Vaka-i Laklakiye

365 yıl sonra aynı yeniçeri kafası ile karşı karşıyayız yine. Altı ay öncesinden FETÖ’cü Emre Uslu’nun muştusunu verdiği, CIA ve MOSSAD’ın senaryosunu yazdığı, BAE’nin finanse ettiği ve sabık mafya ağasının başrolünde oynadığı bir tiyatroyu temaşa ediyoruz elan. O gün Sipahi Mehter Hasan Ağa’nın peşine takılıp Soğukçeşme Sokağı’nı dolduran güruhun bir benzeri de bugünlerde Pazar sabahları, henüz kargalar kahvaltı yapmamışken ekran başında bu tiyatronun yeni sahnesini bekliyor heyecanla ve dahi helecanla.

“LEYLEĞİN ömrü laklakla geçer.(Türk atasözü)

Pek Muhterem Kari… Bize ayrılan bu mütevazı köşeden neşriyatımızı takip eden dostlarımız, zaman mevzuunda epeyce kelâm etmişliğimize ve kafaları ütülediğimize şahit olmuş; belki de -ve muhtemelen- “Bana ne bunlardan kardeşim? Ne zırvalıyor bu adam?” demiştir bile. Ziyanı yok, kari her daim haklıdır.

Nicedir, hele ki şu sefine-i tayy-i zaman serencamının içine duhul eylediğimden bu yana, zaman konusunda ziyadesiyle kafa yormaktayım ve affınıza sığınarak kafamda biriken suâlleri ve bulduğum cevapları siz muhterem okuyucular ile paylaşmaktayım.

Niyetim, sadece bu konuda aklımdan geçenleri paylaşarak sayfa doldurmak değil elbette; bir nebze olsun beynimin içinde yankılanıp duran suâl ve cevaplardan, böyle, yazarak halas olmaktır belki de.

Maatteessüf kendisi 46 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşan Tarancı’nın, tutmamış hesabıyla “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” dediği gibi, biz faniler her ne kadar insan ömrünü sene ile ölçüyor olsak da inancımıza göre insan hayatının birimi nefes sayısıdır malûmunuz. Neden peki, hiç düşündünüz mü?

Belki de hayat-ı insanîyi izafî olan zaman ile ölçmek yerine nefes ile ölçmek daha yerinde bir ölçüm metodudur. İşbu köşede ve zamanın behrinde, on yaşında bir çocuğu ışık hızı ile dünyadan göndersek ve beş yıl fezada seyahat ettirip aynı hızla geri getirsek, kendisi on beş yaşında iken akranlarının altmış yaşında dede yahut nine olduklarını göreceğini yazmıştık. Bu olayı “zamanın genişlemesi” deyü tesmiye eden ulema-i fezanın yalancısıyım.


Bu durumda hangi çocuk kaç yıl yaşamış olacaktır sizce? Suâl biraz karışık mı oldu? Ben size böyle suâl ederken sizlerin de “Ne oldu, şifreyi çözebildin mi?” deyü suâl eylediğinizi duyar gibi oluyorum.

El-cevap: Efrasiyab’ın çizimlerindeki gizli metni okuyabilmem kolay olmadı. Tahmin ettiğim gibi çizim etrafındaki bordürdeki her çizgi parçası, boyunun uzunluğu ile bir harfi temsil ediyordu. Lâkin uzun vakit çalışıp bir türlü anlamlı kelimeler çıkaramadıktan sonra harflerin alfabetik sıraya göre kodlanmadığına kani olmuştum.

Sıralamayı, harflerin ebcet hesabındaki değerlerine göre tasnif etmeyi deneyince kelimeler birer birer göz kırpmaya başladılar. Normal alfabetik sırada harfler eliften yeye giderken, ebcet tablosunda ise bu sıra harflerin rakam karşılıklarına göre değişir; yine eliften başlamakla birlikte ğayn ile biter.

Geceler boyu hummalı ve meşakkatli mesaim sonunda şifreli metni okunabilir hâle getirdim lâkin bu sefer de karşıma çözülmesi gereken bir bilmece çıktı. Gönül isterdi ki, bu bilmeceyi burada paylaşayım, maatteessüf bunu yapamıyorum. Bu hususta ne kadar ketum olursam o kadar iyidir zannımca.

Vakti geldikçe ve sayılı nefesimiz yettiği müddetçe anlatmaya devam edeceğim inşallah.

Ah Efrasiyab ah! Nelerle uğraşıyorum böyle ve neden uğraşıyorum? Ve tabiî ki, “neden ben”?

Aklıma mukayyet ol Allah’ım!

***

Muhterem dostlar,

Bu ayki tayy-i zamanımız için sefinemizin zaman nişangâhını 365 yıl evvele, 4 Mart 1656 gününe ve mekân nişangâhını da Sultanahmet Meydanı diye bildiğiniz o zamanın At Meydanı’na kuruyorum. Bu seyahatte bizle olmak isteyenlere son çağrımızı yapıp sefinemizi çalıştıralım. Bakalım tarihin puslu atlasında neler görüp nelere şahitlik edeceğiz. Haydi bismillah! Deveran başlasın...

At Meydanı’nda fevkalâde bir gün; havada isyan kokusu, arnavutkaldırımı sokaklarda tedirginlik ve fırtına öncesinin sessizliği var. Meydana bakan dükkânların ahşap kepenkleri kapalı. Birazdan ortalık karışacak, zira uğultu sesleri yaklaşıyor.

İşte göründüler! Başlarında İstanbul Kaymakamı Zurnazen Mustafa Paşa’nın kışkırtmalarıyla ayaklanmayı başlatan Sipahi Mehter Hasan Ağa, Şamlı Mehmet Ağa ve Galata Voyvodalığından atılmış Karakaş Mehmet Ağalar olmak üzere öfkeli yeniçeriler Et Meydanı’ndan (şimdiki Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesinin arkası) Divanyolu’nu takip ederek At Meydanı’na doğru sükûn ediyorlar.

Öfkeli güruh yaklaştıkça bağırış çağırışları At Meydanı’nı doldurmaya başlıyor enikonu. Hava nispeten serin ve kapalı olmasına rağmen yeniçerilerin kanı kaynıyor; insan azmanı pazularını açıkta bırakacak şekilde gömleklerinin kollarını katlamış, yakalarını neredeyse karınlarına kadar açmış yeniçeriler, “İsterük”, “İstemezük” diye diye ilerliyorlar. Pazularımızı saklayarak aralarına katılıyoruz.

Yeniçerileri, At Meydanı’nda arabuluculuk yapması için gönderilen ve sayılı nefesi kalmış bulunan Kara Abdullah Ağa karşılıyor. Henüz isyancıların taleplerini suâl etmeye dahi fırsat bulamadan oracıkta linç ediliyor ve Ayasofya’nın bahçe duvarının kenarına bırakılıyor. Kara Abdullah Ağa, son nefesini o duvarın dibinde veriyor.

Yeniçerilerden mürekkep insan seli Ayasofya’nın köşesinden keskin bir kavisle Gülhane Parkı’na doğru dönüyor. İstikamet, Soğukçeşme Sokağı’ndaki Alay Köşkü. İsyancılar, Padişah Dördüncü Mehmed’i ayak divanına davet ediyorlar.

Soğukçeşme Sokağı bir ucundan diğer ucuna; Topkapı Sarayı cümle kapısından Gülhane Parkı’na kadar silme yeniçeri ve sipahi ile dolu.

Babası Sultan İbrahim hal’ edilip ardından katledilmesi üzerine yedi yaşında tahta çıkmış olan Dördüncü Mehmed, şu an 15 yaşlarında filan olmalı. Onun için zor bir gün. Yanında vezirleri, hocaları, kendisine -hâlen- bağlı piyade ve sipahi askerleri ile birlikte Alay Köşkü’nde zorbaların şikâyetlerini ve taleplerini dinliyor.

Sipahi Mehter Hasan Ağa, şikâyetlerini Padişah’a değil de sanki sokağın her iki ucundaki isyana karışmış yeniçerilere duyurmaya çalışır gibi bağıra bağıra anlatıyor. Paşa bağırdıkça, gür bıyıkları maharetli bir ressamın elindeki fırça gibi yukarı aşağı oynuyor ve dudaklarından etrafa tükürükler saçılıyor.

Aylar süren Girit Muhasarası, bu muhasaranın yeniçeriye verdiği zarar ve ziyan, askere ayarı düşük akçe verilmesi ve dahi asakirin esnafla olan nizaları, ulûfelerin geç dağıtılması gibi nakdî konulardan şikâyetler yavaş yavaş ana mecrasına tebdil eyliyor.

Bütün bu nakdî konuların sebebi olarak saray ağalarının ve musahiplerin suiistimâlleri, kulaktan dolma ve muhtemelen bire beş katılarak fısıltı fısıltı büyüyen dedikodular birbiri ardına sıralanıyor. Ve nihayet bakla ağızdan çıkarılıyor: “Kellelerinü isterük!

Kimin kelleri? Sipahi Mehter Hasan Ağa, geniş kuşağının içerisinden çıkardığı defterden kellerini istedikleri Enderun ve Bîrun erkânından otuz kadar ağanın ismini okuyor.

Dördüncü Mehmed, kuvvetle muhtemel benzer bir isyanda istenen kelleri vermeyen, lâkin bu kellelerle birlikte Yedikule Zindanları’nda kendi kellesinden de olan Sultan Genç Osman’ın akıbetini düşünüyor olmalı. Bir karar vermek durumunda henüz on beş yaşındaki sultan.

Dördüncü Mehmed, henüz yeni sadrazam tayin edilmiş olan Rikâb Kaymakamı Zurnazen Mustafa Paşa vasıtasıyla bu kişilerin mallarının müsadere edilip kendilerinin sürülmelerini teklif ettiyse de bu teklifin âsi yeniçeri üzerinde herhangi bir müspet tesiri olmuyor.

Hatta öfkeli güruh, bu teklifi ileten Zurnazen Mustafa Paşa’ya “Seni dahi isterük” şeklinde mukabele ediyor. Dördüncü Mehmed zor bir kararın eşiğinde. Avcı Mehmed, vezirleri ve hocaları ile kısa bir mütalâa yaparken ortalığa bir sessizlik hâkim oluyor. Sonra Padişah’ın hatt-ı şerifiyle, isyancılara taleplerinin kabul edildiği bildiriliyor.

Alay Köşkü’nden sokağın her iki tarafına doğru kulaktan kulağa bu hatt-ı şerif iletiliyor. Bu ameliye icra edilirken yeniçerilerin başlıkları pervane gibi bir sağa bir sola dönüyor.

Padişahın hatt-ı şerifiyle önce Dârüssaâde Ağası Behram Ağa, Kapı Ağası Bosnalı Çalık Ahmed Ağa ve Kızlar Ağası İbrahim Ağa, Bostancıbaşı vasıtasıyla öldürülüyor ve cesetleri saraydan çıkarılarak âsilere teslim ediliyor. Yine nefes meselesi… Bu ağaların alacakları nefes de buraya kadarmış.

Kelleri istenenler listesinde isimleri geçen Hasodabaşı Hasan Ağa, Hoca Bilal Ağa ve Hazinedar Yusuf Ağa tüm aramalara rağmen sarayda bulunamıyor. Zira onlar sarayın denize bakan duvarlarından sarkıttıkları iplerle kirişi çoktan kırdılar ve kendilerini Üsküdar’a attılar. Nefes meselesi işte! Onların da daha alacak nefesleri varmış.

Daha sonraki günlerde de nefesleri tükenmiş olan saray içinden ve dışından otuz kadar ağa, yakalandıkları yerlerde katledileceklerdir. Bütün bu mevtanın cesetleri âsiler tarafından At Meydanı’ndaki çınar ağaçlarına baş aşağı şekilde asılacaktır. Cesetlerin asıldığı çınar ağacı baştan aşağıya ölü bedenlerle dolacaktır.

Bu manzarayı gören halk, bu çınar ağacını efsanelerde geçen ve meyveleri insan kafasından oluşan vakvak ağacına benzetecek ve bundan mütevellit bu vakayı da Vaka-i Vakvakiye (yahut Çınar Vakası) olarak tesmiye edecektir.

Ve bundan tam 170 yıl sonrası; Vaka-i Hayriye…

Sultan İkinci Mahmut, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı kapatacak, isyan çıkaran yeniçeri elebaşlarını idam ettirerek, 170 yıl daha yaşlanmış aynı çınar ağacına benzer şekilde astıracaktır.

Bu olaydan üç yıl sonra nefesi tükenecek olan Keçecizade İzzet Molla da bu manzarayı şu mısraları ile ölümsüzleştirecektir: “Bir zaman ehl-i fitne Cami-i Han Ahmed’de/ Bi-günah asmıştı kullarını Hallâk’ın/ Şimdi erbâb-ı şeka’nın dökülüp kelleleri/ Meyva vaktine yetiştik Şecer-i Vakvak’ın.(Bir zaman fitne ehli Sultanahmet Camii’nde Yaradan’ın günahsız kullarını asmıştı. Şimdi bu alçaklığı yapanların kelleri dökülüyor. Vakvak ağacının meyve vaktine yetiştik.)

Payitahtın bu sıkıntılı gününe veda etme vakti geldi dostlar. Artık demir almak zamanı gelmişse zamandan, sessiz bir sefine kalkar saklandığı limandan…

***

Pek Muhterem Kari,

365 yıl sonra aynı yeniçeri kafası ile karşı karşıyayız yine. Altı ay öncesinden FETÖ’cü Emre Uslu’nun muştusunu verdiği, CIA ve MOSSAD’ın senaryosunu yazdığı, BAE’nin finanse ettiği ve sabık mafya ağasının başrolünde oynadığı bir tiyatroyu temaşa ediyoruz elan. O gün Sipahi Mehter Hasan Ağa’nın peşine takılıp Soğukçeşme Sokağı’nı dolduran güruhun bir benzeri de bugünlerde Pazar sabahları, henüz kargalar kahvaltı yapmamışken ekran başında bu tiyatronun yeni sahnesini bekliyor heyecanla ve dahi helecanla.

Üç kuruşluk bir mafya eskisinin iddia ve hezeyanları ile coşa geliyorlar, kelle istiyorlar sosyal medya üzerinden.

Mafya eskisinin iki bölümü arasında geçen bir haftalık süre içerisinde memlekette ortalama beş altı teknolojik buluş ve gelişme, yirmi beş otuz açılış yahut temel atma töreni yapılıyor ama ne fayda! Yeniçeri kafası görmek istediğini görüyor, duymak istediğini duyuyor. Kazara duysa ya da görse de “İstemezük” diye çığrışıyor.

BAE’nin himayesinde ve suflesini FETÖ’den alan mafya eskisinin laklakları daha muteber geliyor onlara.

Yapacak bir şey yok; kafa bu, malzeme bu! Ayrıca arz-talep meselesi…

Gelin, biz de bu içtimaî hipnoz hâlini “Vaka-i Laklakiye” olarak tesmiye edelim o vakit. Leyleğin ömrü laklakla geçiyor, tamam da, insan tarlayı tapanı bırakıp, hasat zamanını leyleklerin göç vakti gelinceye kadar bu laklakları dinlemekle tüketir mi?

Yumurtaya can veren Allah’ın hikmetinden suâl olunmaz; oluyor işte!