Varoluş sancısı

Yazmak ve konuşmak, okumaktan daha zor. Okurken içimizde dünyalar hayat bulur, ilginç şeyler hissederiz. Bir şeyler görünür derinlerde, tarifi zor algılar, yaşanır. Bunları yazmaya, anlatmaya ve o dünyaları kelimelerin içine sıkıştırmaya çalışmak o kadar zor ve bazen imkânsız ki… Bu bir varoluş sancısı.

BAŞLANGIÇ, ilk adımı atmak için önemlidir. “Neden yazıyor, neden yaşıyoruz?” gibi…

İnsan yaşarken, bu hayata ara ara başlıklar atıp içeriğini doldurmalı. Ne yaşadığı, niyeti ve nihayeti, bu süreci nasıl değerlendirdiği yönünde sorgulamalı.

Varoluş ve bütün olup biteni tamamen anlamak mümkün değil. Birbirimize aktardıklarımız kadar fikir sahibiyiz dünden ve yaşananların ne anlama geldiğinden. Bu noktada bir şeyleri sağlıklı şekilde anlamaya gerçekten çok ihtiyacım var. Zira “varoluş” kelimesinden tutun da var olmuş ne kadar kelime varsa bana yabancı şimdi. Tanıdık en ufak bir şey yok; ne bir anlam, ne durum, ne his, ne de bilgi. Her şey hayâlî ve eksik tercüme edilmiş hâlde sanki.

Diyeceksiniz ki, “Kelimelere yabancı biri nasıl yazar?”. Hiçbir fikrim yok. Ortada koca bir bulmaca var ve bunu çözmek için parçaların üzerinde ömür boyu araştırmak gerekiyor. Lâkin cevapların varlık içinde olduğunu sanmıyorum. Varlığı en iyi yokluk, insanı da en iyi insanın Sahibi açıklar. Bence başka yolu yok. Yani Rabbim neye, ne kadarına izin verirse o kadarını tecrübe edebileceğiz.

Varoluş yolculuğunda ilerleyebilmek gerçek bir emek ve donanım gerektiriyor. Sadece var olmak, yemek, yatmak, laf kalabalığı yapmak, saatleri/günleri/seneleri tüketmek, para biriktirmek, araba sürmek, birkaç piknik gibi gerisi olmayan yaşanmışlıklar “kayıp zaman” gibi geliyor bana. Diğer yandan bir talihsizlik içinde var olup kötülerden, akılsızlardan olarak yakıp yıkmak, savaş, sapıklık icat etmek, insana hayatı zindan etmek gibi bir tarafı seçip de kendine yazık eden gruba hiç değinmek istemiyorum. Çok ama çok yazık oldu onlara. Kendilerine verilen beden ve yaşam emanetini ne de kötü değerlendirdiler. Rabbim hepimizi böyle bir akıbetten korusun.

Normal tarafa dönersem… Öncelikle kalemsiz kitapsız yola çıkılmaz ve bunun tartışılması düşünülemez. İster içimiz, ister dışımızdaki dünya olsun, okunmak ve yazılmak için bekleyen bir sonsuzluk var ve insan ömrü gerçekten çok kısa. Takdir edersiniz ki, okuma işi sadece kitapla olmaz ve kelimeler bir şeyi tam olarak ifade edebilecek güçte değil ve bu yüzden kalp gözüne, kalp kulağına ve kalp idrakine ihtiyacımız var. Kalbimizin bu donanımını hayata geçirebilmek için ise beynimize bazı işlemler, tabiri caizse, bazı format işleri yapmak ve yaptırmak gerekiyor. Bunun yolu da içsel yolculuk, gelişim odaklı olmak ve bilinçli farkındalığı yüksek bir hayatı yaşamak gibi seçenekler.

Yazmak ve konuşmak, okumaktan daha zor. Okurken içimizde dünyalar hayat bulur, ilginç şeyler hissederiz. Bir şeyler görünür derinlerde, tarifi zor algılar, yaşanır. Bunları yazmaya, anlatmaya ve o dünyaları kelimelerin içine sıkıştırmaya çalışmak o kadar zor ve bazen imkânsız ki… Bu bir varoluş sancısı.

Kimi hiç hissetmez bu sancıyı, kimi de doğum sancısı gibi yaşar bu süreci. Adı üstünde, varoluş sancısı. Var olandan daha şiddetli olur hissedebilen için bu sancı. Yokluk öyle bir dokunur ki var olan her zerre titrer. Kaçacak bir yer de yok, biliyor musunuz? Bedenimizden bile uzaklaşamazken, vardan yoka, yoktan vara nasıl kaçacağız? Kaçmak burada “tehlikeden uzaklaşmak” anlamında değil, zifiri karanlık bir sokakta uyanmak ve gözüne şiddetli fener tutulması sonrası yaşanan endişeyle düşünmek… O zifiri karanlıkta ışıktan başka yol yok ama gözünüze tutulan ışık görmenizi engelliyor. Sonuç olarak ne karanlığa, ne ışığa, ne kendine sahip olabiliyor, karanlık da, ışıktan da kaçamıyorsunuz.

Beni de Yaratan’dan istediğim, bana beni hediye etmesi. Zira benim kadar kendine yabancı kaç kişi vardır ki şu hayatta?

Tekâmül ve rıza üzere yaşamak

Anî bir kararla Çin’e çalışmak için atandığınızı düşünün. Benliğe, dile, kültüre yabancı o ülkedeki o ilk zamanlar, o yabancılık ne kadar zordur, değil mi? Bu örnekteki gibi, bir gün içinizde farklı bir uyanma gerçekleştiğini düşünün. Her şey o kadar yabancı geliyor ki dehşet içinde kalıyor, dışınızdan bağıramıyorsunuz ama içinizdeki trilyonlarca hücre o garip ve devasa yalnızlığı haykırıyor. Cevap veren yok, Yaratan’a ulaşmaya çalışıyorsunuz ama öyle iki veya yirmi senede ulaşılabilecek bir yol değil bu. O an da cevap gelebilir, hiç verilmeyecek olabilir. Yapılacak tek şey, tekâmül ve rıza üzerine yaşama gayreti.

Bu tür konulara ait çevre ile bilgi ve fikir alışverişi yapmak o kadar zor ki çevre, ister istemez durumu psikolojik sorun olarak görme eğilimine düşüyor ve karşı taraf tavsiye ve teselli verme ihtiyacı hissiyle yanlış önyargı sahibi olup size garip bir şeymişsiniz gibi bakabiliyor. Aslında basit ve kendi içinde uyanan insanın bir şeylere tutunmaya, anlamaya ve öğrenmeye çalışmasından ibaret. Bu konu heyecanlı ama bir o kadar gergin. Dile kolay, aradığınız kayıp şey, kendinizsiniz. Bir derdim var sonuçta ve bunun ilacı ne bende, ne başka bir varlıkta. İllâki Yaratıcı ile konuşmam, sorularımı dile getirmem gerekiyor. Sorularımı ve sorunlarımı da biliyor ama cevapları net duyabilmem, nasıl ve hangi şartlarda olacak bu konuda net bir şeyler söyleyemiyorum, bilemiyorum.

Yazmak ve okumak sancılı, olmak çok daha sancılı, Ömür denen sermaye tükenene kadar oluş deneyimini en iyi şekilde sürdürmem gerekiyor ama şu aralar yol almakta zorlanıyorum. İnsan denen türümle bir araya gelmeye çekiniyorum. İletişim denen şey her zaman o kadar iyi bir şey değil aslında. İletişim, anlam olarak kişilerin birbirini anlayabilmesi için karşılıklı sözlü, görsel veya hissel aktarımda bulunmaktır. Kelime anlamı ne kadar hoş olsa da iletilen şey sıkıntılı olur veya iletilmek istenen bir şey olmaz veya iletmek istediğiniz şey karşıdakinin algısında bambaşka bir şeye dönüşme riski taşıyorsa (ki mecburî iletişim kurmak zorunda olduğunuz durumlarda çeşitli riskler hayat bulur) çıkmaz sokaklar sarıyordur etrafı. Büyük şehrin dezavantajlarından biridir mecburî iletişim ve iş çevresi, yaşam çevresi, alışveriş, ulaşım gibi birçok çevre ile topluluk yaşamının gereği iletişimde olmamız gerekiyor. Kişi kendi içinde sorunlar yaşıyor ve dışarıya bir şeyler aktarmakta sorunları varsa, iletişim kurmak istemiyorsa, kelimelerle arası iyi değilse, iletmek istediğini kelimeler bir türlü doğru yansıtamıyorsa, bu hâlde içsel ve dışsal zorluklarla baş başa kalınabiliyor.

Bazı kesim için iletişim diye bir sıkıntı hiç olmaz, sabit ilgi alanları vardır ve o ilgi alanlarına sahip büyük bir kitle mevcuttur. Sporla ilgili taraftarlık, siyaset, moda, araç gibi neredeyse her zaman benzeri konuların konuşulduğu ortamlar her zaman vardır ama beni ve bazı kesimi hiç açmaz, çok itici gelir. Bu tür şeylere karşı çıkmak veya karşısında durmak gibi bir niyetim yok; hayat çok renkli bir yelpaze veya tablo, herkes kendi alanına kendi rengini vurmakta özgür. Lâkin derinlemesine içinde kaybolduğum konularda konuşacak biri bulmak zor olduğunda, birini bulup da konuşmaya çalıştığımda, boş gözler ya da bir esnemeyle karşılaştığımda yaşadığım hüznün anlaşılmasını bekler ve bu hüznü çok yaşamamak adına yalnızlığı tercih ederim. Ben toplumla, çevremle bilim ve sanatı daha çok paylaşmayı seven biriyim ama paylaşılan sadece elinizde tuttuğunuz şey olursa, örneğin yaptığınız resim veya müzik, bu da bir yerde tıkanıklık yapıyor, kalbî olarak ilerlemiyor.

Bu konuda beklentimi açıkça ifade edersem, araçlara takılmadan amaç üzerine yol alabilirim. Önce kendimi, sonra Rabbimi tanımak istiyorum. Ben kâinatım, içimde ve dışımda var olan her şeyim… Rabbim ise sadece Kendisinin bileceği bir kudret. Bize yansıyan olarak bütünü göstermeyecek. O nedenle resim yapmak bana iyi geliyor ama renklerin ötesine, yazmayı seviyorum ama kelimelerin gücünün yetemediği yerlere ulaşmak istiyorum. Kendimi net göremiyor, bu yüzden sizinle konuşarak sizdeki yansımamı öğrenmek istiyorum. Paylaşmaktan niyetim bu.


 

Kişinin anlayamadığı her durum için kullanılan bir söz “Vardır hikmeti”. Peki, bu hikmetler ömür boyu gizli mi kalacak? Liyakat sahibi olamazsak duasını yaptığımız şeylere ulaşamayacak mıyız? Peki, liyakat ne? Nasıl lâyık olurum? Çalışarak mı, her isteneni yaparak mı, her şartı yerine getirerek mi? Böyle bir başarının sahibi olabilsem zaten çıkmaz sokakta ne işim var ki? Liyakatin satıldığı bir market var mı? Net olarak bir güzergâhı, yönetmeliği var mı ki yapıp da ulaşabilelim?

Hep lâyık olunması gereken alanda üstün bir gayret ve sabrın sahibi olmamız gerektiği nasihat edilir. Sorarım; herkes eşit şartlarda doğup eşit şartlarda mı yaşıyor? Üstün bir gayret ve sabrın sahibi olmak ya da güzel şeyler başarıp güzel yerlere gelebilmek için gerekli iç ve dış donanıma ne kadar istese ve uğraşsa da ulaşamayan o kadar çok insan var ki, onlar hakkında ne demeli?

Varlık sancısı çekiyorum; hem de öyle böyle değil. Şiddetli bir ağrısı olanın davranışları, sözleri ve okuması ne derece sağlıklı olur, bilemiyorum. Böyle bir sancı içinde yazdıklarımın kimse tarafından olumsuz bir yöne çekilmesini istemem. Bir konudan bahsederken veya bir yöne doğru ilerlerken alâkasız bir yöne doğru gidebilirim. Bu tutumun bir önyargıya dönüşmemesi gerek.

Bende bir rahatsızlık var meselâ. Kendimi bildim bileli beni tanıyan çoğu kişi hep gülümsediğimi söyler. Tebessüm kötü bir şey olmasa da uzun sürelisi ya da yanlış zamanda yapılanı sıkıntı doğurabiliyor. Bazen arada ufak çıkışanlar olur “Durup dururken ne diye güldün?” gibi. Yüz kaslarımı istediğim gibi kontrol edemiyor ve içimdeki düşünce ve duyguya uygun mimikleri istediğim zaman oluşturamayabiliyorum. Sizinle yüz yüze iletişim kursam ve devamlı gülerek konuşsam, içinizdeki yargıları az çok tahmin edebilirim, çünkü devamlı yaşadığım bir durum. Bu durumdan en çok benim psikolojim mağdur olur.

Ya da bir okur olarak çok iyi olmasa da belli bir aralıkta kitap okumadan, yazmadan yahut bir sanatla uğraşmadan yaşayamayanlardanım. Bazen ilgilendiğim alanlarda o konuda zirve yapmış insanlara ulaşmaya çalışır, e-posta atarım ama gelin görün ki ne yazarsanız yazın, kelimeler tam olarak ne sizi yansıtır, ne de düşünce ve duygularınızı doğru şekilde iletebilir ve muhatap alınırsınız. Bu örneklere istinaden diyebilirim ki, “Varoluş öyle zor ve sancılı ki ne kendinizi tanıyabiliyorsunuz, ne de kendinizi istediğiniz gibi çevrenize tanıtabiliyorsunuz”. Bize kalan nefes alıp vermek, biraz şükür, biraz isyan ve biraz nisyan.

Temennim; anlayabilmek, anlaşabilmek ve şu kısa ömürlü hayatımızı insanca yaşayabilmek. Ne olur, kendinizi ihmâl etmeyin, geç kalmayın! Sonra kendinize o kadar uzakta kalmış oluyorsunuz ki vakit yetmiyor; donanım ve çaba da. Ya içinizden gelmiyor ya da izin vermiyorlar.

Sağlıcakla…