Varoluşun “feci” yolu: Face to face

Hatırlayalım, medeniyetimizin özü ne idi? “Yüz yüze” görüşmek, “yüzüne” bakarak konuşmak, kalp ve kişiliğini “yüzünde” taşımaktı. Bakış, söz ve işitmek hep his orijinli idi. Kem göz de, kem söz de haramdı “yüz yüze” kültürümüzde. Şimdiki ise…

Zombi ve makina

BİR “varlık” olarak insanın varlık dünyasındaki “yeri” ve “değeri” noktasında, “çıkış noktası” işlevinde farklı tespit ve iddialar olmuştur: “Anlayış”, “mücadele”, “takdir” ve “arayış”, bu iddiaların en yaygın ve öznel olanlarıdır.

Anlayış “bilgi” merkezli, mücadele “evrim” eksenli, takdir “vahiy” orjinli ve arayış ise “şüphe” tabanlı yeşermiş varoluş okullarıdır. Özellikle “okul” vurgusu yapma sebebimiz ise şundan: Artık bunların kendilerine özgü birer gelenekli toplumları ve sistemleri mevcuttur.

Kuşkusuz bu okullar arasındaki etkileşim “çatışma”, “bütünleşme”, “itme-çekme” tercihleri/mezhepleri de doğurmuştur. Kronolojik açıdan okulların birbirlerine kıyasla altın çağları da gözlemlenmiştir. Örneğin Müslüman aklına göre “hakikat” dünyasında varoluşun orijininde “vahiy” vardır. Yani varlığı Yaratan’dan varlığa sesleniş/dokunuş/iletim ile başlar. Kuşkusuz bu akla göre vahiy, bilgiyi yoldaki azık, evrimi yolun coğrafyası, şüpheyi de yoldaki tedbirler olarak görür/görgüleştirir.

Tabiî ki yeryüzünde sadece Müslüman aklı var olmamıştır. Örneğin filozof aklı diyebileceğimiz “bilgi” orijinli okumalara göre, vahiy bilgi olunca “varlık” alanında söz hakkı elde eder. Değilse, bilgi olmayan/olmamış vahiy bir “tecrübe”dir ve tecrübe sahibi ile o tecrübeyi kutsayanları ilgilendiren bir varoluş mezhebi/yoludur.

Mücadeleci akla göre (“diyalektik us” diye de okuyabilirsiniz) vahiy “boşluk”tur; “evrim” bilginin tecrübesi, “şüphe” ise bilginin azığıdır.

Bir de “şüphe” orijini ile varlığı ve varoluşu tanımlayan okullar var ki, onlara göre vahiy “şüphesizlik” iddiası taşıdığı için “kayıtdışı”, “bilgi” ise değişken olduğu için nesneldir. Hatta neredeyse bu okula göre varlık bir “kaos”, varoluş ise bir “intihar” yoludur. İnsan, varlığı çözemediği için önce kendini, sonra evreni intiharın eşiğine getirmiştir.

Ancak okulların arasında “centilmenlik anlaşması” diyebileceğimiz bazı prensipler ve sınırlar vardır. Bir anlamda bu sınır ve prensiplere “ortak varlık listesi” ve “ortak varoluş erdemleri” diyebiliriz. Bu liste ve erdemler, “modern zamanlar” diyebileceğimiz çağımızda “hiç” edilmiş ve adeta tüm okullar kapatılarak önce varoluş, ardından da varlık krizine evrilmiştir. Vahiy yerini efsaneye, bilgi zanna, evrim anlamsızlığa, şüphe ise inkâra bırakmıştır.

Efsane, zan, anlamsızlık ve inkârın geldiği nokta, “Tanrı öldü!” ve “İnsan öldü!” gibi çift kanatlı bir intihar eşiği olmuştur. Bu intiharın en açık delilleri de varoluşun kaynağı, süreci ve sonuçları başkalaşarak, hatta gerilim filmlerindeki gibi “zombi” karakteri kazanmakla nihayete ermiştir. Modern zamanlarla varlık ve varoluş hafızası adeta “sıfır” noktasına indirgenmiştir. İnsan psikolojik olarak “zombi”, yaşam kalitesi olarak da “makine” düzeyine inmektedir. Adeta bedenden “ruh” çekilmiş, yerini zombileştiren bir zevk sıvısı ve makineleştiren bir tekno-organ almıştır.

Nitekim Amerikan filmlerinin “son” hakkındaki öngörülerinin tamamının “zombi” ve “makine insan/tekno-organ” olması, sadece “Bu filmdeki kahramanlar birer hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki kişi ve olaylarla ilgisi yoktur” altyazısı ile geçiştirilemeyecek kadar insan ufkuna işaret eden ciddiyette bir tehlikeye işaret etmektedir. İnsan kendi tanrısı olmaya kalkmakta ve kendini yeniden yaratmak peşindedir. Çünkü tanrı sustukça insan çıldırmakta ve çığlık atmaktadır. Bu ses, zombi ve makine karışımı bir varlık-varoluş intiharının son sesidir.


İnsanın bir zevk sıvısı taşıdığının belirtisi olan “başkalaşma” ve tekno-organ taşıdığının işareti olan “hissizlik” özelliği filmlerdeki kadar “uç” noktalara henüz gelmiş olmasa da, varlık algısı ve varoluş açısından “zevk” ve “hissizlik” niteliği baskınlaşan “yeni yaşam” kolonileri oluşmaktadır. Daha açık söyleyelim: Zevk sıvısının çoğalması ve hissizliğin bünyeye “organ” gibi yerleşmesi, modern zamanlarda bir virüs gibi yayılmaktadır.

Zevk sıvısı ve makineleşmenin yaygınlaşma belirtileri/ortamları/şartları/yuvalanması ise şunlardır: Porno, sanal dünya, dijital küre ve en tehlikelisi de “yüzsüzlük” ile “görünme şehveti”nin karıştırılmasından elde edilen “plastik varoluş” felsefesi ya da diğer adıyla “silikonlu hayat” modelleridir.

Silikonu -hem “yapay”, yani organik olana “yabancı”, hem de teknoloji devlerinin bulunduğu vadiden mülhem- kullanışlı buluyorum. Bu noktada insanın varlık ve varoluş bağlamında -tamamen şahsî kanaatimdir- zevk sıvısının zombileştirdiği alan “ten” ve makineleştirdiği yuva “yüz”dür. Nitekim modern zamanlar öncesinde insanlığın “zevk” ve “hissetmek” kültürü, ten-yüz etkileşiminde bütünleştirilmektedir.

Bu çerçevede porno tene, sanal dünya ise yüze yönelmiş iki önemli saldırıdır. Biri bedeni zombileştiriyor, diğeri de yüzü hissizleştirerek makineleştiriyor. Porno “çıplak” bir saldırı olduğu için örtülerek gizleniyor, sanal dünya da “görünür” bir saldırı olduğu için maskelenerek erteleniyor.

Daha önce “Cinsel Kültür Parkları” yazılarımızla porno tehlikesi üzerinden kültürel çıplaklık-çıplaklık kültürü analizi yaptığımız için, bu yazıda “hissizleştiren sanal dünyanın face’sine/yüzsüzlüğüne” değineceğiz.

Vahiy yerini efsaneye, bilgi zanna, evrim anlamsızlığa, şüphe ise inkâra bırakmıştır.

Silikon vadisi: Face

İnsanın en temel içgüdülerinden ve/veya ihtiyaçlarından biri “beğenilmek”tir. Beğenilmek, “fark edilmek ve bunu görünür kılmanın toplamı”dır.

Modern zamanlarda “Görünür olan vardır” veya “Fark edilmenin tek koşulu ‘görünür’ kılınmaktır” dayatması sebebiyle adeta varoluşun klasik şartı olan bilgi-emek-hissettirmek denklemi, yerini “görünme/gösteri” üyesi olmaya bırakmıştır.

Örneğin görünür bir yazar görünmeyen yazara kıyasla daha çok “yazar” kabul edildiğinden, yazarlar için “varoluş, kelime-fikir, anlam-dil” ekseni yerine “görünme/gösteri” alanına kaymıştır. Okur bile görünür olanı (popüler-şöhretli-tüketilen) tercih ederek kendini “görünür okur” kılmaktadır. Adeta eğlence dünyasında şov yapan ve bilet alıp onu izleyen ilişki türü formatında bir okur-yazar ilişkisi geliştirilmiştir. Bu ilişki türü politikacı-seçmen, mürşit-mürit, usta-çırak, TV kanalı-seyirci gibi neredeyse ilişki-etkileşim içeren hayatın her alanına hâkim olmuştur. Öyle ki, âlim-talebe ilişkisi bile bu eğlence dünyasında, Disneyland içinde kendine görünür bir stant edinmiştir.

Modern zamanlara kadar “spot cümle” olan “Düşünüyorum, o halde varım” esprisi, yerini “Görünüyorum, o halde varım!” “spot ışığı”na bırakmıştır. Yani spot ışık altında “yıldız” olduğu vehmi içinde gelişen bir “sanal” varoluş yolu türetilmiştir.

Kuşkusuz modern zamanlardaki “görünme sahneleri” diyebileceğimiz imkânlar hem endüstrileşmiş, hem de çok az insanı bu imkânlardan yararlandıran “seçkinci/seçici” karakterdeydi. En büyük sahneleme platformu olan sinema, TV ve gazete, milyarlarca insanın yaşadığı dünyada sadece binlerce insana fırsat veriyordu. Binlerce insan “görünür” kılınırken, milyarlar sadece seyrediyordu. Sayılı insan “yıldız” olurken, milyarlarca insan hayaller kurup dilek tutarken yıldızları izleyen seyirci, tüketici hükmünde kalıyordu. Ta ki “Sen de kendi dünyanın yıldızı olabilirsin” imkânını veren “sanal dünya” ve onun en büyük kıtalarından biri olan “sosyal medya” fırsatı doğana kadar...

Kabul etmek lazım ki “sanal dünya-sosyal medya”, görünür olmak noktasında küresel ölçekte bir “devrim” niteliği taşımaktadır. Bu devrimin en önemli meyvelerinden biri de tereddütsüz “yüz-göz” olunan ortamlardır. Sembolik ve görünür olanı da “face” (Facebook) ortamıdır. Yani “görünür olma” imkânı veren “yüz-profil” alanıdır.

Vesikalık fotoğraf gibi yüz ile başlayan, derken vücut ve içinde bulunduğu zaman-mekân ile arka fonu çeşitlendiren, derken yakınlarla yüz yüze gelişen, hatıralarla yüzleşen, yakın ve uzak “tanıdık” diyerek çok kimse ile yüz göz olan bir sürecin sonunda gelinen nokta, “gösteri odası” işlevinde bir varoluş-beğeni imkânına evrildi. Teknolojinin tabiatındaki hız-değişim, bu alanda da gerçekleşmiş oldu.

TV ve internet için atasözüne dönen “İyi veya kötü değildir; iyisi de, kötüsü de vardır” şeklindeki cevap anahtarı Facebook için de söylence oldu. Aslında burada “iyi” veya “kötü” kavramları üzerinden analiz etmek hem gerçekçi değildir, hem de gerçekleri gizlemektir. Oysa madem adı “yüz/face”dir, o zaman “insan-yüz” algısı üzerinden algılamak ve analiz etmekte yarar vardır.

“Göz, kalbin aynasıdır; gözler yalan söylemez”, “Yüzüme bakarak konuş, yüzünü eğme!”, “yüz yüze”, “Kaş göz, gerisi söz” gibi “hissetmek” odaklı bir kültür ile değerlendirmek gerekir “face” edinimini.

Ancak “face”yi hissetmek ve hissettirmek için kullanan insan sayısı çok ama çok az. İtiraf etmeliyiz ki, eğlence-tavlama, görünme-beğenilme, gizlenme-dikizleme, merak-macera, avcı-olta, kompleks-tatmin, eziklik-baskınlık ve zevk sıvısı-makineleşme “yüz”ünü yüzüne geçirenler çoğunlukta. Oysa “hissetmek-hissettirmek” merkezli “face” kültüründe yazı-foto-yorumun her harfi, noktası ile insanı insan yapan “hisler-hissetmek” üzere kurgulanır ve tanık ettirilir.

Hatırlayalım, medeniyetimizin özü ne idi? “Yüz yüze” görüşmek, “yüzüne” bakarak konuşmak, kalp ve kişiliğini “yüzünde” taşımaktı. Bakış, söz ve işitmek hep his orijinli idi. Kem göz de, kem söz de haramdı “yüz yüze” kültürümüzde. Şimdiki ise “Göster, görüneyim”, “Beğen ki beğeneyim” ve -en rahatsızlık verici olanı ve yüzü yere eğdireni çok yüzlü veya yüzsüz maskeli balo havasında gelişen- “Takipçim ol, yüzün ağarsın!” diyen insan tüccarı tiplerin kendilerine piyasa yapmalarıdır. Değilse, yüzümüz var ve yüzümüzden incitmeyeceksek başkalarını, yüz yüze hissedebilecek ve hissettirebileceksek eğer, yüzümüzü öne eğdirmeyecekse, o zaman bilelim ki “face”, sadece bir “iletişim imkânı”dır; ne hayat tarzıdır, ne de gerçek hayatın yüzü!