerini güzelleyecek bir arızanın müsebbibiyken, nefret hissiyatının görmekle ilgili çok daha absürt ve izahı meşakkatli bir anomaliye sahip olduğuna şahit oluyoruz.

Aslında âşıkın gözlerindeki kusur da körlükten ziyade, anlam karmaşasına yol açan bir seçicilikti. Fakat hülâsa bir kavramla bu netameli hâli açıkladılar ve adına “körlük” dediler. Çünkü âşık, bütün dünyayı olduğu biçimde, yansıttığı renklerin doğru tanımlanmasıyla ve görme duyusuna eşlik eden diğer tüm duyumlarla benimseyebiliyor, bir tek maşukun çirkin zevahirinde şahsî yorumlara yer veriyordu. Bu yorumlar izleyiciler tarafından sıklıkla hayretle karşılanıyordu. Çünkü maşuk bazen dış kompozisyonu, bazen ve daha sıklıkla derunî anlamlarıyla çirkin bir kimlik sunuyorsa da âşık ya bu çirkinliği görmezden geliyor ya da daha büyük bir devrimle bütün çirkinlikleri güzelliğin şahikasında açıklıyordu.

Bu görme kusuru âlimlerce sıklıkla ruhsal bir hastalık olarak da ifade edilmiştir. Öyle ki, âşıkın bir hastalığa düştüğü kabul görüyor, en imkânsıza meydan okuduğu ve en çirkini devasa güzelliklere bezediği gibi zıtlıkların manevî buhranın neticesi olduğu söyleniyordu.

Bunun üzerinde çokça duruldu. Çünkü aşk çok kuvvetli bir duyguydu ve kalbe düştüğü andan itibaren sahibinde aklı şaşırtan değişimlere yol açabiliyordu. “Âşık” sıfatından evvelki kimliğe ters düşen bütün eylemler artık gözle görülür bir şekilde sahneleniyor ve kişinin yakınlarınca bu durum manevî bir maraz olarak algılanıyordu.

İzleyen gözler bir açıdan haklıydı da. Çünkü herkesin bir mayası vardı ve bu maya 7’den 77’ye her yaş diliminde bazı kalıp davranışları öngörülebilir yapıyordu. Yakınlar, akrabalar, dostlar ve kişinin hayatına yakından temas eden insanlarca âşık, aşk hastalığına düşmeden önceki bütün “asla”larını, bütün “muhakkak”larını ve bütün sivri köşelerini tam zıddıyla değiştirebiliyor, es geçebiliyor ve yok sayabiliyordu.

Aşkın bu kadar kudretli bir duygu oluşu, kişinin Rabbini aramasıydı. Rabbini aradığını bilmeden bulduğu her duyguya en üst perdeden kapılıyor, bazen de bu uğurda kendini yitirecek noktaya gelebiliyordu. Ama bir güzel tarafı vardı aşkın: Ne kadar zora koşsa, insanı ne kadar kör etse de kalbi inceltiyor, kâinata bakışı değiştiriyordu. Aşkın beslendiği ilâhî hissedişler kalpte ne kadar bastırıldıysa, beşerî aşkın taşkınlığıyla derinlerden kopuyor, zuhura başlıyordu. Bu raddeden sonra âşık, bir insanı sevmekten kâinatı sevmeye ve insanı da, kâinatı da var eden kudreti sevmeye başlıyordu.

İşte aşkın bütün marazlı taraflarına, bütün yıkıcı ve taşkın kalp vurularına karşın kişiyi Rabbine eriştiren bir yol açıcılığı da vardı. Bu yüzden çok zorlamadılar, çok deşmediler ve aşkın bütün kusurlu hâllerini tek bir teşhiste topladılar. İnsanın ilâhî aşka varışına vesile olan bu dünyevî duyguyu her anlamda alaşağı etmek istemediler. Ve kısaca “Aşkın gözü kör” dediler.

Nefret ise yankısı geniş ve baskın, eyleme dökülüşü yıkıcı ve kalpteki yeri son derece derin duygulardan biriydi. Ama biri de durup nefretin gözündeki kusuru tıbbî bir literatürle açıklama yoluna gitmedi. Fakat tam da bu vetirede üzerinde durmak, hiç değilse bir lafını etmek gerek.

O zaman gelelim gündeme…

Siyasette nefret dili, nefretle tayin edilen yollar, nefretle yalanı, iftirayı ve bütün afet yollarını mubah gören bir zihinsel gerilik mevzubahis. Birileri kalbinde mesnetsiz, savunmasız ve aklın müdahil olmadığı bir nefret büyütüyor, o nefretle bütün hayatını ve vatanını yok etmeye razı geliyor. “Yeter ki o gitsin de, PKK’ya özerklik verilse de olur, vatan toprakları parçalansa da olur, sınırımızın güvenliği sağlanmasa da olur, teröristler hapisten çıksa da olur”. Olur da olur. “Bu ne aymazlıktır, bu ne vatansızlıktır” diyecek oluyor insan; sonra bir durup düşünüyor, bunca yıl aşka iftira atmışlar…

Aşkın gözündeki körlüğün bile bu kadar ayyuka çıktığı görülmemiştir. Vaveyla, nefretin gözündeki problem her ne ise aklı, kalbi, ruhu ve aidiyeti besleyen bütün melekeleri de sardığı aşikâr. Öyle ki, bu siyasal nefret duygusu bir kesimin depremzedelere verdikleri üç kuruşu haram edecek kadar insanlıktan çıkmalarına, onların ölmesini hak görecek kadar irfan ve vicdanlarını yitirmelerine kadar götürdü. İşte asıl ölüm bu! İnsanlığın, vicdanın, merhametin, kalpteki adalet duygusunun ölümü…

Öyle bir nefret ki, birileri çıkıp da iktidara yakın duranları tarumar etmekle tehdit edebiliyor. Öyle bir nefret ki, karşıda duran şahıs terör örgütlerini bağıra bağıra güzelliyor, teröristlerin cenazesine, hastane ziyaretlerine gidiyor, taraftarları ise “Öyle demek istemedi” diye savunmaya geçebiliyor. Öyle bir nefret ki, başarısız olacağını, vatanı bölmeye niyet ettiğini, tek bir millî projesinin olmadığını bildiği tarafı, nefret ettiği taraf gitsin diye destekleyebiliyor.

Daha önce de dile getirdim, yine yazıyorum; insanlar hayatın bütün virajlarında, yol ayrımlarında tercih haklarını saklı tutarlar. Kişisel görüşler saygıyla karşılanır ve hiç kimse hiç kimseye tercihleri hasebiyle saldıramaz. Herkes herkesi eleştirebilir, kendi doğrusunu anlatıp karşı tarafın yanlışlarını ispat yoluna gidebilir ama kimse kimseye saldıramaz, kimse kimseyi yargılayamaz. Fakat bunlar zaten olağan insanî haklar…

Altının çizilmesi elzem paragraf burası değil, zira bu kısmı olağan ve genel kabul çerçevesinde kaleme aldım.

Asıl altı çizilecek olan idea şu ki; hiçbir tercih, hiçbir seçim, hiçbir taraftarlık ve hiçbir aykırılık “nefret” duygusu üzerinden teşkilatlandırılamaz. Nefretle çıkılan yolların varış noktası cehennemle benzer bir karaktere sahiptir. Nefretin varışı zarar, ziyan, hüsran ve “eyvah”tan başkası değildir. Nefret duygusu hiçbir surette hayra gidişi temin edemez. Çünkü nefretin körlüğü, aşkın körlüğü gibi çok ihtimâlli değildir. Âşık, kör tabiatının esiridir elbette. Kötüye denk düşen kalbi çokça acı çeker, iyiye meylettiyse sevginin ilâhî hazzına varır.

Fakat nefret için istikamet tektir ve katidir. Nefretin tesadüfen ya da şans eseri hayra vardığı görülmemiştir. Aşk ve sevgi hissedişlerinin mayası nasıl ki İlâhî bir özden alınmışsa, nefretin mayası da, özü de şeytanîdir. Ve şeytanın beslediği bir hissedişle hayırlı akıbetlere varış mümkün olmayacak ve hiçbir yol ayrımı olmaksızın yıkıma varış gerçekleşecektir.

Düşünebilir, analiz edebilir, insanlara danışabilir, fikrini ve seni tercihe götüren bütün düşünce yollarını ince delikli kalburlardan geçirebilir, yeni ve değişken yol haritaları çizebilirsin. Bu yolda doğruyu, akıl ve aklın deneysel evreleri olan araştırma, okuma, öğrenme, sorma ve bilmeye gayret etme vetireleriyle bulabilirsin. Rabbine el açar, göremediğin gerçekleri görecek bir feraset, doğru duyguda sabit kalacak bir kalp ve doğruyu yanlıştan ayıracak bir akıl dileyebilirsin. Fakat bütün bunları es geçip de nefret duygusunu referans alarak bir karara varacaksan, şeytanla iş anlaşması yaptığını da kabul edeceksin.

Nefretin dâhil olmadığı yanlış kararlar ve yanlış hissedişler bütün menfi akıbetleri telâfi edecek geri dönüş yollarına müsaade eder. Nefretin iktidar olduğu kalplerde verilen kararlar ve yapılan tercihler evvelâ kişiyi zihinsel bir yıkıma götürür, devamında geniş bir etki alanıyla topluma da ziyan getirir.

Son bir misalle nefretin aklı gideren bir uyuşturucu olduğunu daha net anlamak mümkün. Bir nefretli kalp, sevmediği kişi ya da grubun taraftarlarına, kendi gibi düşünmedikleri ve kendi gibi hissetmedikleri delilleri üzerinden “Kör cahil!” demiş. Şimdi bu nefretli kalp, nefret duygusundan terfi ederek akıl noksanlığına ve hadsiz, hudutsuz, adaletsiz eylemlere geçişi tamamlamış. Nefret mertebesinden akılsızlığa ve adaletsizliğe terfi eden bu kör cahil, cebindeki paranın almaya yetmeyeceği bir yerli üretim mamulünü beğenmenin ne kadar saçma olduğunu ima etmiş.  

Bre zır cahil! Bir insan sadece kendi midesini, kendi cebini düşünür mü? Haydi düşünür, bu enaniyeti, bu açgözlülüğü ve bu kendine meftun hastalıklı tabiatı bu kadar beyan eder mi? İşte orası muamma! Çünkü bir cimrinin “Ben cimriyim” diye bağırdığı, bir zalimin “Ben zalimim” diye deklare ettiği görülmemiştir.

Ancak akıl hastalıkları istisna!

İşte nefret, aklı gideren bir zavallılıkta, insanın kendi çirkin hâlini beyana kadar götüren bir duygudurum!

Yerli üretime dâhil ne varsa, senin olması, senin alabilmen, seni tatmin etmesi zerrece ehemmiyet taşımaz. Yerli üretim yüzyıllara yatırımdır. Bütün o beğenmediğin havaalanı, köprüler, yollar, tüneller, kuleler, gemiler, İHA’lar, SİHA’lar, savaş gereçleri, silahlar, yeraltılar gibi üretimler senin mal varlığın kapsamına girsin diye değil. Evet, olabilir de. Kişisel mal olarak üretilmiştir, paran yetiyordur, istersin ve alırsın. Fakat “Ben alamıyorsam değeri yoktur” bakış açısı bencillikten ziyade ahmaklıktır. Çünkü bir toplu iğne de olsa yerli üretim demek, ülkenin kalkınması, ilerlemesi, çağ atlaması ve daha fazla üretimi mümkün kılacak bir ekonomik güce erişmesi anlamına gelir.

Senin yerli araba TOGG’u alabilmen çok mühim bir durum değildir. Ama alamıyor olman da ondan faydalanmadığın anlamına gelmez. Sığ bir bakış açısıyla alamadığın malın sana faydası olmayabilir ama bu yerli üretimse, bunu alabilenler varsa ve bunun ihracatı yapılacaksa ülke gelişecek, ilerleyecek ve refah seviyesi artacak demektir. Sen o aracı almasan da bir şekilde senin cebine getirisi girecek demektir. Ama kime anlatıyorsun ki? Bu zihniyeti aydınlatamazsın.

Gelelim son düzlüğe…

Ben çok farklı siyâsî görüşlerin olduğu bir zeminde bulunmakla, her görüşü benimseyen insanlardan güzel kalp sahipleri tanıdım. Sana göre yanlış ona göre doğruyken, onca doğru olan sence son derece yanlış olabiliyor, evet. Bu, ideoloji ve siyâsî görüşleri son derece aykırı yapsa da onun taraftarlarında sadece bir yanılma hâli gözlemlenebiliyor. Kalbi güzel, niyeti halis ama düşünce yolu ya da vardığı adres yanlış olabiliyor. Bu, nefret sebebi değildir. Ve nefretle hiçbir yanlış yol yolcusunu iyi ve doğru yola davet edemeyiz; etsek de icabet göremeyiz. Sevgiyle, saygıyla ve anlayışla yolumuzu anlatırsak, biliyorum ki sevgiyle yol alan herkesin aynı doğruda buluşma ihtimâli yüksek.

Nefretle yol alanlar için söylenecek çok söz yok. Tek diyebileceğim; hayatî, kişisel ya da toplumsal tercihler akıldan, sevgiden, mantıktan ve anlamaya gayret etmekten beslenmeli. Nefretin hükmettiği hiçbir tercih hayra varmayacaktır.

Benim kalbimin ve aklımın yörüngesi şu sözü kalbine yazdı: “Türkiye sevgisiz kalmasın!