Varlığımızın sırrı mahremiyet

Sonuç ne olursa olsun, tercihleri doğrultusunda böylesi bir akışın içinde savrulanlar kendilerince sınırsız özgürlüğün, sırsız sıradanlığın ve insanî değerlerden mahrum yaşamışlığının kefaretine talip olabilir, fakat hâlâ masumiyetini yitirmemiş, mahremiyet bilinciyle varlık gayesini çözümlemeye çalışanlar için bu pervasız akışın rüzgârına dayanmak hayli güçleşiyor.

MODERN insan, her geçen gün çığırından çıkmış bir sınırsızlıkla yüzleşiyor. Erdemlerden muaf hudutsuz özgürlük anlayışıyla hâddi aşan bir kabul, günbegün insanın “insan olmak”lığını sömürüyor. Dijital imkânlar ve teknolojik araçlar çerçevesinde bir başkasının beğenisi üzerine inşâ edilen “varoluş” serüveni salgın bir hastalık gibi tüm dünyaya yayılıyor.

İnsanın varlık gayesi, nesnelerin varlığı üzerinden izah bulurken, erdemler ve fıtrî melekeler eşyanın gölgesinde “hiç”leşiyor ve insan nesneleşmiş varlığıyla hayvanî bir sınırsızlık ile yarışıyor.

İnanç merkezli toplumlarda kavi bir kaynak olan İlâhî kitaplar ve de yaşamış ve yaşanmaya uygun rol model olan Peygamberî sünnet insana saadeti, itminanı ve huzuru vaat eden bir servet olmasına rağmen, Batı/l bu manevî kaynakları görünmez kılmak için tüm imkânları, maddî kaynakları ve icatları ile insanlara fark edilme beklentisini empoze ederek tatminsizliği hayat reçetesi olarak servis ediyor. Böylece tüketim sektörünü canlı ve dinamik tutacağını bildiğinden, insanı hem tüketen, hem kendini tüketim aracı hâline getiren konumuna düşürdüğünün ayırdına varamayanlar bu zavallı sürüklenişin birer parçası oluyor.

Din, insanın varlığını izah eden bir disiplindir. Bu disiplinden uzaklaşan insan, kendini “yok”laştıracağının, sıradanlaştıracağının, orijin varoluş menkıbesini “hiç”liğe evireceğinin farkına varamadığı için görünme, gösterme ve gösteriş dürtüsünün esiri hâline getiriliyor.

Görünme, gösterme ve gösteriş rüzgârında, gözün gözü görmediği bir ortamda, ayakları yerden kesilmiş bir biçimde savrulurken, “görmek” vasfını yitiriyor.

İşte bu noktada başlıyor yoksulluğu insanın. Aslî manevî kaynaklarını ve fıtrî servetini görmezden geldiği nispette, sahip olduğu neyi varsa teşri etmenin, şahsiyetini donatacak erdemler üzerinde tepinme melekesini geliştirmenin tuzağında kıvranmaya başlıyor.

Gösterme ve gösteriş yapma dürtüsü ile çırpınan ruhlarıyla, göründüğü kadar var olacağı zannı büyüyor, büyüyor ve bu sanal varoluşun zannı kendisini yutuncaya kadar içinde bulunduğu durumu kavramak gibi bir gayrete düşmüyor. Gösterebileceği neyi varsa, evi, arabası, yediği, içtiği, giydiği, gittiği ve en acısı da bedeni birer malzemeye dönüşünce içinde varlığını yutan boşluk büyüyor. Bu boşluk büyüdükçe içindeki uğultu artıyor ve bu uğultuyu dindirmek için gürültülü ortamlara karışmayı, yüksek müzik eşliğinde bedenini yormayı, hızlı yaşayıp hız yapmayı teselliden sayıyor. İşte böyle böyle yitirilen mahremiyet duygusu, yerini sınırsız hayvanî bir özgürlükle takas edildikçe artıyor insanın mutsuzluğu.

Hâlbuki kıymetin mahremiyet ile vazgeçilmez bir bağı vardır. Erdemler, dinî ve içtimaî yasalar, ahlâkî değerler hep bu bağı korumak üzerine ihtiyaç duyulan dinamiklerdir. Sır gibi saklanmaya muhtaç olan masumiyet sır olmaktan çıktığında, mahremiyetin bir ehemmiyeti kalmıyor. Ki mahremiyet, tüm canlılar içinde sadece insanı kıymetli kılan ve diğer varlıklardan ayıran bir değerken, değersizliğe talip olunduğunda insanın ruhu çürüyerek “esfel-i safilîn” ile burun buruna geliyor.

Bu tahammülü zor yüzleşme hesap edilmediğinden, önce sınırsız özgürlük ile sırrını yitirmiş ruhlar hayat aynasının sırrını kendi tercihleri ile kazıyor ve sırsız bir cama bakarken buluyorlar kendilerini.

Bu noktada, varlığı kendine izahsız, başkalarına aşikâr, mahremiyet zırhını terk etmiş, korunmasız hâle geliyor. Sonuç? Depresyon, tükenmişlik sendromu, içe dönüş, yalnızlaşma ve kimsesizlik olarak adlandırılırken, toplumla bağı kopan böylesi kimlikler, dilinin mahremiyetini yitirerek bir ekran karşısında klavye aracılığı ile sanal terör estirerek kışkırtıcı ve kıskanç bir varoluşu kuşanıyor.

Sonuç ne olursa olsun, tercihleri doğrultusunda böylesi bir akışın içinde savrulanlar kendilerince sınırsız özgürlüğün, sırsız sıradanlığın ve insanî değerlerden mahrum yaşamışlığının kefaretine talip olabilir, fakat hâlâ masumiyetini yitirmemiş, mahremiyet bilinciyle varlık gayesini çözümlemeye çalışanlar için bu pervasız akışın rüzgârına dayanmak hayli güçleşiyor.

Ben bu duruş çabası için mücadele eden her genç arkadaşımın, zaaflarına yenik düşmeyen her kadının, değerlerini ve inancını kuşanmış her adamın kahraman olduğunu düşünüyorum. Ve böylesi tespitler dairesinde, her şeye rağmen varlığını imanlı kalbiyle muhafaza edebilen ve duruşu ile topluma güzel olanın örneğini sunan kahramanları kutluyorum. Onlarla aynı çizgide dirayetle yol kat etmenin ibadet hükmünde kabul görmesini temenni ediyorum.

Evet, dergimizin bu sayısını “mahremiyet kavramının işlevsizliğine” dikkat çekerek hazırladık ve sizlere sunduk.

Huzurlu okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim!