Var mısın?

Var olmak öncelikle bir hediyedir, bir sunumdur. Bir yetkidir ellerine irademize teslim edilmiş. Nerede ve nasıl, hangi oluşların, çerçevelerin içinde var edildiğinden önce düşünmen gereken, farkına varman gereken bir şey var. Cinsiyetini, mekânı, zamanı bir kere bir yere bırak. Varsın artık! Dev bir ağaçta küçük bir yaprak, gökyüzünden düşen bir damla, bir tutam toprak da olabilirdin; sadece insan olmak değil önemli olan.

KULAĞINIZA titreşimler ulaşamasa ses diye bir durumdan haberdar olabilir miydiniz? Ya da gözünüze ışık ulaşamasa görüntü oluşabilir mi? Var olmak da böyle bir şey. Başka bir şeylerin sonucu…

Zaman zaman ben de dayanılmaz diş ağrıları çekebiliyorum. Bazen ne kadar dişinize gözünüz gibi baksanız da buna engel olamıyorsunuz. Küçücük bir diş ne kadar büyük acılar çektirebiliyor! Bunu düşündüm yıllarca ve şimdi tabiî dişimin ağrımaması için dişlerime iyi baksam da her şeye rağmen ağrıyorsa da bu sefer gülüyorum ve hatta kutluyorum. Evet, doyasıya kutluyorum!

Elbette bu son cümleyi okuduktan sonra kendi içinizde bir yorumunuz olacak. Hayat böyle bir şeydir. Yaşam, farklı olmaktır. Farklılıkların paylaşılması ve anlaşılmasıdır. Yapboz oyunları bir başka ifadeyle buna değinir. Birbirinden farklı parçalar bir bütünü oluştururken sıkı sıkıya birbirine tutunur. İçlerinden birini yok sayamaz, önemsiz göremezsiniz. Ve dikkatinizi çekeceğim, birini diğerinin yerine koyamazsınız. Herkesin bir yeri vardır ve yerinde değerlidir.

Tekrar diş ağrısına gelirsem… Neden mi bir diş ağrısını kutluyorum? Dün sessiz sessiz benimle, benim içimde yol alırken güzeldi. Zor ve önemli bir görevi vardı. İyi ki vardı! Ama çok da dikkatimi çekmemişti. Dişti işte altı üstü… Şimdi sesi çıkıyor diye her şeyden daha fazla ön plâna çıktı, neden kızayım ki? Her şeyi bıraktım, şimdi onunla ilgileniyorum. Ne dersiniz, o kadar zamandır benim için yaptıklarından sonra biraz ilgiyi hak etmedi mi?

Var olmak sadece mutluluğu hak etmek mi? Sanmıyorum; aynı zamanda bir diş ağrısı da çekebilmek bence…

Var olmak güzeldir. Zordur. Çekicidir. Gizemlidir. Var olmak benim için ve senin için başka başka şekillerde ifade edebilir. Bir yapboz oyunu da olabilir, bir diş ağrısı da. Sevmek de olabilir, nefret de. Var olmayı ne zaman düşünürsünüz? Daha dün bir bahçe kenarında gördüğünüz bir gülü bugün göremezseniz meselâ… Sadece bir yakınımı kaybettiğimde var olmayı ve yok olmayı düşünmüyorum artık. Dün var olup da bugün olamayan sayısız şeyi de unutmamaya çalışıyorum. Daha önce hayatımda olmayan şeyler de bir anda hayatımın bir parçası oluveriyorlar. Ben yoktum, sen yoktun bir zamanlar. Bir zaman sonra yine olmayacağız. İşte bu kadar normal ve doğal olmak ya da olmamak!

Kimi zaman bangır bangır bağırıyor varlık. Bazen bir acıda, belli vakitlerde minarelerden, bir düğünde yükselen müzik seslerinden ya da aniden duyulan acı bir frenden. Kimi zaman ise sessizce yol alıyor. Bize fark ettirmeden zamanı tüketiyor bizim adımıza. Saatlerce televizyon karşısındayken meselâ, modernitenin dayatması olan teknolojinin getirdiği tembelliklerde nice saatler, nice ömürler geçiyor. Eskiden insan insanı görürdü. Ya sever ve öyle devam ederdi, ya sevmezdi. Ama yine illâ ki görür, bilirdi. Şimdi televizyon ve “cep telefonu” denen büyük bir icat var. Dünya her an elinizin altında. Facebook, Twitter ve niceleri… Kimseye ihtiyacımız yok; biraz internet kotası ve biraz şarj kadar önemli değil hiçbir şey. Bir başkasına gönül gözüyle, sımsıcak hislerle karşı karşıya vakit ayırabilmek lüks iken, günler ve aylarca Facebook’tan dünya ve akrabalar, arkadaşlar hakkında haberdar olmak niyeti ne dramatik!

Modern ve çağdaş dünya insanı kendine öyle bir tutsak etti ki, kayıp gideni görmesi için zamanı yok insanın. Evet, ileri medeniyetin getirdiği refah tabiî ki tartışılmaz. Kimse bilimi, ilmi, gelişmeyi kötü gösteremez. Lâkin gelişen sadece makineler ise, makineler gelişirken dizilerin, filmlerin, sosyal medya uygulamalarının, Facebook takipçilerinin sayısı artarken, benim cep telefonum sürekli gelişirken, benim gelişimim, iletişimim yerinde saymayı bırakın, geri geri gidiyorsa, işte orada bir durun dostlar!

Dostlar, hemen yanı başımızdaki insanlardan, eşimizden, çocuğumuzdan ya da arkadaşımızdan veya sevemeyeceğimiz insanlardan, sonsuz bir kâinat yuvasından kopuk bir yaşama yuvarlandık da felâketin büyüklüğünden haberimiz yok. Sanal bir dünyaya hapsediliyoruz her geçen gün. En ufak şeyleri bile tartışacak vaktimiz yok.

Daha yeni görüştüm bir öğretmen dostumla. “Öğrencilerin büyük bir bölümü kendini kaybetmiş ve onlara bir türlü ulaşamıyoruz” diyordu.

Düşünebiliyor musunuz felâketin büyüklüğünü? Bazı faydalar bahane edilerek içine çekilmekte olduğumuz sanal hapishane nedeniyle birbirimize gönül ve kültür köprüsü kurma, bilgiyi, sevgiyi, duyguyu, değerleri iletmenin en ve tek gerçek yolu olan birebir beden ve gönül yolu ile iletimi devre dışı bırakıyoruz. Makinelerden öğrendiğimiz tek bir şey var, “zaman” denen müthiş sermayeyi en hızlı nasıl tüketeceğimiz.

Gelin, sanal dünyanın dışına tekrar çıkalım ve “varlık, var olmak” başka bize ne anlatıyor, ne hissettiriyordu, devam edelim!

Var olmak

Var olmak, sadece hissetmek ve hissetmemek arasında. Ya nedenler, nasıllar? Neden ve nasıl var oluyoruz? Üzerimizde şu an varlık adına elbiseler var. Benimkilerden bazıları şunlar: “Erkek, evli, baba, memur, evlât, ağabey, resim yapmayı seviyor, sosyal medyaya oldukça fazla kendini kaptırmış, yazar olmak istiyor” vs.

Senin de meselâ “bayan, çocuk, kız kardeş, liseli, çekingen, şiir yazmayı seviyor” vs. Böyle böyle, herkesin bir cinsiyeti, kimliği, çevresi, eğitimi, sevdikleri ve sevmedikleri, hayâlleri, korkularıyla bir varlık kimliği var ve şekillenmeye devam ediyor. Zaman zaman yenileri eklenir, zaman zaman bazıları silinir.

Peki, varlığı sadece bir yandan yazılan ve bir yandan silinenlerde takip etmemiz ne derece sağlıklı sonuçlar doğurur? Eksik kalır bir şeyler sanırım.

Bence insanlığın büyük bölümü, yaşarken var olmanın anlamını çok ama çok unuttu. Bunun kanıtı olarak şunu görüyorum. Eğer gerçekten farkında olduğumuz, hatırladığımız bir şey olsaydı, inanılmaz bir duygu, his ve düşünce kaosu içinde kalırdık diye düşünüyorum. Ne mi demek istiyorum? Belki bazıları “Varım işte! Varlığımı hissediyorum, biliyorum ama öyle heyecandan ya da korkudan uçmuyorum, gayet normal” diyebilir. Eğer siz de normal görüyorsunuz okumaya devam edin o hâlde…

Var olmak öncelikle bir hediyedir, bir sunumdur. Bir yetkidir ellerine irademize teslim edilmiş. Nerede ve nasıl, hangi oluşların, çerçevelerin içinde var edildiğinden önce düşünmen gereken, farkına varman gereken bir şey var. Cinsiyetini, mekânı, zamanı bir kere bir yere bırak. Varsın artık! Dev bir ağaçta küçük bir yaprak, gökyüzünden düşen bir damla, bir tutam toprak da olabilirdin; sadece insan olmak değil önemli olan. Önemli ve inanılmaz olan, mucizevî olan şey “olmak”.

Sizi birisiyle tanıştırmak istiyorum bu aşamada. Anlatacakları var çünkü.

Benim bir ablam var. Canımdan öte, o kadar değerli ki benim için. O kadar çok seviyorum ki, aslında ne siz anlayabilirsiniz bunu, ne de ben hakkıyla anlatabilirim. Ya bir de olsaydı?

Bırakın bir ömrü, bir saniyesi bile yok. Onun o pamuk ellerinde, öpmeyi dilediğim avuç içlerinde tutabileceği gerçek bir zaman dilimi yok. Aynayı düşünüyor bazen; karşısına geçip var olmuş olabileceği bir bedeni olsa nasıl olurdu kim bilir diye. İnceledik mi gerçekten ayna karşısında üzerimizdeki beden elbisesini uzun tefekkür yollarında? Kısa mı, uzun mu olmuşuz? Kilolu mu, zayıf mıyız? Güzel mi, çirkin mi benim ablam acaba? Hiç önemli değil ki, olsaydı yeterdi aslında!

Sadece “ablam” diyorum, “canım” diyebiliyorum ona. İsmi mi? Benim ona koyduğum bir isim olabilir elbette, ama o ismi -ne bileyim- bir nüfuz cüzdanına yazdırıp da ellerine teslim edemiyorum işte. Ne kadar bahtlısınız, bir nüfus cüzdanınız var. Hatırladınız, değil mi? Sizin varlığınızı, isminizi kanıtlıyor. Gururla cebinizde, çantanızda taşıyorsunuz.

Saçlarınızı seviyor musunuz? Bayanlar için biraz daha önemlidir saçlar sanırım. Canım ablam da saçlarını çok seviyor. Ama uzun mu, kısa mı, siyah mı, sarı mı sizce? Düşlere kalmış artık. Bazen yerlere kadar uzamış simsiyah saçlarını görüyorum. Bazen saçsız… Bazen buğday tarlası renginde görüyorum. Rüzgâr koşa koşa geliyor ablamın saçlarına ve denizler gibi coşturuyor saçlarını dalga dalga.


Feyza Abla

Yoksa sizin kendinize özel bir sesiniz de mi var? Bu arada benim ona ne isimle hitap ettiğimi mi merak ettiniz? “Feyza”… Belli bir nedeni yok, anlamı önemli değil; onu düşünürken aklıma bu isim düştü sadece. Sesi çok güzel ablamın. Billur gibi su sesi… Ama benden başka duyan yok. Benden başka gören yok. En çok mavi ve yeşili merak ediyor ablam, “İnsanın içinde mavi ve yeşil nasıl oluşur?” diye soruyor? Ona yağmurdan bahsettim, ıslanmaktan. Yağmak ve ıslanmak... Yağmur sonrası topraktan ve baharda çimlerden gelen kokuları anlattım. Anlatırkenki heyecanımı, yaşarkenki hislerimi seyretti sadece, baktı merakla ve şaşkınlıkla.

Siz söyleyin, hangi birini anlatayım oluşların? Kucağıma aldığım bebeğin ağlayışını, gülüşünü, kokusunu mu? Çocuklarda gördüğüm saflığı, tertemiz bakışları mı -ki büyüdükçe yitirilen duruluklarını mı-? Sevebilmeyi, sevilebilmeyi mi? Birbirine fedakârlıkla, çıkarsızca sarılmış iki dostun sohbetini, hasretini mi? Secdeye değen alnın yaşadığı sonsuzluğu mu?

Bazen üzücü şeylerden bahsediyorum ona. Olmak bu kadar özel ve heyecanlı iken, var olabilmek alabileceğim en güzel hediye iken, oluşları acıya dönüştüren şeylerden de bahsediyorum elbet. Seven değil nefret eden, iyileştiren değil hastalandıran, birleştiren değil ayıran olmaktan meselâ… Sorumlusu ben ya da sen, ne fark eder? İnsanı ve insanla olanı hep güzel bilse iyi olurdu ama burası Cennet değil. Üzülüyor, “İnsanların var olmak gibi olağanüstü bir şeye sahip olmaları yetmiyor” diyor. Nasıl açıklayabilirim sizce savaşları, açları, candan öte vatanıma ihanetleri, maddiyatın esaretini, tembelliği, umursamazlığı, kalp kıran kararmış kalpleri, yaşanabilecek sonsuz renkte, sonsuz kombinasyonda bir yaşam serüveni varken bir cep telefonunda, TV’de tüketilen ayları, seneleri?

Hepimizin kendimize ait bir hikâyesi var. Bazılarınız hemen söze karışıyor. Benim öyle ahım şahım bir şeyler yaşamışlığım yok ki… Bazıları ise zaten “Anlatsam roman olur” diyor. Öyle ya da böyle, bir zamandır varsınız, bir zamandır yaşıyorsunuz ve bir hikâyeniz var. Hem kendi hafızanızda, hem başkalarının hafıza kasalarında, kütüphanelerinde size ait bilgiler var. Yaşadığınız şeylere, yürüyebildiğinize, konuşabildiğinize dair söylentiler var meselâ. Birilerinin elinden tutabildiğinize dair anılar var. “Anne!”, “Baba!” diye seslenişler var; tabiî herkesin anne ve baba nimeti tam olamıyor. Ablası olanlarınız var, ne mutlu size! Bir bebeğe sıkıca sarılabilenler var meselâ. Gece boyu hasta çocuğunun başında kaygıyla bekleyecek gücü bulabilenler var. Ya Ablam? Ya Feyza’m? Sizce onun hikâyesi nasıl olabilirdi? Yaşını, gözlerinin rengini, hiç hasta olabildi mi, merak ediyor musunuz? Şu an yürüyor mu, yoksa telâşla bir yerlere yetişmek için koşturuyor mu, bunları merak ediyor musunuz? Size kalmış…

Benim bir ablaya ne kadar ihtiyacım vardı, omzuna başımı yaslayıp da saatlerce ağlamaya, günlerce konuşmaya ne kadar çok ihtiyacım vardı, anlatamam. İçimdeki hisleri tam olarak kelimeler ifade eder mi ki? O da bir bedene, bir renge, bir sese bürünüp bana sarılmayı çok isterdi, emimim! Geçmiş diye sadece ama sadece benim düşlerimde ablama ait ne kadar kelime var sizce? Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Kısacası bize diyor ki…

“Varsınız! Değersizim, şanssızım, hastayım, zengin veya ünlü değilim. Kendinizi küçümsemeyin, kendinize asla ama asla yüklenmeyin! Çünkü ‘Hiçbir şeye sahip değilim şu dünyada’ diyen biri bile aslında öyle büyük, öyle çok şeylere sahip ki... Diğer şeylerin değeri onun yanında tartışılmaz bile.

Size bir şey daha söyleyeyim mi? Bir dakika vermesini isterdim bana Yaradan’ın, sadece bir dakika! Akif’in düşlerinden sizlerin olduğu varlığa düşmeyi isterdim. Bir dakika sadece! Bir aynaya bakardım bir saniyeliğine bir görüntüm olsun diye, bir kimlik, bir beden ve sonrasında bir sonsuzluk boyu bu mutluluğu kutlardım. Bir saniyeliğine Akif’imin elinden, anne ve babamın elinden, belki bir yetimin elinden tutabilirdim. Bir saniyeliğine de olsa bir şeyler hissedebilmek, “duygu” denen, “düşünce” denen olguların içimde esişini hissedebilmek isterdim. Sonra etrafıma “gözlerim” dediğim gözlerimle bakmak isterdim. Işığa, bir bebeğin annesine sarılır gibi sarılmak isterdim. Bir bardak su içmek, içimde o serinliği hissetmek ve bir saniye o suyu seyretmek isterdim o muhteşem renge tanıklık ederek.

Bir saniyeliğine gülmek, bir saniyeliğine ağlayabilmeyi hissetmek isterdim. Akif bana bazen ‘sıkılmak’ diye bir şeyden de bahsediyor. Bir saniye de sıkılabilmek isterdim. Sahi, sıkılabilmek nasıl bir şey sonsuzluğun tam ortasında var edilmiş ve var eden sonsuz kudret sahibi Allah iken? Derdi olan birinin ya da bir yetimin, kalbi paramparça olmuş birinin başını okşamak, bir kalbi onarmak, bir omuza yaslanmak isterdim.

Şimdiye kadar bana verilen o koskoca bir dakikadan ne kadarını kullandım. On saniye mi? Ne güzel değil mi? Bayram yapardım daha kullanabileceğim elli saniyem var diye. Kim bilir neler neler yapılır daha? Bir kelebek misali kanat çırpıp göğe yükselmek gibi, bir secdede Sonsuzluğun Sahibine teslim olmak gibi…”

Ablam başka bir şey söylemek istemiyor. Ben başka ne söyleyebilirim, bilmiyorum. Kendimi fırtınaya teslim olmuş bir kayık gibi hissediyorum. Ha battım, ha batacağım. Ellerim yazıyor ama kalbim alabora. Var olmak… Düşünün, lütfen çok düşünün ve öyle düşünün ki sonunda hatırlayabilesiniz… Var olmak müthiş bir duygu! Düşünce girdabına düşerseniz, bilin ki var olmayı hatırlamaya başlamışsınız. Kaybettiniz, kaybettik, çok şeyleri unuttuk bir kere. Sahip çıkamıyor, farkında olamıyoruz. İnşallah, içimizde çok fazla uzaklara düşmeden hatırlarız hatırlanması gereken en değerli şeyleri. Bir gülün yaprağına, yıllardır ben onu unutsam da beni unutmadan atan kalbime, yağmura, güneşe, düşünebilmeme, ağlayabilmeme, kızabilmeme, görebilmeme, duyabilmeme, hissedebilmeme, her şeye ve Rabbime teşekkür etmek istiyorum; hem de benim tarif etmemin imkânsız olduğu bir şükran ve minnetle ve en çok da hüzün ve umutla…

Terleyebildiğime içerleyemeyeceğim artık. Dişim ağrıyor diye surat asmaya hakkım var mı Allah aşkına, söyleyin! Feyza Ablama nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Kim bilir, belki Rabbim ona bir dakikasını ve daha fazlasını verir... Allah ondan razı olsun!

Ellerime bakıyorum, sesimi dinliyorum; ne bileyim, bir garip işte şu an! Sanki ilk kez karşılaşıyorum. Arkadaşlarımla ya da ne bileyim, eşimle, çocuğumla, uzun zamandır görmediğim bir akrabamla karşılaştığımda şaşkın şaşkın ve sevinçle yüzüne baksam, yılların hasretiyle sarılsam çok mu garip karşılarlar acaba? Bir yabancıya bir dost gibi baksam yılların tanımışlığıyla, kızar mı ki? Toprakta yuvarlansam… Ne bileyim, ev, araba filan değil hayâlim.

Hissedebilmek, hissedebildiğimi düşünmek ve kutlamak istiyorum. Şükretmek ve sizlere anlatmak istiyorum. Hemen yanı başınızda, evet, hemen sizinle, şu an olan ve size ömür boyu mutluluk verecek o kadar çok şey var ki… Zaten o kadar çok şeye sahipsiniz ki…

Sizlerden güzel bir kitap yazmanızı bekliyorum. Düşündüğünüz ve yaptığınız her şeyin yazıldığı kitabınız okunduğunda size de, okuyanlara da mutluluk ve sevinç versin. Sizi tebrik etsin yaşam ve Yaradan. Ve okuyun; güzel okuyan, güzel yazar. Okuyabildiğiniz her şeyi; sevgiyi de nefreti de, parayı da fakirliği de, sağlığı da, yazılı olanları da olmayanları da okuyun!

Ama ne olur, biraz olsun artık televizyondan, cep telefonundan kafamızı unuttuğumuz güzel şeylere çevirelim. Düşüncelerimizi toparlayalım. Alışkanlıklarımıza yön verelim. Gelin, var olmayı hatırlayıp doya doya yudumlayalım. Sadece çiçekler süslemesin hayatı, sadece çocuklar gülmesin; gelin, her birimiz ayrı ayrı renklendirelim yaşamımızı!

Sizlerin içinde sizlerle olabildiğim için çok mutluyum. İyi ki varım, iyi ki varsınız, iyi ki var edildik!