Varlık bir akşam batar, iman her sabah yeniden doğar

Egosunu yenemeyen/ötesine geçemeyen her bireyin varlığı, bir akşam güneşi gibidir. Doğduğunu unuturcasına var olmaya gayret eder. Hiçbir bir şey olamadan batar. Benliğin/egonun varlığı, dünyanın varlığı, düzenin/düzenbazın varlığı, riyakârın/münafığın varlığı, bir muhteris saltanatının varlığı, her şeyi kendi etrafında döndürme hastalığının ve benini tüm benlerden üstün görmenin varlığı, tüm benleri kendi benini parlatan/büyüten köleler olarak görmenin varlığı…

BİR ân gelir, bir ân gider ve bir ân tutar elimizden. Bir âna gider, bir ândan gelir ve bir ânın elini tutarız. Kadere bağlılığımız/üyeliğimiz dışında hiçbir âna dair hakikî bir iyeliğimiz yoktur. Sadece geçtiği ânı tetikleyen/âna tanıklık eden, hasbelkader bir gerçekliği, bir payı/paylaşımı ve etkileriyle birlikte bir sonraki âna devrilen/evrilen bir hayatın süzgecinden geçiyoruz.

“Sadece” şeklindeki kullanım bir sıradanlık değil, bilakis tam olarak biricikliğin ifadesidir ki, maddeye ve mânâya dair masamızın üzerine koyduğumuz fikirlerin özgünlüğü, tutarlılığı, hakikati, pratiği ve güzele tekâbüliyetinin birlikteliği ile bir ruh oluşur. Bazen de bir nasip, bir lütuf olarak tezahür eden bu ruh, etrafını güzelleştirir.

Hâl bu iken, hayatın içinde yekûne dair matematiksel bir kurmaca bizi oyalar durur. Hayatın içindeki toplam gün sayımıza ulaşsak bile, var olabildiğimiz gerçekliğin hesabına ulaşmak o kadar mümkün değildir. Velev ki mümkün dâhilinde olsa, bu bilgiye ulaşmak değil, aklî ve kalbî melekelerin sıhhatini ve bu sıhhatin dönüştüğü yaşama biçimini öne almaktır asıl mesele.

Kendisine Rab katından sunulan ikramlar ile insanoğlu çok güçlü ve çok zengindir. Ne var ki, “neyi, ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını, kimle yoldaş olacağını, kimin yanında yer alacağını bilememek” diye elemli bir hususiyet vardır. Bunun yanında insan, çok genel geçer düzeyde çizgileri kalın olandan başlayarak -aslında özü itibarıyla- sırat köprüsüne teşbih edilebilecek bir niyet/amaç hattı üzerindeki çok hassas bir çizgide seyreder.

Bütünüyle teorisi kavransa bile, insan, ideal bir “ne-ne zaman-nerede ve nasıl” döngüsünde bir ahenk bulmanın zorluğu ile -sahih ve sıhhati bozulmamış bir niyet dâhilinde dahi olsa- her zaman karşılaşabilir. Dolayısıyla özlenen/beklenen bir ağız tadı ile her zaman buluşamayabilir. (Sevgiliye/güzel olana yaklaştıkça ve onun yolunun güzel çiçeklerini kokladıkça dikenin/imtihanın artacağı bahsini de bir dipnot olarak kaydetmekte fayda var.)

İdeal olan veya hakikatin özgünlüğü karşısında yolunu kaybetmek

İdeal olanı ifade etme biçimi, özgün bir temele, bir yaşanmış hakikate dayanmadığı, hatta her insanın hakikati algılama yetisinde/çeşidinde yer bulamadığı zaman çoğunlukla olumlu sonuçlar vermekten de uzak olur. Bunu bilen, yaşanmış/yaşanacak bir gerçekliği benimse(ye)mediğinde -böyle bir dert taşımadığında yahut marazlı bir derde sahip olduğunda- ideal olanı başka emeller için kullanma durumuna başvurabilir bir noktaya gelebilir. Bu noktaya gelen kişi, şeytanın yoluna yaklaşmaya başlarken adım adım emeline âşık bir karaktere bürünebileceği gibi, şeytanın elini tutarak munis ve masum bir tablonun/gerçekliğin arkasına saklanmış bir dünya şevki ile muhteris tavrın heveskârı olacak müsait bir konuma da pek tabiî gelebilir. Burası aynı zamanda yolun -neredeyse- geri dönülmesi imkânsız hale gelen konumunu da ifade eder. Aslî yolunu ve yoldaşını kaybeden söz konusu kişi, son olarak idrakini kaybederken kalbini de tutsağı olduğu ihtirasa kalbeder.

Olağan akış genelde şöyledir: Dünyada, hemen hemen bütün gücünü dünyevî bir emele/ihtirasa koşmakla geçiren ve bunu odağına alan ve kendisini de bu düşüncenin odağına koyan insanlar –arzu etmeseler/görmezden gelseler bile- ciddî bir uhrevî düşünce ve kaygıdan hemen her devirde uzak olmuşlardır. Aynı şekilde, asıl gayesinin uhrevî olduğunu bilen, ukbâ endişesi taşıyan ve hasbelkader bu ölçüde yaşayan insanlar da -zengin bir hayat sürseler bile- odağını dünyanın merkezinden uzaklaştırmışlardır. Zira –“Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” sözünde olduğu gibi- hayatın gidişatı ne olursa olsun, asıl gaye ne ise, bir düzeni ve/veya dengeyi de onun merkezinde aramak lazımdır.

Her iki dünya için gücü nispetinde çalışmak elbette insanın/Müslümanın en önemli görevidir. Ancak her iki dünyada bir saltanat kurma heveskârlığı/muhterisliği –içinde olanlar için akla ve mantığa uygun görünse de- hakikate ve olağan akışa da sıra dışı şekilde aykırıdır.  

O hâlde…

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, bir süre sonra tamamıyla salt bir ihtirasa dönüşerek dünyadan dünyalık bir nasip almak muradına meyledince, asıl murat –tabiî ki asıl muradı olanlar için- hâliyle çıkmaza girer. Denge ve huzurun çarkı, yerini giderek hızlanan ve içinden çıkılması zor bir girdaba bırakır.

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, gayri nitelikleri değil, insanî yetenekleri, meziyetleri ve güzellikleri ortaya çıkarmak için olmalıdır. İnsanı maddeye esir, mânâya ise zehir edecek türden bir çalışma değil.

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, hakikat ile hakikat olmayan arasındaki uçurumun sınırında dolaşmamalı, düşecek olduğumuzda çevremizdeki insanları aşağıya çekme ihtimâlinden uzak olmalı. Tabir-i diğer ile evvela ayağını sağlam temel/zemin üzerine kurmalı, sonra başını istikbâle çevirmeli.

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, kişinin iletişim ahvâlini değiştirmemelidir. Ona, riyâkar/münafık olma ihtimâllerini akla getirmeyecek bir duruş kazandırmalıdır. Bulunduğu mekândan ayrılan kişinin gözü arkada kalmamalıdır.

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, zaman, mekân ve konu ne yahut iletişimde bulunulan kişi kim olursa olsun, onu bir an bile olsa doğrudan ve dürüst olmaktan alıkoymamalı, yürüyüşünden/yüze gülüşünden bile güven duyulabilmelidir.

Dünyaya gücümüz yettiğince ve sonuna kadar çalışmak gerekir. Ancak bu çalışmak, zalime karşı güçlenmek için olmalıdır. Öyle ki, asıl hedefin önünde puslu bir gece olmamalı. Gecenin gidişatından, sabah doğacak güneşin sıcağını hissedebilmeli. İşledikçe pastan arınmalı. Hakikî niyet ve iman nuru gibi parlak olmalı. Mazlumun ahının zulmün kılıcı karşısında daha keskin olması için olmalı bütün bir gayret. Gücü nispetinde zalime karşı mücadelesini esirgemeyen mazlumun payına bir “ah” düşer. O “ah” ki, aşağıdaki meşhur beyitte geçtiği üzere, zalimin bütün kötü düşüncelerini bertaraf eder ve o kötü düşüncelerini kendine çevirir:

“Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser,/ Mâni’-i rızk olanın rızkını Allah keser.” (Bir gün gelir ki, zalimin ikbal (talih ve itibar) ipinin ucunu, bir mazlumun ahının kılıcı kesiverir.)

Varlığın/egonun batışı

Egosunu yenemeyen/ötesine geçemeyen her bireyin varlığı, bir akşam güneşi gibidir. Doğduğunu unuturcasına var olmaya gayret eder. Hiçbir bir şey olamadan batar. Benliğin/egonun varlığı, dünyanın varlığı, düzenin/düzenbazın varlığı, riyakârın/münafığın varlığı, bir muhteris saltanatının varlığı, her şeyi kendi etrafında döndürme hastalığının ve benini tüm benlerden üstün görmenin varlığı, tüm benleri kendi benini parlatan/büyüten köleler olarak görmenin varlığı…

Ancak iman her sabah yeniden, yeniden ve yeniden doğar. Merkezinde yer aldığı bütün gönülleri yeniden inşa eder ve huzura eriştirir.

Varlık bir akşam batar, iman her sabah yeniden doğar!