KULAĞINIZA titreşimler
ulaşamasa ses diye bir durumdan haberdar olabilir miydiniz? Ya da gözünüze ışık
ulaşamasa görüntü oluşabilir mi? Var olmak da böyle bir şey. Başka bir şeylerin
sonucu…
Zaman
zaman ben de dayanılmaz diş ağrıları çekebiliyorum. Bazen ne kadar dişinize
gözünüz gibi baksanız da buna engel olamıyorsunuz. Küçücük bir diş ne kadar
büyük acılar çektirebiliyor! Bunu düşündüm yıllarca ve şimdi tabiî dişimin
ağrımaması için dişlerime iyi baksam da her şeye rağmen ağrıyorsa da bu sefer
gülüyorum ve hatta kutluyorum. Evet, doyasıya kutluyorum!
Elbette
bu son cümleyi okuduktan sonra kendi içinizde bir yorumunuz olacak. Hayat böyle
bir şeydir. Yaşam, farklı olmaktır. Farklılıkların paylaşılması ve
anlaşılmasıdır. Yapboz oyunları bir başka ifadeyle buna değinir. Birbirinden
farklı parçalar bir bütünü oluştururken sıkı sıkıya birbirine tutunur.
İçlerinden birini yok sayamaz, önemsiz göremezsiniz. Ve dikkatinizi çekeceğim,
birini diğerinin yerine koyamazsınız. Herkesin bir yeri vardır ve yerinde
değerlidir.
Tekrar
diş ağrısına gelirsem… Neden mi bir diş ağrısını kutluyorum? Dün sessiz sessiz
benimle, benim içimde yol alırken güzeldi. Zor ve önemli bir görevi vardı. İyi
ki vardı! Ama çok da dikkatimi çekmemişti. Dişti işte altı üstü… Şimdi sesi
çıkıyor diye her şeyden daha fazla ön plâna çıktı, neden kızayım ki? Her şeyi
bıraktım, şimdi onunla ilgileniyorum. Ne dersiniz, o kadar zamandır benim için
yaptıklarından sonra biraz ilgiyi hak etmedi mi?
Var olmak sadece
mutluluğu hak etmek mi? Sanmıyorum; aynı zamanda bir diş ağrısı da çekebilmek
bence…
Var
olmak güzeldir. Zordur. Çekicidir. Gizemlidir. Var olmak benim için ve senin
için başka başka şekillerde ifade edebilir. Bir yapboz oyunu da olabilir, bir
diş ağrısı da. Sevmek de olabilir, nefret de. Var olmayı ne zaman düşünürsünüz?
Daha dün bir bahçe kenarında gördüğünüz bir gülü bugün göremezseniz meselâ… Sadece
bir yakınımı kaybettiğimde var olmayı ve yok olmayı düşünmüyorum artık. Dün var
olup da bugün olamayan sayısız şeyi de unutmamaya çalışıyorum. Daha önce hayatımda
olmayan şeyler de bir anda hayatımın bir parçası oluveriyorlar. Ben yoktum, sen
yoktun bir zamanlar. Bir zaman sonra yine olmayacağız. İşte bu kadar normal ve
doğal olmak ya da olmamak!
Kimi
zaman bangır bangır bağırıyor varlık. Bazen bir acıda, belli vakitlerde minarelerden,
bir düğünde yükselen müzik seslerinden ya da aniden duyulan acı bir frenden.
Kimi zaman ise sessizce yol alıyor. Bize fark ettirmeden zamanı tüketiyor bizim
adımıza. Saatlerce televizyon karşısındayken meselâ, modernitenin dayatması olan
teknolojinin getirdiği tembelliklerde nice saatler, nice ömürler geçiyor.
Eskiden insan insanı görürdü. Ya sever ve öyle devam ederdi, ya sevmezdi. Ama
yine illâ ki görür, bilirdi. Şimdi televizyon ve “cep telefonu” denen büyük bir
icat var. Dünya her an elinizin altında. Facebook, Twitter ve niceleri… Kimseye
ihtiyacımız yok; biraz internet kotası ve biraz şarj kadar önemli değil hiçbir
şey. Bir başkasına gönül gözüyle, sımsıcak hislerle karşı karşıya vakit
ayırabilmek lüks iken, günler ve aylarca Facebook’tan dünya ve akrabalar,
arkadaşlar hakkında haberdar olmak niyeti ne dramatik!
Modern
ve çağdaş dünya insanı kendine öyle bir tutsak etti ki, kayıp gideni görmesi
için zamanı yok insanın. Evet, ileri medeniyetin getirdiği refah tabiî ki tartışılmaz.
Kimse bilimi, ilmi, gelişmeyi kötü gösteremez. Lâkin gelişen sadece makineler
ise, makineler gelişirken dizilerin, filmlerin, sosyal medya uygulamalarının, Facebook
takipçilerinin sayısı artarken, benim cep telefonum sürekli gelişirken, benim gelişimim,
iletişimim yerinde saymayı bırakın, geri geri gidiyorsa, işte orada bir durun
dostlar!
Dostlar,
hemen yanı başımızdaki insanlardan, eşimizden, çocuğumuzdan ya da
arkadaşımızdan veya sevemeyeceğimiz insanlardan, sonsuz bir kâinat yuvasından
kopuk bir yaşama yuvarlandık da felâketin büyüklüğünden haberimiz yok. Sanal
bir dünyaya hapsediliyoruz her geçen gün. En ufak şeyleri bile tartışacak
vaktimiz yok.
Daha
yeni görüştüm bir öğretmen dostumla. “Öğrencilerin büyük bir bölümü kendini
kaybetmiş ve onlara bir türlü ulaşamıyoruz” diyordu.
Düşünebiliyor
musunuz felâketin büyüklüğünü? Bazı faydalar bahane edilerek içine çekilmekte
olduğumuz sanal hapishane nedeniyle birbirimize gönül ve kültür köprüsü kurma,
bilgiyi, sevgiyi, duyguyu, değerleri iletmenin en ve tek gerçek yolu olan
birebir beden ve gönül yolu ile iletimi devre dışı bırakıyoruz. Makinelerden
öğrendiğimiz tek bir şey var, “zaman” denen müthiş sermayeyi en hızlı nasıl
tüketeceğimiz.
Gelin,
sanal dünyanın dışına tekrar çıkalım ve “varlık, var olmak” başka bize ne
anlatıyor, ne hissettiriyordu, devam edelim!
Var
olmak
Var
olmak, sadece hissetmek ve hissetmemek arasında. Ya nedenler, nasıllar? Neden
ve nasıl var oluyoruz? Üzerimizde şu an varlık adına elbiseler var.
Benimkilerden bazıları şunlar: “Erkek, evli, baba, memur, evlât, ağabey, resim
yapmayı seviyor, sosyal medyaya oldukça fazla kendini kaptırmış, yazar olmak
istiyor” vs.
Senin
de meselâ “bayan, çocuk, kız kardeş, liseli, çekingen, şiir yazmayı seviyor” vs.
Böyle böyle, herkesin bir cinsiyeti, kimliği, çevresi, eğitimi, sevdikleri ve
sevmedikleri, hayâlleri, korkularıyla bir varlık kimliği var ve şekillenmeye
devam ediyor. Zaman zaman yenileri eklenir, zaman zaman bazıları silinir.
Peki,
varlığı sadece bir yandan yazılan ve bir yandan silinenlerde takip etmemiz ne derece
sağlıklı sonuçlar doğurur? Eksik kalır bir şeyler sanırım.
Bence
insanlığın büyük bölümü, yaşarken var olmanın anlamını çok ama çok unuttu.
Bunun kanıtı olarak şunu görüyorum. Eğer gerçekten farkında olduğumuz,
hatırladığımız bir şey olsaydı, inanılmaz bir duygu, his ve düşünce kaosu
içinde kalırdık diye düşünüyorum. Ne mi demek istiyorum? Belki bazıları “Varım
işte! Varlığımı hissediyorum, biliyorum ama öyle heyecandan ya da korkudan
uçmuyorum, gayet normal” diyebilir. Eğer siz de normal görüyorsunuz okumaya
devam edin o hâlde…
Var
olmak öncelikle bir hediyedir, bir sunumdur. Bir yetkidir ellerine irademize
teslim edilmiş. Nerede ve nasıl, hangi oluşların, çerçevelerin içinde var
edildiğinden önce düşünmen gereken, farkına varman gereken bir şey var.
Cinsiyetini, mekânı, zamanı bir kere bir yere bırak. Varsın artık! Dev bir ağaçta küçük bir yaprak, gökyüzünden düşen
bir damla, bir tutam toprak da olabilirdin; sadece insan olmak değil önemli olan.
Önemli ve inanılmaz olan, mucizevî olan şey “olmak”.
Sizi
birisiyle tanıştırmak istiyorum bu aşamada. Anlatacakları var çünkü.
Benim
bir ablam var. Canımdan öte, o kadar değerli ki benim için. O kadar çok
seviyorum ki, aslında ne siz anlayabilirsiniz bunu, ne de ben hakkıyla
anlatabilirim. Ya bir de olsaydı?
Bırakın
bir ömrü, bir saniyesi bile yok. Onun o pamuk ellerinde, öpmeyi dilediğim avuç
içlerinde tutabileceği gerçek bir zaman dilimi yok. Aynayı düşünüyor bazen;
karşısına geçip var olmuş olabileceği bir bedeni olsa nasıl olurdu kim bilir
diye. İnceledik mi gerçekten ayna karşısında üzerimizdeki beden elbisesini uzun
tefekkür yollarında? Kısa mı, uzun mu olmuşuz? Kilolu mu, zayıf mıyız? Güzel mi,
çirkin mi benim ablam acaba? Hiç önemli değil ki, olsaydı yeterdi aslında!
Sadece
“ablam” diyorum, “canım” diyebiliyorum ona. İsmi mi? Benim ona koyduğum bir
isim olabilir elbette, ama o ismi -ne bileyim- bir nüfuz cüzdanına yazdırıp da
ellerine teslim edemiyorum işte. Ne kadar bahtlısınız, bir nüfus cüzdanınız
var. Hatırladınız, değil mi? Sizin varlığınızı, isminizi kanıtlıyor. Gururla
cebinizde, çantanızda taşıyorsunuz.
Saçlarınızı seviyor musunuz? Bayanlar için biraz daha önemlidir saçlar sanırım. Canım ablam da saçlarını çok seviyor. Ama uzun mu, kısa mı, siyah mı, sarı mı sizce? Düşlere kalmış artık. Bazen yerlere kadar uzamış simsiyah saçlarını görüyorum. Bazen saçsız… Bazen buğday tarlası renginde görüyorum. Rüzgâr koşa koşa geliyor ablamın saçlarına ve denizler gibi coşturuyor saçlarını dalga dalga.
Feyza
Abla
Yoksa
sizin kendinize özel bir sesiniz de mi var? Bu arada benim ona ne isimle hitap
ettiğimi mi merak ettiniz? “Feyza”… Belli bir nedeni yok, anlamı önemli değil;
onu düşünürken aklıma bu isim düştü sadece. Sesi çok güzel ablamın. Billur gibi
su sesi… Ama benden başka duyan yok. Benden başka gören yok. En çok mavi ve
yeşili merak ediyor ablam, “İnsanın içinde mavi
ve yeşil nasıl oluşur?” diye soruyor? Ona yağmurdan bahsettim, ıslanmaktan.
Yağmak ve ıslanmak... Yağmur sonrası topraktan ve baharda çimlerden gelen
kokuları anlattım. Anlatırkenki heyecanımı, yaşarkenki hislerimi seyretti
sadece, baktı merakla ve şaşkınlıkla.
Siz
söyleyin, hangi birini anlatayım oluşların? Kucağıma aldığım bebeğin
ağlayışını, gülüşünü, kokusunu mu? Çocuklarda gördüğüm saflığı, tertemiz
bakışları mı -ki büyüdükçe yitirilen duruluklarını mı-? Sevebilmeyi,
sevilebilmeyi mi? Birbirine fedakârlıkla, çıkarsızca sarılmış iki dostun
sohbetini, hasretini mi? Secdeye değen alnın yaşadığı sonsuzluğu mu?
Bazen
üzücü şeylerden bahsediyorum ona. Olmak bu kadar özel ve heyecanlı iken, var
olabilmek alabileceğim en güzel hediye iken, oluşları acıya dönüştüren
şeylerden de bahsediyorum elbet. Seven değil nefret eden, iyileştiren değil
hastalandıran, birleştiren değil ayıran olmaktan meselâ… Sorumlusu ben ya da
sen, ne fark eder? İnsanı ve insanla olanı hep güzel bilse iyi olurdu ama
burası Cennet değil. Üzülüyor, “İnsanların var olmak gibi olağanüstü bir şeye
sahip olmaları yetmiyor” diyor. Nasıl açıklayabilirim sizce savaşları, açları,
candan öte vatanıma ihanetleri, maddiyatın esaretini, tembelliği,
umursamazlığı, kalp kıran kararmış kalpleri, yaşanabilecek sonsuz renkte,
sonsuz kombinasyonda bir yaşam serüveni varken bir cep telefonunda, TV’de
tüketilen ayları, seneleri?
Hepimizin
kendimize ait bir hikâyesi var. Bazılarınız hemen söze karışıyor. Benim öyle
ahım şahım bir şeyler yaşamışlığım yok ki… Bazıları ise zaten “Anlatsam roman
olur” diyor. Öyle ya da böyle, bir zamandır varsınız, bir zamandır yaşıyorsunuz
ve bir hikâyeniz var. Hem kendi hafızanızda, hem başkalarının hafıza
kasalarında, kütüphanelerinde size ait bilgiler var. Yaşadığınız şeylere,
yürüyebildiğinize, konuşabildiğinize dair söylentiler var meselâ. Birilerinin
elinden tutabildiğinize dair anılar var. “Anne!”, “Baba!” diye seslenişler var;
tabiî herkesin anne ve baba nimeti tam olamıyor. Ablası olanlarınız var, ne
mutlu size! Bir bebeğe sıkıca sarılabilenler var meselâ. Gece boyu hasta
çocuğunun başında kaygıyla bekleyecek gücü bulabilenler var. Ya Ablam? Ya Feyza’m?
Sizce onun hikâyesi nasıl olabilirdi? Yaşını, gözlerinin rengini, hiç hasta olabildi mi, merak ediyor musunuz?
Şu an yürüyor mu, yoksa telâşla bir yerlere yetişmek için koşturuyor mu,
bunları merak ediyor musunuz? Size kalmış…
Benim
bir ablaya ne kadar ihtiyacım vardı, omzuna başımı yaslayıp da saatlerce
ağlamaya, günlerce konuşmaya ne kadar çok ihtiyacım vardı, anlatamam. İçimdeki
hisleri tam olarak kelimeler ifade eder mi ki? O da bir bedene, bir renge, bir
sese bürünüp bana sarılmayı çok isterdi, emimim! Geçmiş diye sadece ama sadece
benim düşlerimde ablama ait ne kadar kelime var sizce? Ne siz sorun, ne ben
söyleyeyim.
Kısacası
bize diyor ki…
“Varsınız!
Değersizim, şanssızım, hastayım, zengin veya ünlü değilim. Kendinizi küçümsemeyin,
kendinize asla ama asla yüklenmeyin! Çünkü ‘Hiçbir şeye sahip değilim şu
dünyada’ diyen biri bile aslında öyle
büyük, öyle çok şeylere sahip ki... Diğer şeylerin değeri onun yanında
tartışılmaz bile.
Size
bir şey daha söyleyeyim mi? Bir dakika vermesini isterdim bana Yaradan’ın,
sadece bir dakika! Akif’in düşlerinden sizlerin olduğu varlığa düşmeyi
isterdim. Bir dakika sadece! Bir aynaya bakardım bir saniyeliğine bir görüntüm
olsun diye, bir kimlik, bir beden ve sonrasında bir sonsuzluk boyu bu mutluluğu
kutlardım. Bir saniyeliğine Akif’imin
elinden, anne ve babamın elinden, belki bir yetimin elinden tutabilirdim. Bir
saniyeliğine de olsa bir şeyler hissedebilmek, “duygu” denen, “düşünce” denen
olguların içimde esişini hissedebilmek
isterdim. Sonra etrafıma “gözlerim” dediğim gözlerimle bakmak isterdim.
Işığa, bir bebeğin annesine sarılır gibi sarılmak isterdim. Bir bardak su
içmek, içimde o serinliği hissetmek ve bir saniye o suyu seyretmek isterdim o
muhteşem renge tanıklık ederek.
Bir
saniyeliğine gülmek, bir saniyeliğine ağlayabilmeyi hissetmek isterdim. Akif
bana bazen ‘sıkılmak’ diye bir şeyden de bahsediyor. Bir saniye de sıkılabilmek
isterdim. Sahi, sıkılabilmek nasıl bir şey sonsuzluğun tam ortasında var
edilmiş ve var eden sonsuz kudret sahibi Allah iken? Derdi olan birinin ya da
bir yetimin, kalbi paramparça olmuş birinin başını okşamak, bir kalbi onarmak,
bir omuza yaslanmak isterdim.
Şimdiye
kadar bana verilen o koskoca bir dakikadan ne kadarını kullandım. On saniye mi?
Ne güzel değil mi? Bayram yapardım daha kullanabileceğim elli saniyem var diye.
Kim bilir neler neler yapılır daha? Bir kelebek misali kanat çırpıp göğe
yükselmek gibi, bir secdede Sonsuzluğun Sahibine teslim olmak gibi…”
Ablam
başka bir şey söylemek istemiyor. Ben başka ne söyleyebilirim, bilmiyorum.
Kendimi fırtınaya teslim olmuş bir kayık gibi hissediyorum. Ha battım, ha
batacağım. Ellerim yazıyor ama kalbim alabora. Var olmak… Düşünün, lütfen çok
düşünün ve öyle düşünün ki sonunda hatırlayabilesiniz… Var olmak müthiş bir
duygu! Düşünce girdabına düşerseniz, bilin ki var olmayı hatırlamaya
başlamışsınız. Kaybettiniz, kaybettik, çok şeyleri unuttuk bir kere. Sahip
çıkamıyor, farkında olamıyoruz. İnşallah, içimizde
çok fazla uzaklara düşmeden hatırlarız hatırlanması gereken en değerli
şeyleri. Bir gülün yaprağına, yıllardır ben onu unutsam da beni unutmadan atan
kalbime, yağmura, güneşe, düşünebilmeme, ağlayabilmeme, kızabilmeme,
görebilmeme, duyabilmeme, hissedebilmeme, her şeye ve Rabbime teşekkür etmek
istiyorum; hem de benim tarif etmemin imkânsız olduğu bir şükran ve minnetle ve
en çok da hüzün ve umutla…
Terleyebildiğime
içerleyemeyeceğim artık. Dişim ağrıyor diye surat asmaya hakkım var mı Allah
aşkına, söyleyin! Feyza Ablama nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Kim bilir,
belki Rabbim ona bir dakikasını ve daha fazlasını verir... Allah ondan razı
olsun!
Ellerime
bakıyorum, sesimi dinliyorum; ne bileyim, bir garip işte şu an! Sanki ilk kez
karşılaşıyorum. Arkadaşlarımla ya da ne bileyim, eşimle, çocuğumla, uzun
zamandır görmediğim bir akrabamla karşılaştığımda şaşkın şaşkın ve sevinçle
yüzüne baksam, yılların hasretiyle sarılsam çok mu garip karşılarlar acaba? Bir
yabancıya bir dost gibi baksam yılların tanımışlığıyla, kızar mı ki? Toprakta
yuvarlansam… Ne bileyim, ev, araba filan değil hayâlim.
Hissedebilmek,
hissedebildiğimi düşünmek ve kutlamak istiyorum. Şükretmek ve sizlere anlatmak
istiyorum. Hemen yanı başınızda, evet, hemen sizinle, şu an olan ve size ömür
boyu mutluluk verecek o kadar çok şey var ki… Zaten o kadar çok şeye sahipsiniz
ki…
Sizlerden
güzel bir kitap yazmanızı bekliyorum. Düşündüğünüz ve yaptığınız her şeyin
yazıldığı kitabınız okunduğunda size de, okuyanlara da mutluluk ve sevinç
versin. Sizi tebrik etsin yaşam ve Yaradan. Ve okuyun; güzel okuyan, güzel yazar.
Okuyabildiğiniz her şeyi; sevgiyi de nefreti de, parayı da fakirliği de,
sağlığı da, yazılı olanları da olmayanları da okuyun!
Ama
ne olur, biraz olsun artık televizyondan, cep telefonundan kafamızı unuttuğumuz
güzel şeylere çevirelim. Düşüncelerimizi toparlayalım. Alışkanlıklarımıza yön
verelim. Gelin, var olmayı hatırlayıp doya doya yudumlayalım. Sadece çiçekler
süslemesin hayatı, sadece çocuklar gülmesin; gelin, her birimiz ayrı ayrı
renklendirelim yaşamımızı!
Sizlerin içinde sizlerle olabildiğim için çok mutluyum. İyi ki varım, iyi ki varsınız, iyi ki var edildik!