Zombi
ve makina
BİR “varlık” olarak insanın
varlık dünyasındaki “yeri” ve “değeri” noktasında, “çıkış noktası” işlevinde
farklı tespit ve iddialar olmuştur: “Anlayış”, “mücadele”, “takdir” ve “arayış”,
bu iddiaların en yaygın ve öznel olanlarıdır.
Anlayış
“bilgi” merkezli, mücadele “evrim” eksenli, takdir “vahiy” orjinli ve arayış
ise “şüphe” tabanlı yeşermiş varoluş okullarıdır. Özellikle “okul” vurgusu
yapma sebebimiz ise şundan: Artık bunların kendilerine özgü birer gelenekli
toplumları ve sistemleri mevcuttur.
Kuşkusuz
bu okullar arasındaki etkileşim “çatışma”, “bütünleşme”, “itme-çekme”
tercihleri/mezhepleri de doğurmuştur. Kronolojik açıdan okulların birbirlerine
kıyasla altın çağları da gözlemlenmiştir. Örneğin Müslüman aklına göre
“hakikat” dünyasında varoluşun orijininde “vahiy” vardır. Yani varlığı Yaratan’dan
varlığa sesleniş/dokunuş/iletim ile başlar. Kuşkusuz bu akla göre vahiy,
bilgiyi yoldaki azık, evrimi yolun coğrafyası, şüpheyi de yoldaki tedbirler
olarak görür/görgüleştirir.
Tabiî
ki yeryüzünde sadece Müslüman aklı var olmamıştır. Örneğin filozof aklı
diyebileceğimiz “bilgi” orijinli okumalara göre, vahiy bilgi olunca “varlık”
alanında söz hakkı elde eder. Değilse, bilgi olmayan/olmamış vahiy bir
“tecrübe”dir ve tecrübe sahibi ile o tecrübeyi kutsayanları ilgilendiren bir
varoluş mezhebi/yoludur.
Mücadeleci
akla göre (“diyalektik us” diye de okuyabilirsiniz) vahiy “boşluk”tur; “evrim”
bilginin tecrübesi, “şüphe” ise bilginin azığıdır.
Bir
de “şüphe” orijini ile varlığı ve varoluşu tanımlayan okullar var ki, onlara
göre vahiy “şüphesizlik” iddiası taşıdığı için “kayıtdışı”, “bilgi” ise değişken
olduğu için nesneldir. Hatta neredeyse bu okula göre varlık bir “kaos”, varoluş
ise bir “intihar” yoludur. İnsan, varlığı çözemediği için önce kendini, sonra
evreni intiharın eşiğine getirmiştir.
Ancak
okulların arasında “centilmenlik anlaşması” diyebileceğimiz bazı prensipler ve
sınırlar vardır. Bir anlamda bu sınır ve prensiplere “ortak varlık listesi” ve “ortak
varoluş erdemleri” diyebiliriz. Bu liste ve erdemler, “modern zamanlar”
diyebileceğimiz çağımızda “hiç”
edilmiş ve adeta tüm okullar kapatılarak önce varoluş, ardından da varlık
krizine evrilmiştir. Vahiy yerini efsaneye, bilgi zanna, evrim anlamsızlığa,
şüphe ise inkâra bırakmıştır.
Efsane,
zan, anlamsızlık ve inkârın geldiği nokta, “Tanrı öldü!” ve “İnsan öldü!” gibi
çift kanatlı bir intihar eşiği olmuştur. Bu intiharın en açık delilleri de
varoluşun kaynağı, süreci ve sonuçları başkalaşarak, hatta gerilim
filmlerindeki gibi “zombi” karakteri kazanmakla nihayete ermiştir. Modern
zamanlarla varlık ve varoluş hafızası adeta “sıfır” noktasına indirgenmiştir.
İnsan psikolojik olarak “zombi”, yaşam kalitesi olarak da “makine” düzeyine
inmektedir. Adeta bedenden “ruh” çekilmiş, yerini zombileştiren bir zevk sıvısı
ve makineleştiren bir tekno-organ almıştır.
Nitekim Amerikan filmlerinin “son” hakkındaki öngörülerinin tamamının “zombi” ve “makine insan/tekno-organ” olması, sadece “Bu filmdeki kahramanlar birer hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki kişi ve olaylarla ilgisi yoktur” altyazısı ile geçiştirilemeyecek kadar insan ufkuna işaret eden ciddiyette bir tehlikeye işaret etmektedir. İnsan kendi tanrısı olmaya kalkmakta ve kendini yeniden yaratmak peşindedir. Çünkü tanrı sustukça insan çıldırmakta ve çığlık atmaktadır. Bu ses, zombi ve makine karışımı bir varlık-varoluş intiharının son sesidir.
İnsanın
bir zevk sıvısı taşıdığının belirtisi olan “başkalaşma” ve tekno-organ
taşıdığının işareti olan “hissizlik” özelliği filmlerdeki kadar “uç” noktalara
henüz gelmiş olmasa da, varlık algısı ve varoluş açısından “zevk” ve
“hissizlik” niteliği baskınlaşan “yeni yaşam” kolonileri oluşmaktadır. Daha
açık söyleyelim: Zevk sıvısının çoğalması ve hissizliğin bünyeye “organ” gibi yerleşmesi,
modern zamanlarda bir virüs gibi yayılmaktadır.
Zevk
sıvısı ve makineleşmenin yaygınlaşma belirtileri/ortamları/şartları/yuvalanması
ise şunlardır: Porno, sanal dünya, dijital küre ve en tehlikelisi de “yüzsüzlük”
ile “görünme şehveti”nin karıştırılmasından elde edilen “plastik varoluş”
felsefesi ya da diğer adıyla “silikonlu hayat” modelleridir.
Silikonu
-hem “yapay”, yani organik olana “yabancı”, hem de teknoloji devlerinin
bulunduğu vadiden mülhem- kullanışlı buluyorum. Bu noktada insanın varlık ve
varoluş bağlamında -tamamen şahsî kanaatimdir- zevk sıvısının zombileştirdiği
alan “ten” ve makineleştirdiği yuva “yüz”dür. Nitekim modern zamanlar öncesinde
insanlığın “zevk” ve “hissetmek” kültürü, ten-yüz etkileşiminde
bütünleştirilmektedir.
Bu
çerçevede porno tene, sanal dünya ise yüze yönelmiş iki önemli saldırıdır. Biri
bedeni zombileştiriyor, diğeri de yüzü hissizleştirerek makineleştiriyor. Porno
“çıplak” bir saldırı olduğu için örtülerek gizleniyor, sanal dünya da “görünür”
bir saldırı olduğu için maskelenerek erteleniyor.
Daha önce “Cinsel Kültür Parkları” yazılarımızla porno tehlikesi üzerinden kültürel çıplaklık-çıplaklık kültürü analizi yaptığımız için, bu yazıda “hissizleştiren sanal dünyanın face’sine/yüzsüzlüğüne” değineceğiz.
Vahiy yerini efsaneye, bilgi zanna, evrim anlamsızlığa, şüphe ise inkâra bırakmıştır.
Silikon
vadisi: Face
İnsanın
en temel içgüdülerinden ve/veya ihtiyaçlarından biri “beğenilmek”tir.
Beğenilmek, “fark edilmek ve bunu görünür kılmanın toplamı”dır.
Modern
zamanlarda “Görünür olan vardır” veya “Fark edilmenin tek koşulu ‘görünür’
kılınmaktır” dayatması sebebiyle adeta varoluşun klasik şartı olan
bilgi-emek-hissettirmek denklemi, yerini “görünme/gösteri” üyesi olmaya
bırakmıştır.
Örneğin
görünür bir yazar görünmeyen yazara kıyasla daha çok “yazar” kabul edildiğinden,
yazarlar için “varoluş, kelime-fikir, anlam-dil” ekseni yerine
“görünme/gösteri” alanına kaymıştır. Okur bile görünür olanı
(popüler-şöhretli-tüketilen) tercih ederek kendini “görünür okur” kılmaktadır.
Adeta eğlence dünyasında şov yapan ve bilet alıp onu izleyen ilişki türü
formatında bir okur-yazar ilişkisi geliştirilmiştir. Bu ilişki türü
politikacı-seçmen, mürşit-mürit, usta-çırak, TV kanalı-seyirci gibi neredeyse
ilişki-etkileşim içeren hayatın her alanına hâkim olmuştur. Öyle ki, âlim-talebe
ilişkisi bile bu eğlence dünyasında, Disneyland içinde kendine görünür bir stant
edinmiştir.
Modern
zamanlara kadar “spot cümle” olan “Düşünüyorum, o halde varım” esprisi, yerini
“Görünüyorum, o halde varım!” “spot ışığı”na bırakmıştır. Yani spot ışık
altında “yıldız” olduğu vehmi içinde gelişen bir “sanal” varoluş yolu
türetilmiştir.
Kuşkusuz
modern zamanlardaki “görünme sahneleri” diyebileceğimiz imkânlar hem
endüstrileşmiş, hem de çok az insanı bu imkânlardan yararlandıran
“seçkinci/seçici” karakterdeydi. En büyük sahneleme platformu olan sinema, TV
ve gazete, milyarlarca insanın yaşadığı dünyada sadece binlerce insana fırsat
veriyordu. Binlerce insan “görünür” kılınırken, milyarlar sadece seyrediyordu.
Sayılı insan “yıldız” olurken, milyarlarca insan hayaller kurup dilek tutarken
yıldızları izleyen seyirci, tüketici hükmünde kalıyordu. Ta ki “Sen de kendi
dünyanın yıldızı olabilirsin” imkânını veren “sanal dünya” ve onun en büyük
kıtalarından biri olan “sosyal medya” fırsatı doğana kadar...
Kabul
etmek lazım ki “sanal dünya-sosyal medya”, görünür olmak noktasında küresel
ölçekte bir “devrim” niteliği taşımaktadır. Bu devrimin en önemli meyvelerinden
biri de tereddütsüz “yüz-göz” olunan ortamlardır. Sembolik ve görünür olanı da
“face” (Facebook) ortamıdır. Yani “görünür olma” imkânı veren “yüz-profil”
alanıdır.
Vesikalık
fotoğraf gibi yüz ile başlayan, derken vücut ve içinde bulunduğu zaman-mekân
ile arka fonu çeşitlendiren, derken yakınlarla yüz yüze gelişen, hatıralarla
yüzleşen, yakın ve uzak “tanıdık” diyerek çok kimse ile yüz göz olan bir
sürecin sonunda gelinen nokta, “gösteri odası” işlevinde bir varoluş-beğeni imkânına
evrildi. Teknolojinin tabiatındaki hız-değişim, bu alanda da gerçekleşmiş oldu.
TV
ve internet için atasözüne dönen “İyi veya kötü değildir; iyisi de, kötüsü de
vardır” şeklindeki cevap anahtarı Facebook için de söylence oldu. Aslında
burada “iyi” veya “kötü” kavramları üzerinden analiz etmek hem gerçekçi
değildir, hem de gerçekleri gizlemektir. Oysa madem adı “yüz/face”dir, o zaman “insan-yüz” algısı üzerinden algılamak
ve analiz etmekte yarar vardır.
“Göz,
kalbin aynasıdır; gözler yalan söylemez”, “Yüzüme bakarak konuş, yüzünü eğme!”,
“yüz yüze”, “Kaş göz, gerisi söz” gibi “hissetmek” odaklı bir kültür ile
değerlendirmek gerekir “face” edinimini.
Ancak “face”yi
hissetmek ve hissettirmek için kullanan insan sayısı çok ama çok az. İtiraf etmeliyiz
ki, eğlence-tavlama, görünme-beğenilme, gizlenme-dikizleme, merak-macera,
avcı-olta, kompleks-tatmin, eziklik-baskınlık ve zevk sıvısı-makineleşme
“yüz”ünü yüzüne geçirenler çoğunlukta. Oysa “hissetmek-hissettirmek” merkezli
“face” kültüründe yazı-foto-yorumun her harfi, noktası ile insanı insan yapan
“hisler-hissetmek” üzere kurgulanır ve tanık ettirilir.
Hatırlayalım,
medeniyetimizin özü ne idi? “Yüz yüze” görüşmek, “yüzüne” bakarak konuşmak, kalp
ve kişiliğini “yüzünde” taşımaktı. Bakış, söz ve işitmek hep his orijinli idi.
Kem göz de, kem söz de haramdı “yüz yüze” kültürümüzde. Şimdiki ise “Göster, görüneyim”,
“Beğen ki beğeneyim” ve -en rahatsızlık verici olanı ve yüzü yere eğdireni çok yüzlü veya yüzsüz maskeli balo
havasında gelişen- “Takipçim ol, yüzün ağarsın!” diyen insan tüccarı tiplerin
kendilerine piyasa yapmalarıdır. Değilse, yüzümüz var ve yüzümüzden
incitmeyeceksek başkalarını, yüz yüze hissedebilecek ve hissettirebileceksek
eğer, yüzümüzü öne eğdirmeyecekse, o zaman bilelim ki “face”, sadece bir
“iletişim imkânı”dır; ne hayat tarzıdır, ne de gerçek hayatın yüzü!