
ÂDEM’in (insan) “adam”
olabilmesi, kusurlarını fark ederek eksikliğini Rabbine arz edebilmesi ile
mümkündür.
Âdem,
hiçbir zaman tamam olamayacağı için, her gafletin ardından “Subhan Allah” ile
kusurlarını örtmeye çalışmalıdır. Bu da Müslümanın, Rabbine olan “güveninin”
(iman) bir nişanesi olsa gerektir.
İnsan
yaptığı işte mükemmele ulaşamaz. Bu, Yaratıcı’nın onu kusurlu var etmesindendir.
Bu kusurları dolayısıyla her birey, doğadaki diğer varlıklara muhtaçtır. Diğer
varlıklar ile iletişim hâlinde ve toplu olarak yaşamak, kendi eksikliklerini
diğerleri ile kapatmak durumundadır. Somut âlemi imar edebilmesi için verilen
“irade ve akıl” nedeni ile “üreten” olması gereken insan, aynı zamanda
tüketimin de bir tarafıdır.
Adam
olmakta zorlanan tembeller, üretmekten her zaman kaçmış, tüketimin parçası
olmayı tercih etmişlerdir. Maalesef bu grup, insanlığın çoğunluğunu teşkil
etmektedir. Bu yüzden Kur’ân, “çoğunluk” hakkında genellikle negatif ifadeler
kullanmış, onların akıbetlerinin “hayr” olmayacağını bildirmiştir.
Yazımıza,
iktisadî bir terimle başlık atıp iman ve itikadî konularla devam etmemiz,
“tüketim” dediğimiz meselenin sadece -Batı kültürünün de etkisiyle oluşan-
algılarımızdaki fiziksel tüketim olmadığına dikkat çekmekti.
Cumhuriyetimizin
ilk yılları itibariyle başlayan Jakoben-laik diktanın yanlışları
(aşırılıkları), aslında dindar kesimin yanlışlarına karşı bir tepkinin
tezahürüydü. Kurucu akıl, Batı’nın da etkisiyle tekke ve zaviyelerde ne
fiziksel, ne de zihinsel bir faaliyet bulunduğunu, bırakın “üretimi”, geçmişin
tekrarından öte bir şey yapılmadığını iddia ederek kapatılmasına hükmetti.
Ancak bunların yerine ikâme edebilecekleri üretilmiş bir sistemleri olmadığından,
onlar da Batı’nın ürettiği düşünce sistemlerini kopya ederek muasır medeniyetler
seviyesine çıkılabilecekleri zannına kapıldılar. Bir taraf “dinî” yaşam hakkının
elinden alındığını iddia ederken, diğer taraf “din”in terakkiye (yenilenme,
ilerleme) mani olduğunu, dolayısıyla kamusal alandan uzaklaştırılması
gerektiğini dillendiriyordu.
Hâlbuki
her iki kesimin doğruları ve yanlışları var olmakla beraber, onların benzeşen
tarafları da vardı: Aşırılıkları ve birbirlerine karşı önyargıları…
Karşılıklı
bu körlükler diğerindeki aşırılığı görmeye engel teşkil ediyor, aynı kavramlara
farklı anlamlar yüklemeleri ise çatışmalara zemin oluşturuyordu (laiklik, din,
dindar, çağdaş vb.).
Bizim
dikkat çekmek istediğimiz ise, bin yıllardır insanlık mirası olan bilgi
birikimi ile somut âlemin ve zihinlerin imar ve inşâsını gerçekleştiren
insanlığa her iki kesimin de kayda değer bir katkı sağlayamamış olmasıdır.
Tembelliklerini ancak birbirlerini suçlayarak ya da baskı ve de zorbalıkla
kapatmaya çalışmakta, yeryüzünün “halifesi” (kalfa) olma misyonunun yerine
akıllarını “iblisin” oyunlarına teslim etmekteydiler.
Nihayet
bunun sonucunda tembel dindarların din konusundaki taleplerini merdiven
altındaki “maneviyat mafyaları”nın dayattığı “mübarek zatlar” karşılamış,
Jakoben laiklerin ise imdadına “çağdaşlık, laiklik” gibi klişeler eşliğindeki
“Kemalizm” hâkim olmuştur.
Kendini
dine nispet eden bizim mahallenin organizasyonlarında genellikle konular romantizm
ile anıtsallaşmış, hikâyeler, menkıbeler, geçmiş zaman kipli başarı avuntuları
yer almışken, Kemalist kesimde ise “Olmasaydın olmazdık” mottolu benzer bir
geçmiş zaman tefeciliğinin hâkimiyeti söz konusu oldu. Elbet bu oyuna gelmeyen,
bilgiyi ve üretimi merkeze alan birçok aydın yetişti bu ülkede. Dün şiddetle
her sözüne tepki verilen Aziz Nesin, dindarlar tarafından bazı ortak değerler
noktasında referans gösterilebilirken, yine Necmeddin Erbakan da Kemalistler ve
ulusalcılar tarafından vatansever olarak lanse edilebiliyor, ortak millî
çıkarlarımız adına referans alınabileceklerin başında yer alabiliyordu.
Bilgimiz
arttıkça bilincimiz, bilincimiz arttıkça üretimimiz artacaktır. Geçmişin
acılarını yaşatanları nostaljik bir romantizmle gündemde tutmak hiçbirimize
fayda sağlamayacaktır. Onların rol model olabilmeleri için sorgulanmaları
gerektiğini de unutmamalıyız. 15 Temmuz sonrası, tutku ile şeyhleri ve mübarek
zatlarına bağlılıkları dolayısıyla devletin her kademesinden uzaklaştırılmaları
istenen tarikat mensuplarıyla yine tutku ile ideolojilerine bağlı olan
Marksist, Kemalist, ulusalcı ve faşist arasında ne fark vardır?
Sonuçta,
insanlık mirası olan ortak değerlerin üzerine yenilerini koyarak, yeryüzündeki
“halifelik” misyonunun gereğini yerine getirmeliyiz. Her gün gözümüzü
açtığımızda, sınırlarımız içinde fiziksel savaşın olmadığı bu ülkede, barışın
şükrünü eda edebilmek için zamanın zekâtını vermeli, yeni bir imar ve inşâ
sürecine birlikte başlayabilmeliyiz. Japon atasözünde dediği gibi, “Barış
zamanı teri akmayanın, savaşta kanı akar”.
Bugün
toplumumuzun her kesimi, yetiştiği kültürün eğrisi ve doğrusu olan mirasına,
bir bilincin eseri olarak değil, algılarının esiri olarak sahip çıkmaktadır.
Burada istisnalar elbette kaideyi bozmayacaktır. Ancak modernist veya dindar
olsun, çoğunluğumuz, yapılmışı yapmayı, söylenmişi söylemeyi devam
ettirmekteyiz. Çoğumuzun tüketim alışkanlıklarının benzer olduğunu, bunları
farklı isimlerle dile getirdiğimizi ve geçmişin mirası ile avunarak bu
açığımızı kapatmaya çalıştığımızı görmek durumundayız.
Ortak
değerimiz olan ozanımız Âşık Veysel’e sorulan bir soru ve onun cevabının,
yazımızdaki teknik analizin organik bir ifşası olacağı kanaatindeyiz. Üstad, “Yeni
yetme sanatçılar için ne diyorsunuz?” şeklindeki soruya, “Ben kır çiçeğiyim,
onlar saksı çiçeği” cevabını vermişti. Üstadımızın eserlerini dinleyen herkes
bilir ki, o daha önce söylenmemişi söylemiş, yapılmamışı yapmıştı. İnsanlık
mirasına artı değer katarak bu dünyadan göçtü ve derin izler bıraktı. Şimdi
yeni dünya düzeninde “söylenmemişi söyleyen” bir topluma ihtiyaç var.
Var mısınız söylenmemişi söyleyip yapılmamışı yaparak hep birlikte “Yeni Türkiye” olmaya?