Vakte düşen bereket: Mübârek zamanlar

Zamana durması ya da geri dönmesi için hep yalvarıp dururuz, şiirler yazarız, şarkılar söyleriz. Ziyanda olduğumuzu hep gayr-i ihtiyarî hissederiz. Aslında dünyaya gelişimiz, buradan gideceğimizin de alâmeti. Yolcusu olduğumuz hayat denilen bu kısa zaman parçası içinde tıpkı zaman gibi fâni olan bir mekânda birkaç günlük bir mola veriyoruz.

KÂİNATTAKİ her olayı beş duyumuzla izah edemeyiz. Aklın ötesinde cereyan eden öyle hâdiseler olur ki gözle görülmez, elle tutulmaz, dil ile tadılmaz, kulakla işitilmezken kalben hissedilir sadece. Mevcudatı ne aklı iptal ederek anlayabilir, ne de sadece kuru akıl ile idrak edebiliriz. Fizik ötesi âlemde var olan ama müşahedat âleminde görülmeyen öyle harikulâde zuhurat olur ki ancak kalp gözüyle görülür.

Kalıp gözünün idrak kabiliyeti sınırlıdır. 586 megapiksel kapasiteye sahip bu müthiş organın görmesi elektromanyetik spektrumdaki ışık aralığı, dalga boyu 400 ile 800 nanometre arasında olan dalgalardan ibaretmiş. Yani elektronik tayfta bulunan gama ışınlarını, X ışınlarını, kızılötesi gibi ışınları göremiyoruz. Görememiş olmamız, bunların olmadığı anlamına gelmiyor.

Kulağın da benzer işitme sınırı var. İnsan kulağı saniyede 20 hertz ile 20 kilohertz arasındaki titreşimlere duyarlı olsa da en iyi işitebildiğimiz ses frekans aralığı 250 hertz ile 3 bin hertz arasındaki seslerle sınırlıdır. Tıpkı göz bahsinde olduğu gibi, kulağımızın duyamadığı sesleri yok saymak gibi bir lüksümüz de yok.

Göremediğimiz ve işitemediğimiz âlemlerin yaratıcısı olan Rabbimiz bize bu sırlı âlemden zaman zaman nasibimize düşen hediyeler sunar. İşte bu hediyelerden biri de zamana düşen, onu sarmalayan, ona bereket katan özel günler ve gecelerdir. Yıllarca tartışıldı “Nedir, ne değildir, var mıdır, yok mudur?” diye, oysa zaman da, mekân da insan içindi. Zamandan ve cihetten münezzeh olan Yaratıcı, zamanı zamandan, mekânı mekândan farklı yaratabilir elbette.

Düşünün, eğer böyle olmasa, Bizzat Yaratıcımız Kur’ân’da zamana yemin etmezdi. Asr Sûresi’nde, “Zamana yemin olsun ki insan hüsrandadır” buyurulur. Duha Sûresi’nde “kuşluk vaktine”, Leyl Sûresi’nde “geceye ve gündüze”, Fecr Sûresi’nden “sabaha” yemin edilmiş. Örneğin Asr Sûresi’ni okuyan bir insanın aklına “Allah neden zamana yemin eder?” sorusu gelir. Peki, bizim için var olan ve Yaratıcı’nın münezzeh olduğu bir kavram için neden yemin edilmiştir?

Zaman nedir? Nasıl oluşur? TDK sözlüğüne göre zaman, “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği ya da geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakittir”. Zaman, belirlenmiş olan andır. Zaman, bu sürenin belirli bir parçasıdır, vakittir. Zaman; çağ, mevsimdir. Zaman; devir ve dönemdir. Dünya’nın kendi etrafında dönmesiyle geçen süre bir gün, Güneş’in etrafında dönmesiyle içinde dört mevsimin de olduğu bir yıllık zaman oluşmuştur. Bu bize göredir. Dünya’nın kendi etrafında dönmesiyle oluşan bir gün, 24 saat 6 dakika. 1 saat 60 dakika; 1 dakika 60 saniye; 1 saniye 60 salise ve dahası…

Güneş de kendi etrafında dönerken Dünya günüyle tam bir ay geçer. Dinî literatüre göre ahiret yılı ile dünya yılı aynı değil. Peki, nasıl?

Secde Sûresi 5’inci ayette, “Gökten yere kadar, olan bütün işleri Allah düzenler. Sonra işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O’na yükselir” beyanı yer alır. Aynı şekilde Hac Sûresi 47’nci ayette de, “Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir” buyurulur.

Zaman kavramını insan üzerinden değerlendirdiğimizde, zamanın hayatımızın akışını oluşturan tüm fiillerimizi kuşattığını görürüz. İnsanın hayatının bir akışı olan bu eylemlerin içerisinde gündelik insanî fiillerin yanında nefsanî fiillerimiz, Rahmânî ve şeytanî fiillerimiz de mevcuttur. Günahımız da, sevabımız da, nefes almamız da, koşmamız da, uyumamız da zaman denilen mefhumun birimleri arasında işlenir. Günlük insanî fiilleri bir yana bırakırsak, Yaratıcımızın rızası hilafına işlenen her fiil, hesap gününde sorguya çekildiğimizde karşımıza çıkacaktır. Aynı şekilde O’nun rızasını gözeten her fiil de karşımıza çıkacaktır. İşte Yaratıcı’nın zamana yemin etmesindeki sebeplerden biri belki de bu. İşte ona yemin edilerek, aslında insanın bir şekilde zamana dikkati çekilmiştir.

Zaman kavramı, içerisinde bilmediğimiz, bilemediğimiz ve anlayamadığımız o kadar çok sır saklar ki…

Zaman ve hayat

Zaman ve hayat… Her ikisi birbirinin içine geçmiş, birbiriyle sarmaş dolaş olmuş kavramlarmış gibi görünse de bazen hayat zamanın bir parçası, bazen de zaman hayatın bir parçasıdır. Hayat, doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir zaman dilimi değil midir? Zaman da tıpkı hayat gibi dünyanın, daha doğrusu kâinatın yaratılışı ile var olmuş, kıyamete kadar devam edecek ve onunla yok olacak bir mefhum değil midir?

Zamanın da demek ki bir hayatı var. O da yok olmaya mahkûm. Fakat aynı zamanda hayat kadar değerli bir kavram zaman…

Hayatı yaşamak bir sanattır insanoğlu için. Zamanı en mükemmel şekilde kullanan insan, en iyi hayat sürmüş insan değil midir? Zira “Zamana yemin olsun ki insan zarardadır” kavl-i celili boşuna değildir. Şu malûm misâlde olduğu gibi insan, tıpkı güneş altında buz satan ve “Sermayesi eriyen şu adama acıyın!” diye feryat ederek elindeki buzları erimeden satma derdine düşen bir adam gibi zamana sıkışmış bir hâldedir.

Zaman, kum saatinin içindeki kum tanelerine benzer; ölçülen ve ölçülemeyen makro ve mikro birimlere sahiptir. En kaba şekliyle gün saatlerden, ay günlerden, yıl da aylardan meydana gelir. Rabbimiz yaratmış olduğu zaman kavramının kıymetini bilmemiz için bazen direkt ona ve onun birimlerine yemin ederken, bazen de bir ana, bir geceye, bir aya değer verir. Ona kutsiyet yükler. Öyle ki, Kur’ân’da bile bazı aylar ve geceler hakkında ayetler ve sureler vardır. Hazreti Peygamber de birçok hadîs-i şeriflerinde mübârek vakitleri bize haber verir. Örneğin üç aylar olarak bildiğimiz ve eskilerce “şühûr-ü selâse” denilen “Receb, Şaban ve Ramazan ayları” biz Müslümanlar için büyük öneme sahiptirler. Düşünün ki, Hazreti Peygamber bu aylar için “Receb Allah’ın ayı, Şaban Benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” buyuruyor. Hatta Receb ayı girince şu meşhur duayı etmiş: “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübârek kıl! Bizi Ramazan’a ulaştır.” 

Bir ay ki, Allah’ındır. Adı Receb-i Şerif’tir ve içinde Regaib ile Miraç Gecelerini barındırır. Bir ay ki, Allah’ın Peygamberinin ayıdır. Adı Şaban’dır, içinde Berat Gecesi’ni barındırır. Yine bir ay düşünün ki, ümmetin ayıdır ve onun da adı Ramazan’dır, içinde Kadir Gecesi’ni barındırır. Yine bu ayda Cennet kapıları açılıp Cehennem kapıları kapanırken şeytanlar da bağlanır.

Ramazan ayından başlarsak, Kur’ân-ı Kerim’de, Bakara Sûresi 185’inci ayette, “Ramazan ayı öyle bir aydır ki doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’ân bu ayda indirildi” buyurulur. Ramazan ayı içinde bulunan ve Kur’ân’da “Bin aydan daha hayırlıdır” denilen bu surede “Biz o Kur’ân’ı Kadir Gecesi’nde indirdik” buyurulur. Buradan da, “Rabbimiz, Kadir Gecesi’ne verdiği önemi Kur’ân’ın o gecede indirilmesine bağlamıştır” desek sanırım hâddi aşan bir ifade kullanmış olmayız. Ümmete verilen bir ayda bin aydan hayırlı bir gece…

Diyanet Kur’ân Yolu Tefsiri’nde bu ayetle ilgili olarak şöyle bir açıklama yapılmış: “Kur’ân-ı Kerîm’in Hazreti Peygamber’e indirilmesi Mekke’de, Hira mağarasında, Milâdî 610 yılı Ramazan ayının 27’nci gününde (Kadir Gecesi’nde) başlamış ve Allah Teâlâ’nın uygun gördüğü aralıklar ve münasebetlerle yaklaşık yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Ayette geçen ‘Ramazan ayında Kur’ân’ın indirilmesinden’ maksati onun tamamının değil, ilk ayetlerinin indirilmesidir; Bakara Sûresi’nin başında olduğu gibi birçok ayette, Kur’ân’ın bir parçasına da kitap ve Kur’ân denilmiştir. Yüce Mevlâ Müslümanlara oruç ibadetini farz kılmayı murat edince bunun zamanının da ona uygun ve lâyık bir zaman olmasını istemiş, bütün insanlığa son rehber ve irşat aracı kıldığı kitabını vahy etmeye başladığı ayı oruç zamanı olarak seçmiştir.” (Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt:1, Sayfa:281-283)

Yine yıl içinde belirlenen zamanlarda kutladığımız kandil gecelerimiz var. Ülkemizde ilk olarak İkinci Selim döneminde Müslümanlarca mübârek sayılan Mevlid, Regaib, Mîrac, Berat ve Kadir Geceleri geldiğinde camiler aydınlatılıp minarelerde kandiller yakıldığı için bu gecelere “kandil geceleri” denilmiştir. Kamerî takvime göre Rebîülevvel ayının on ikinci gecesi Mevlid Kandili, Receb ayının ilk Cuma gecesi Regaib Kandili, yine aynı ayın yirmi yedinci gecesi Miraç Kandili, Şaban ayının on beşinci gecesi Berat Kandili, Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi ise Kadir Gecesi olarak kutlanıyor.

Mevlid Kandili, Hazreti Muhammed’in doğduğu geceye denk gelen gece kutlanır. Mevlid kutlamalarını ilk ihdas eden zâtın Erbil Atabegi Muzafferüddin Kökböri (ö. 630/1233) olduğu kabul edilir.

Üç ayların başlangıcı olan Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaib Kandili’dir. Efendimizin Miraç’a çıktığı ve beş vakit namazın farz kılındığı Recep ayının 27’nci gecesi Miraç Kandili’dir. Yine Efendimizin günahların af olacağını müjdelediği Şaban ayının 15’inci gecesi Berat Kandili’dir. Kadir Gecesi de zaten hakkında bir süre inen ve Ramazan ayının 27’nci gecesi olduğuna dair Efendimizin hadisi olan bir gece…

Yine Cuma günü, Müslümanlar için bayram günü olarak değerlendirilmiş. Kurban Bayramı günleri ve Ramazan Bayramı günleri diğer mübârek günlerden ve zamanlardandır. Özellikle bayram günleri, “sıla-i rahim” denilen ibadeti yerine getirdiğimiz önemli günlerdir ki bunu kesenden Allah’ın rahmetinin kesildiği bildirilmiştir.

İşin bir diğer tarafından meseleye baktığımızda ise, bu mübârek ay ve geceler “Kamerî ay” dediğimiz takvim sistemine göre hesaplandığında aynı gün ve aynı gece yılın her gününe denk gelmektedir. Bu da ayrı bir sır.  Bize düşen ise zamanın kıymetini bilmektir.

Hazırlıkta ne var?

Dünyaya muhtaç olarak geliyoruz. Karnımızı doyurmak için birisinin ağzımıza yiyeceklerimizi vermesi, yürümek için elimizden tutması lâzım. Tıpkı ihtiyarlayıp elden ayaktan düştüğümüzdeki gibi… Ama üzerimize titreyen, kol kanat geren, altımızı temizleyen, ağzımıza yiyeceğimizi veren anamız, babamız yanımızda olmuyor. Bize bu fedakârlıkları yaparken iğrenmeyen, üşenmeyen o insanlar yaşlanınca bizler aynı duyarlılıkta onlara, onların dün bize baktıkları gibi bakamıyoruz. Hem de yarın bizim de aynı duruma düşeceğimizi bile bile…

Zaman akıp gidiyor. Çocukluğumuzu gençliğimiz, gençliğimizi ihtiyarlığımız kovalıyor. Hayat, zaman denen bu mecradan bir yerlere akıp gidiyor.

Zamana durması ya da geri dönmesi için hep yalvarıp dururuz, şiirler yazarız, şarkılar söyleriz. Ziyanda olduğumuzu hep gayr-i ihtiyarî hissederiz. Aslında dünyaya gelişimiz, buradan gideceğimizin de alâmeti. Yolcusu olduğumuz hayat denilen bu kısa zaman parçası içinde tıpkı zaman gibi fâni olan bir mekânda birkaç günlük bir mola veriyoruz. Bu mola esnasında türlü imtihanlardan geçiyoruz ama çoğu zaman fark etmiyoruz.

Ebedî yolculuğumuz için yol azığı toplayıp hazırlık yapmamız gerekirken dünyanın aldatıcı zevk, sefa ve meşakkati bize aslî vazifemizi unutturup oyun ve eğlenceye, dünya malı biriktirmeye sevk ediyor. Oysa hayatımız her gün bir sonraki gün için hazırlıkla geçiyor. Toprağı işlerken ekmeye, sularken biçmeye, biçerken harman etmeye hazırlık yapmıyor muyuz? Hatta kaldırdığımız bu ürünle maişetimize hazırlık yapmıyor muyuz? Bu üç günlük dünya hayatında bu gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamak için harıl harıl çalışırken, ebedî mekânımız olan ötelerin ötesine gitmek üzere hazırlık yapmamak bir çelişki değil midir?

İyilik ve güzelliklerden başka oraya götürebileceğimiz neyimiz var? Bu dünyada kazandığımız mal, mülk, evlat, eş ve sair her şey burada kalıyor. Bir top kefenden başka ne götürebiliriz dünyalık olarak? Koskoca bir hiç!

Zaman üzerine birçok söz söylemişizdir; “Zaman her şeyin ilacı”, “Zamanla unutulur”, “Zaman siler” gibi… Oysa hiçbir şey silinmez, hafıza-i beşer nisyan ile malul olsa da yaptığımız her hareketi unutmayan bir Yaratanımız vardır. Ebedî yolculukta sadece yaptığımız iyilik ve kötülükler bizimle gelebiliyor. O çok sevdiğimiz, uğruna canımızı verebileceğimiz, kalpler kırdığımız, haksızlıklar ve zulümler yaptığımız dünyalık sevdiklerimiz, tamah ettiklerimiz, “benim” dediklerimiz bu yolculukta bizimle olamıyorsa, o zaman bunlar gerçekte nasıl bizim olabilir?

Bizim olanlar bizimle gelenlerse, iyilik ve kötülüklerimizden, güzel amellerimizden başka bizim olan hiçbir şeyimiz yok demek ki… Zamanın öleceği, yerin ve göğün korkudan birbiriyle sarmaş dolaş olacağı o günde kabrimizden fırlayıp “Bize ne oldu?” diye etrafımıza şaşkın şaşkın bakacağımız, “Dünyada bir gün ya da daha az kaldık” diyeceğimiz, zamanın ne kadar da izafî olduğunu anladığımız o günde yol arkadaşımız olacak iki haslet, iyilik ve kötülüklerimizdir. Bizi ya başı olan ama sonu olmayan vaat edilmiş bir mekâna ulaştıracak ya da ölümün bile olmadığı, ölümün bile öldüğü azabın içine yuvarlayacak.

Ahiretin tarlası olan bu dünyada ne ekersek onu biçeceğiz. Ama “Rüzgâr ekersen fırtına biçersin” demiş atalarımız. Yaptığımız kötülük ve haksızlıklar hesap gününde karşımızda birer fırtına olarak belirecekse ve bu bize tebliğ edildiyse o zaman niçin hâlâ daldığımız bu gafletten uyanmak istemiyoruz? Yoksa öbür tarafta da mı torpil bulduk, adamlarımız mı var? Yoksa hesaba çekileceğimize inanmıyor muyuz?

Bu dünya hayatında sermayesi eriyen buz satıcısı gibi sermayemiz olan ömrümüz bitmekte, zamanımız azalmakta iken herhâlde iyilik yapmada acele etmemiz gerekir. Kapımızın ne zaman çalınacağını bilemediğimiz gibi, her an çalınabileceğini düşünerek zamanımızı “Vakit nakittir” düsturu ile en iyi şekilde kullanmamamız gerekir, değil mi?

“Zaman” kavramının, Dünya’nın kendi etrafında dönmesi ile oluştuğunu söylemiştik. Günler ayları, aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalarken bir gün kapınız çalınıyor ve ötelere çağrılıyorsunuz. O an gözünüzün önünden bir film şeridi gibi canlanıyor aylar, mevsimler, yıllar… Şimdi plağı başa döndürürsek, bize kredi olarak verilen zamanın başında mıyız, ortasında mıyız, yoksa sonunda mı, bilinmez. Ama neresinde olursak olalım, ziyanda olmamak için zamandan bir şeyler kurtarmak gerekir. İşte Rabbimiz, bunun için bize zaman içinde fırsatlar yaratmış!

Ömer Tuğrul İnançer’in de belirttiği gibi, mübârek vakitler, Allah’ın (cc) diğer vakitlere kıyasla daha mübârek kıldığı ve Müslümanlarca malûm olan zaman dilimleridir. Kur’ân’a inanıyorsak, onda önem atfedilen mübârek günleri, geceleri ve ayları onların şanına uygun bir şuurla idrak etmek gerekmez mi? Zamanın kıymetini bilerek gül dikelim bu dünyaya, gülistanımız olsun ötelerde. Ne dersiniz? Yoksa ziyanda olanlardan oluruz!