BİR ân gelir, bir ân
gider ve bir ân tutar elimizden. Bir âna gider, bir ândan gelir ve bir ânın
elini tutarız. Kadere bağlılığımız/üyeliğimiz dışında hiçbir âna dair hakikî bir
iyeliğimiz yoktur. Sadece geçtiği ânı tetikleyen/âna tanıklık eden, hasbelkader
bir gerçekliği, bir payı/paylaşımı ve etkileriyle birlikte bir sonraki âna devrilen/evrilen
bir hayatın süzgecinden geçiyoruz.
“Sadece”
şeklindeki kullanım bir sıradanlık değil, bilakis tam olarak biricikliğin
ifadesidir ki, maddeye ve mânâya dair masamızın üzerine koyduğumuz fikirlerin
özgünlüğü, tutarlılığı, hakikati, pratiği ve güzele tekâbüliyetinin birlikteliği
ile bir ruh oluşur. Bazen de bir nasip, bir lütuf olarak tezahür eden bu ruh,
etrafını güzelleştirir.
Hâl
bu iken, hayatın içinde yekûne dair matematiksel bir kurmaca bizi oyalar durur.
Hayatın içindeki toplam gün sayımıza ulaşsak bile, var olabildiğimiz
gerçekliğin hesabına ulaşmak o kadar mümkün değildir. Velev ki mümkün dâhilinde
olsa, bu bilgiye ulaşmak değil, aklî ve kalbî melekelerin sıhhatini ve bu
sıhhatin dönüştüğü yaşama biçimini öne almaktır asıl mesele.
Kendisine
Rab katından sunulan ikramlar ile insanoğlu çok güçlü ve çok zengindir. Ne var
ki, “neyi, ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını, kimle yoldaş olacağını,
kimin yanında yer alacağını bilememek” diye elemli bir hususiyet vardır. Bunun
yanında insan, çok genel geçer düzeyde çizgileri kalın olandan başlayarak -aslında
özü itibarıyla- sırat köprüsüne teşbih edilebilecek bir niyet/amaç hattı
üzerindeki çok hassas bir çizgide seyreder.
Bütünüyle
teorisi kavransa bile, insan, ideal bir “ne-ne zaman-nerede ve nasıl”
döngüsünde bir ahenk bulmanın zorluğu ile -sahih ve sıhhati bozulmamış bir
niyet dâhilinde dahi olsa- her zaman karşılaşabilir. Dolayısıyla özlenen/beklenen
bir ağız tadı ile her zaman buluşamayabilir. (Sevgiliye/güzel olana yaklaştıkça
ve onun yolunun güzel çiçeklerini kokladıkça dikenin/imtihanın artacağı bahsini
de bir dipnot olarak kaydetmekte fayda var.)
İdeal
olan veya hakikatin özgünlüğü karşısında yolunu kaybetmek
İdeal
olanı ifade etme biçimi, özgün bir temele, bir yaşanmış hakikate dayanmadığı,
hatta her insanın hakikati algılama yetisinde/çeşidinde yer bulamadığı zaman
çoğunlukla olumlu sonuçlar vermekten de uzak olur. Bunu bilen, yaşanmış/yaşanacak
bir gerçekliği benimse(ye)mediğinde -böyle bir dert taşımadığında yahut marazlı
bir derde sahip olduğunda- ideal olanı başka emeller için kullanma durumuna
başvurabilir bir noktaya gelebilir. Bu noktaya gelen kişi, şeytanın yoluna
yaklaşmaya başlarken adım adım emeline âşık bir karaktere bürünebileceği gibi, şeytanın
elini tutarak munis ve masum bir tablonun/gerçekliğin arkasına saklanmış bir dünya
şevki ile muhteris tavrın heveskârı olacak müsait bir konuma da pek tabiî gelebilir.
Burası aynı zamanda yolun -neredeyse- geri dönülmesi imkânsız hale gelen
konumunu da ifade eder. Aslî yolunu ve yoldaşını kaybeden söz konusu kişi, son
olarak idrakini kaybederken kalbini de tutsağı olduğu ihtirasa kalbeder.
Olağan
akış genelde şöyledir: Dünyada, hemen hemen bütün gücünü dünyevî bir emele/ihtirasa
koşmakla geçiren ve bunu odağına alan ve kendisini de bu düşüncenin odağına
koyan insanlar –arzu etmeseler/görmezden gelseler bile- ciddî bir uhrevî düşünce
ve kaygıdan hemen her devirde uzak olmuşlardır. Aynı şekilde, asıl gayesinin
uhrevî olduğunu bilen, ukbâ endişesi taşıyan ve hasbelkader bu ölçüde yaşayan
insanlar da -zengin bir hayat sürseler bile- odağını dünyanın merkezinden
uzaklaştırmışlardır. Zira –“Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” sözünde olduğu
gibi- hayatın gidişatı ne olursa olsun, asıl gaye ne ise, bir düzeni ve/veya
dengeyi de onun merkezinde aramak lazımdır.
Her
iki dünya için gücü nispetinde çalışmak elbette insanın/Müslümanın en önemli
görevidir. Ancak her iki dünyada bir saltanat kurma heveskârlığı/muhterisliği –içinde
olanlar için akla ve mantığa uygun görünse de- hakikate ve olağan akışa da sıra
dışı şekilde aykırıdır.
O
hâlde…
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, bir
süre sonra tamamıyla salt bir ihtirasa dönüşerek dünyadan dünyalık bir nasip
almak muradına meyledince, asıl murat –tabiî ki asıl muradı olanlar için- hâliyle
çıkmaza girer. Denge ve huzurun çarkı, yerini giderek hızlanan ve içinden
çıkılması zor bir girdaba bırakır.
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, gayri
nitelikleri değil, insanî yetenekleri, meziyetleri ve güzellikleri ortaya
çıkarmak için olmalıdır. İnsanı maddeye esir, mânâya ise zehir edecek türden bir
çalışma değil.
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak,
hakikat ile hakikat olmayan arasındaki uçurumun sınırında dolaşmamalı, düşecek
olduğumuzda çevremizdeki insanları aşağıya çekme ihtimâlinden uzak olmalı.
Tabir-i diğer ile evvela ayağını sağlam temel/zemin üzerine kurmalı, sonra
başını istikbâle çevirmeli.
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak,
kişinin iletişim ahvâlini değiştirmemelidir. Ona, riyâkar/münafık olma ihtimâllerini
akla getirmeyecek bir duruş kazandırmalıdır. Bulunduğu mekândan ayrılan kişinin
gözü arkada kalmamalıdır.
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak,
zaman, mekân ve konu ne yahut iletişimde bulunulan kişi kim olursa olsun, onu
bir an bile olsa doğrudan ve dürüst olmaktan alıkoymamalı, yürüyüşünden/yüze
gülüşünden bile güven duyulabilmelidir.
Dünyaya gücümüz
yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak,
zalime karşı güçlenmek için olmalıdır. Öyle ki, asıl hedefin önünde puslu bir
gece olmamalı. Gecenin gidişatından, sabah doğacak güneşin sıcağını
hissedebilmeli. İşledikçe pastan arınmalı. Hakikî niyet ve iman nuru gibi
parlak olmalı. Mazlumun ahının zulmün kılıcı karşısında daha keskin olması için
olmalı bütün bir gayret. Gücü nispetinde zalime karşı mücadelesini esirgemeyen
mazlumun payına bir “ah” düşer. O “ah” ki, aşağıdaki meşhur beyitte geçtiği
üzere, zalimin bütün kötü düşüncelerini bertaraf eder ve o kötü düşüncelerini
kendine çevirir:
“Zâlimin rişte-i
ikbâlini bir âh keser,/ Mâni’-i rızk olanın rızkını Allah keser.” (Bir gün gelir ki,
zalimin ikbal (talih ve itibar) ipinin ucunu, bir mazlumun ahının kılıcı
kesiverir.)
Varlığın/egonun
batışı
Egosunu
yenemeyen/ötesine geçemeyen her bireyin varlığı, bir akşam güneşi gibidir.
Doğduğunu unuturcasına var olmaya gayret eder. Hiçbir bir şey olamadan batar. Benliğin/egonun
varlığı, dünyanın varlığı, düzenin/düzenbazın varlığı, riyakârın/münafığın
varlığı, bir muhteris saltanatının varlığı, her şeyi kendi etrafında döndürme
hastalığının ve benini tüm benlerden üstün görmenin varlığı, tüm benleri kendi
benini parlatan/büyüten köleler olarak görmenin varlığı…
Ancak
iman her sabah yeniden, yeniden ve yeniden doğar. Merkezinde yer aldığı bütün
gönülleri yeniden inşa eder ve huzura eriştirir.
Varlık bir akşam
batar, iman her sabah yeniden doğar!