Varmak

Yine bir yorgunluk geldi gözlerine. Piposunu alıp dükkânın önüne çıktı. Kadıköy’ün şu eski sokağında, yavaş hareketlerle eskimiş piposunu ateşledi. Güneş lekeli dudakları arasından tütününün dumanı yükseldi göğe ağır ağır. Bazen herkes biraz şu duman gibi uçup gitmeyi isterdi. Öyle değil miydi?

ÜZERİNDE bir yorgunluk vardı. Uzun menzilli bir yorgunluktu bu. Bıkmışlık, bunalmışlık, bitmişlik… Bakıldığında hepsi aynı noktaya çıkıyordu. İçinde bulunduğu çamurda dönüp duruyordu. Ne çıkmaya çabalıyor, ne de kalmaya gönlü el veriyordu. Kendini güvende hissedeceği ama hiç bilmediği diyarlara gitmek istiyordu. Klâsik bir kaçış arzusuydu bu. Açtığı her kitapta bulabileceği, baktığı her yüzde bir miktar da olsa hissedebileceği… Herkes biraz kaçmak isterdi. Öyle değil miydi?

“Kaçmak” diye mırıldandı Rauf oturduğu koltuğun üzerinde. Aslında genelde bu tozlu dükkânda bulunan eşyalara, bakım ve onarım yapmak dışında elini sürmezdi. Bilinçli yapılan dokunuşlar da bilinçsiz yapılanlar kadar zedeleyici olabiliyordu bu antikalar için. Bazen dükkâna antika olmayan, neredeyse yeni üretim parçalar gelirdi. Birkaç kere bu yeni sayılabilecek parçaların eskilere oranla daha dayanıksız olduğuna şâhitlik etmişti. Rauf için âdeta bir düşünme meskeni olan bu yer, onun sessizliğine, hülyalı bakışlarla dalıp gidişlerine ev sahipliği yapardı. Torunlarının hâllerini gözlemleyip 1996 üretimli bir çakmağın elinde kırılıp gittiğini görünce daha iyi kavramıştı bir şeyleri. Yeni nesil, eskilerinden daha güçsüzdü. 

Şimdikilerin dertlerini küçümsemeden edemiyordu. Onlardaki dert ise, kendindeki neydi? Neler yaşamış, neler görmüşlerdi… Bu konuda huysuz bir yaşlıya dönüşüyordu Rauf elinde olmadan. Kendileri diledikleri pek çok şey için mücadele etmiş oldukları bir dönemden geliyorlardı. İstedikleri hemen olmazdı öyle. Hemen oluşlarını bir kenara koyarsak, dilediklerinin oluşu bile sayıyla ifade edilebilecek kadardı. Düşündü “Şu dünyada ne istedim de oldu?” diye. Bunu düşünürken haksızlık etmekten ve Rabbine karşı şükürsüz görünmekten korktu. Aslında doğru cevabı biliyordu da o an için bilmezlikten gelip bıraktı tuttuğu ipin ucunu.

“Velhasıl, bir şeyleri zorlukla elde edince kıymeti daha çok bilinir” dedi sonunda. Şimdikiler pek çok şeye kolaylıkla sahip oluyor, ardındansa çok çabuk sıkılıyorlardı. Bu çağın sendromu da buydu. Ne büyük kötülüktü bu gençliğin kendine ettiği! Ne büyük ziyan, ne büyük zarar, ne büyük isyandı! Henüz on dokuz yaşındaki torunun gözlerinde de görebilir olmuştu kendindeki yorgunluğu Rauf. Görünüşe bakacak olursak tek fark, kendinin yetmiş sekiz yaşında oluşuydu.

Bir dünya savaşı görmüş, ilk partileri bilmiş, yapılan inkılâpların halk üzerindeki etkilerine tanıklık etmiş, ne darbelere şâhit olmuş, ne doğumlar, ne ölümler görmüş, ne Millî Takım maçları izlemiş, ne şarkılar dinlemişti…

Elini oturduğu ahşap oyma koltuğun kolunda gezdirdi. Yanındaki iskemlenin üzerine koyduğu piposunu aldı avucuna. İçeride içmezdi hiçbir zaman her ne kadar istese de. Bu eşyalara karşı yapılabilecek en iyi şey, aslında sanki her birinin sahibi o an oradaymış gibi bir tütün ateşlemekti. Çok isterdi sahiplerinin hepsiyle tanışık olmayı. Fakat yalnızca bazılarından haberdardı. Bu eşyalara, onların anılarına gözü gibi baktığını bilmelerini isterdi her birinin.

Bu eşyaların çoğu şimdikiler gibi “bir yenilik istenip” değiştirilmiş değillerdi. Kimi yokluktan üzüntüyle, kimiyse onlarla birlikte yaşayan emek bilir son kişi de vefat edince hayırsız birkaç evlât tarafından birkaç lira uğruna satılmıştı. İkisi arasındaki fark büyüktü. Bir kısmı muharebelerden ölen askerlerin üzerinden alınmış, kalan bir kısmıysa evlere gelen hacizlerle kopup buralara varmıştı. Kim bilir, bundan üç sene önce vefat eden Nadide’si ardından kendi de gidince, Nadide’yle evlerine bir bir alıp koydukları eşyalara neler olacaktı? 

Ne kadar vefâlı evlâtlar yetiştirmeye çalışsalar da bir süre sonra en çok sevilen şey bile kişiye zahmet gelebilirdi. O öldükten sonra kendininkiler dâhil, bu dükkândakilere kim bakacaktı? Bilmiyordu. Dükkânın başına geçecek biri çıkacak mıydı, yoksa başka antikacılara mı gideceklerdi? Başının hizasında gezinen bir sineği kovalar gibi elini salladı Rauf düşündüklerini kovalamak istercesine.

Yine bir yorgunluk geldi gözlerine. Piposunu alıp dükkânın önüne çıktı. Kadıköy’ün şu eski sokağında, yavaş hareketlerle eskimiş piposunu ateşledi. Güneş lekeli dudakları arasından tütününün dumanı yükseldi göğe ağır ağır. Bazen herkes biraz şu duman gibi uçup gitmeyi isterdi. Öyle değil miydi?