ADLÎ tıpta zehirlenme vakaları üç ayrı başlıkta inceleniyor. Bir insanın zehirlenmesine yol açan en yaygın sebep pek tabiî gıda, soluma ve ilaçlar. Çeşitli yollarla, istem dışı vücuda sızan maddeler organizmada patolojik bir etkiye sebebiyet verebiliyor. Ve bu bahsi geçen yollarla vuku bulan zehirlenmeler, “kaza” başlığı altında kabul görüyor. Diğer iki sebep ise “kasten zehirlenmeye yol açmak” olarak listeleniyor: İntihar ya da cinayet…
Bir organizma, zehirli bir maddeye maruz kalma sonucu hastalanır ya da ölürse, adlî tıbbın kategorize ettiği bu üç eylemden biri sorumlu tutuluyor. İnsan ya kaza sonucu kendine zarar verebiliyor ya da kendinde veya bir başkasında kasıtla, isteyerek ziyana neden oluyor.
Toksik maddeler vücuda girdiğinde, miktara ve cinsine bağlı olarak hücre ölümünden beden ölümüne kadar uzanan bir dizi hasara yol açabiliyor. Bu hem kişiye, hem maddeye, hem de daha bir dolu bilinmezin zehirli madde ile olan etkileşimine göre değişkenlik gösterebiliyor.
Sonuç olarak, insanı ölüme götürsün ya da götürmesin, fiziksel olarak bir dolu bulgu ve belirti ile kendini gösteriyor.
Aslında bir organizmanın zehirlenmesi bazen buna yol açmayacak bir maddede aşırıya kaçma yoluyla da gerçekleşebiliyor. Aslında işin en ilginç tarafı bu. Bazen de az miktarda soluduğumuz ya da sindirme yoluyla vücuda dâhil ettiğimiz pek çok madde aşırı dozda ve kısa vadede alındığında, zehirlenme belirtileri baş gösterebiliyor ve hatta insanı ölüme kadar götürebiliyor.
Bütün bunlar, zehirlenme vetiresi hakkında özet bir bilgi derlemesi veriyordur sanırım. Fakat tüm bunlardan daha sinsi ve daha ölümcül bir zehirlenme türü daha var. Buna pek çok alternatif adlandırma düşünmek ve pek çok sıfat tamlamasını birbiri yerine denemek mümkün ama ben bu anlatıya mesnet olması bakımından “varlık” ya da “zenginlik” kavramlarını tercih ediyorum. Zenginlik kavramının itiraza olanaklı ve sınırları daha belirgin bir ifade olması iddiamı rizikolu hâle getireceğinden, “varlık” kavramı daha elverişli olacaktır.
Tam şu an, üzerine ayak basmış bulunduğumuz çağın “insan düşüklüğü” boyutuna evrilişi de bu ve benzer kelimelerin hoyratça hayatımıza girişinden kaynaklanıyor.
Varlık, yokluğun zıddı gibi dursa da bazen yoklukları doğuran bir habasete temas edebiliyor. O kadar çok şeye o kadar çabuk ve kolay erişebilir oluşumuz, tıpkı vücuda aşırı miktarda kabul edilen maddelerin yarattığı hasara eşdeğer bir yıkım meydana getiriyor. Bu da olsa olsa ruhun varlık ile zehirlenmesi olabilir. Bir zamanın kıt kanaat geçinen insanlarının bugünkü varlık denizi içinde boğulup gitmeleri kadar hazin bir hikâye.
Hayatı kolaylaştıran teknoloji ürünleri ile kuşatılmış ömür parçalarımız, daha fazla memnuniyet duygusunu tetiklemesi beklenen bütün faydalar ile üst düzey bir sitem, memnuniyetsizlik ve şikâyet taşkını içinde yok olup gidiyor. Hep daha fazlasının ufkunu seyreden gözler, var olanların, elde bulundurulanların ruhta ve kalpte yaptığı bu toksik etkiden hayli mustarip. Belki tek göz odanın tek aydınlık kaynağı olan vefakâr pencerelerden tekdüze yol kıvrımlarına baktığımız o sade hayatlarımızda beklentilerimiz de, hayâllerimiz de doygunluğa müsaade ediyordu.
Şimdilerde hep bir öncekinden daha yüksek hayatların seyrine açılan bu yeni pencereler, bulunduğumuz mekânları değersizleştiriyor. Öyle uzakları ve zirveleri görebiliyor, işitebiliyor ve hissedebiliyoruz ki var olan zeminin desenleri de, hissedilen mekânın atmosferi de bu baktığımız sonsuzluk boyunca pahadan düşüyor. İşte tüm bu hissediş ve duyuştaki yüksek kabiliyet, daha fazlasının da var olduğu kanaatiyle bizi zehirliyor. İnsan sadece bir madde ya da nesne yoluyla değil, bir düşünce, algı ve inanma biçimiyle de zehirlenebiliyor.
Bu çağ, her mevcut olanın ve sahip olunanın bir üst modelini bize vaat etmekle her mevcudiyeti anlamından düşürüyor. Bir odacık hayâlleri saraylara sığdıramayacak kadar ne zaman kendimizi kaybettik?
İşte bu soru, insanı tüm zehirli tutkulardan kurtulacak bir yol bulmaya teşvik ediyor. Bir eli olmasaydı insanın, ikinci elin yokluğunda korkulara kapılmazdı ne de olsa. Bir evi olmasaydı insanın, evleri evlere bağlayacak yolların yokluğuyla kafayı bozmazdı.
Ama bugünün insanının her şeyi var, yalnız yoku yok! En lüks metalar ve gıdalar bile her köşe başında sahibini beklerken, bu nasıl olur da kanaat gibi ulvi bir hissedişi besleyebilir? Bu ahval en fazla insanın daha yüceye ve yükseğe çıkışa olan azmini ve takıntılı isteğini büyütüp duruyor.
Dikkat edersek, hiçbir yokluk bugünün insanı kadar şikâyetçi ve müşkülpesent bir ruh inşâ edemez. Ancak taşkın bir varlık ile insanın ruhu bu raddede zehirlenebilir. Var denilenler o kadar çok varlar ki yokluğun sancısını tatmayan gönüller, var’ın daha fazlasını istemekle en büyük yoklukları tadımlıyor. Bu zihniyetle biz, ne kadar sahip olursak olalım, hiçbir surette yokluklar içinde yaşamış büyüklerimiz gibi tatminkâr bir zamana kavuşamayacağız. Artık her şey elimizin altında, bir adım ötemizde ve bir o kadar geniş seçkiler demeti hâlinde varlığımızı kuşatmakta.
Her geçen gün artan imkânların ve yoku unutturacak varlıkların içinde ruhtan kayıplar veriyoruz. Elin uzanabildiği mihraklar arttıkça, insanı şükre ve memnuniyetin verdiği saadete ulaştıran tüm o insanî duygular eksiliyor. Bunca memnuniyetsizlik ve şükürsüzlük, insanı maddede artan zenginliğe rağmen hissedişte baş edilmez bir yoksulluğa mahkûm ediyor.
Sanırım bir zamanlar hiç sahip olunamayanları çözümlemek gerek. Yoksa var olanların miktarca ve hacimce azlığına takılıp kalmış zihinlerimiz tüm bu zenginlikler içinde öyle bir zehirleniyor ki artık yokluktan değil, varlıktan ölüyoruz. Var Olana şükretmeyi, var olan için memnuniyet duymayı bilmeyen taşkın zihinlerimiz, varlık içinde ölüme emekliyor. Şükürsüz bir yol alışta çağın zehrini yutmuş insanlarız. Böyle giderse artabildiği kadar artsın imkânlar, herkes sahip olamadığının isyankârı olarak beyhude bir ömür sürükleyecek. Ne yazık ki…