ÜNİVERSİTEYE
yeni başladığım yıllarda hocalarımdan çok büyük beklentilerim olmuş, ancak bu
beklentilerimin hiçbirine karşılık bulamamıştım, ki bunlar hocaların verdikleri
derslerle ilgiliydi. Her dersin arka planında bir felsefe arıyordum ve bilimsel
içeriği ile beni doyurmasını bekliyordum. Sanki dersler mekanik, kupkuru ve
yetersizlik içeren bir bilgi aktarımının ötesine geçemiyordu.
Ellerinde sararmış
kâğıtlardan oluşan ders notlarıyla kürsüye gelir, Soğuk Savaş döneminin asık
suratlı insanları biçiminde ders vererek çeker giderlerdi. Başlarını kaldırıp
öğrencinin yüzüne bakarak ders anlatanların sayısı birkaç hocayı geçmezdi. Göz
göze gelip de öğrencilerine soru sorma cesaretini hiç vermediler. Açıkçası,
eleştirel ve nesnel düşünceyi önceleyen bir ders yapıldığını hatırlamıyorum.
İçeriğinde çok sayıda
tartışma konusu bulunan “evrim”
dersinde bile soru sormaya cesaret edemezdik. Akıl ve mantığımıza aykırı
bulduğumuz konuları bilimsel bir seviyede tartışamadık. Daha kısa bir ifadeyle,
hocalarımız bize bilimsel bilgi ile bilimsel olmayan bilgiyi nasıl ayırt
edebileceğimizi de öğretmediler. “Bilimsel bilgi” ve “bilimsel olmayan” bilgiyi
nasıl ayırt edecektik? Neden bilimsel bilgiler daha güvenilirdi de bilimsel
olmayan bilgiler daha az güvenilirlerdi? Acaba bilimsel bilgiyi güvenilir ve
sağlam kılan şey bilginin bizzat kendisi mi, kaynağı mı, yoksa bilimsel
bilginin elde ediliş yöntemi miydi? Belli ki bilimsel bilgi, “bilimsel yöntem” dediğimiz bir dizi
akılcı yaklaşımların sonrasında ortaya çıkıyordu. O günlerde en çok merak
ettiğim konu buydu, ama ne yazık ki bu konuların geçiştirilmesi sebebiyle
bilimin ne olduğunu öğrenemeden mezun olan binlerce üniversite öğrencisinden
biriydim. Kısacası, iki diploma ile mezun olmuştum ama kendimi bilimsel bir
açlık ve yetersizlik içinde hissediyordum.
Bilimsel ve nesnel düşünmeyi
içselleştirip bunu bir davranış haline getirenlerin genellikle hayatta
karşılaştıkları sorunlara daha gerçekçi çözümler üreteceklerini sanıyorduk.
Herkesin bireysel sorunlarını çözmek için ille de bir üniversite diploması
alması gerekmiyordu. Ama ülkedeki bazı sorunların rastgele çabalarla da
çözülemeyeceği ortadaydı. Bilimsel ve nesnel düşünme yeteneğimizi üniversitelerin
özgür akademik ortamlarında geliştirip keskinleştirmemiz gerekirdi ama olmadı, olamadı.
Ne yazık ki kendilerini “68 Kuşağı”
olarak tanımlayan bizim nesil, üniversitelerde ülkenin eğitim, bilim ve gençlik
sorunlarını özgürce tartışacağı bu akademik ortamı hiç bulamadı.
Ütopya peşinde harcatılan
ömürler
Çoğunluğu hocaların da
teşviki ile boğazına kadar ideolojiye battı ve hayatlarını ütopya peşinde
harcadı. O günkü gençler belki ülke sorunlarına duyarlıydılar, ama kesin olan
bir şey daha vardı ki içinde bulundukları dünyayı ve ülkenin gerçeklerini
algılamada sorunları vardı. Bunun başlıca sebeplerinden biri, üniversitede
bilimsel temellere dayalı ve sorgulayıcı bir öğretimin olmamasıydı.
Yıllar sonra üniversiteye
hoca olarak girdiğimde, öğrenciliğimdeki hocalarımın durumuna düşmemek için
azamî gayreti gösterdim. Meslek hayatım boyunca öğrencilerime bilimsel ve
nesnel düşünmeyi öğretmeye çalıştım. Bir iç çelişki gibi görünse de hayatta her
şeyin “bilimin yanılmazlığı üzerine inşa edilemeyeceğini” de anlattım.
Bazen aklın ve bilimin
tıkanıp kaldığı, cevapsız bıraktığı karanlık noktalar vardı. Bu durumlarda
rastgele bir karar verip işin içinden çıkmak, problemi çözmek anlamına
gelmiyordu. Öğrencilerimin doğru düşünebilme alışkanlığı kazanabilmeleri için,
bilimin tabiatında var olan yanılabilirlik ve yanlışlanabilirlik anlayışını da
içselleştirmeleri gerekiyordu.
İnsanlık, 20’inci yüzyılın
ilk yarısına kadar evreni, hayatı ve insanı anlamada büyük sorunlar ve hayal
kırıklıkları yaşadı. Saf aklın önderliğinde sağlanan bilgiler ve buna dayalı
inşa edilen teknolojik medeniyet küçümsenemezdi. Ama kısa zamanda insanlığı
mutlu etmeye yetmediği de görüldü. “Hayat”
ve “insan” bu medeniyetin neresinde
yer alıyor ve nasıl tanımlanıyordu? Hayat, kaynağını nereden alıyordu ve bizim
için neden önemliydi? İnsan, varlık âlemine ta baştan beri ayrıcalıklı bir
konumda mı gelmişti, yoksa bu konumunu zaman içinde mi kazanmıştı? Varlık âleminde
oluş ile yeryüzünde ilk görünüş farklı şeyler miydi? İnsanın kökeni ve hayatın
kaynağı nereye dayanıyordu?
Bunlar, insanoğlunun merak
edip de bugünkü bilimin paradigması içinde henüz cevaplandıramadığı problem
alanlarını oluşturuyor. Bilim adamları, uzun yıllardan beri eldeki bilimsel
verileri temel fizik ve biyoloji yasaları çerçevesinde değerlendirerek hayatın
milyar yıllarla ifade edilen tarihsellik boyutuna bir açıklama getirmeye
çalışıyorlar: “Yeryüzünde hayat nasıl ortaya çıktı? Günümüze kadar nasıl geldi?
Canlılarda hangi değişmeler oldu ve bu değişmeler nasıl gerçekleşti?”
Gerçeğe ne kadar yakın, ne
kadar uzağız?
Birçok biyolog ve
biyokimyacı, bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla bu soruların cevaplarını
arıyorlar. Yaklaşık 5 milyar yıl önceki evrende ve dünyada neler olup bittiğini
anlayabilmek için bugünkü fizik ve biyoloji yasalarının o gün de aynıyla
geçerli olduğunu peşinen kabul etmek gerekiyor. Hiçbir bilim adamı, somut bir
sonuç çıkmasa bile evrenin anlaşılması için yapılan bu çabaları küçümseyemez. Ancak
görünen o ki, bunlar da var olan sorunları çözemedi. Bu konuların özgür ve
eleştirel ortamlarda ve bilimsel bir çerçevede tartışılmasına devam edilmesi
gerekir.
Bilim adamları, son tahlilde
deney ve gözlem verilerini materyalist paradigmanın sınırları içinde kalarak
yorumlamak zorunda bırakıldılar. Bir başka anlamda bu açıklamaların hepsi
bilimsel spekülasyonlar ve aforizmalardan öteye geçemedi. Canlıların milyar
yıllarla ifade edilen geçmişi söz konusu olduğunda, bilimin bugünkü paradigması
ile bilgi edinme yollarımızın sınırlılığı ve yetersizliği kendiliğinden ortaya
çıktı. Bu sınırlılık ve rahatsız edici boyutlardaki yetersizlik sebebiyle
yapılan açıklamaların gerçeğe ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğunu
kestiremiyoruz.
Hayatın kaynağı ve insanın
kökeni ile ilgili sorunları sadece biyolojik cephesi ile ele almanın doğru bir
yaklaşım olmayacağı görüldü. Sorunların -din de dâhil- kozmoloji ve diğer
bilimlerle de ilgili olduğu giderek açıklık kazandı. Problemler sadece saf
aklın ürettiği bilimsel bilgi ve düşünce düzeyinde değil, aynı zamanda vahyin
aydınlattığı aklın ürettiği bilgi ve düşünce düzeyinde de tartışılması
gerekiyordu.
Vahyin aydınlattığı akıl
Hayatı ve evreni bilimsel
verilerle açıklamaya çalışırken ne insan aklı, ne de insanlığın ilk ve en
güvenilir bilgi kaynağı olan vahiy dışlanmalıydı. Yerinde bir tanımlama ile
"vahyin aydınlattığı akıl"
hep devrede olmalıydı. Zaten insanoğlunun hiçbir eyleminde “akıl” devre dışı bırakılamazdı. Fakat vahiy
gerçeği ile aydınlanmamış bir aklın da en üst düzeyde verimli çalıştığı
söylenemez. İslam dünyasının yegâne sorunu da sanırım bu olsa gerek.
“Vahiy” denince tüyleri diken
diken olan insan tipleri sadece günümüzde değil, insanlık tarihinin her
döneminde olmuştur. Tabiî ki bu durum, seküler eğitimden geçirilmiş ve
ideolojik kalıplar içinde düşünmeye alıştırılmış insanlar için gayet normaldir.
Yüksek düzeyde çalışan bir aklın vahiyden habersiz olması, 20’nci yüzyılın en
büyük çelişkisiydi. Bakalım aynı durum 21’inci yüzyılda da devam edecek mi?
“İnsan” denilen varlığı
birçok özellikleriyle tanımlayan bilim dalları vardır. Biyoloji, antropoloji,
psikoloji, sosyoloji, tarih ve sair... Bir de “din”in “insan” tanımı vardır ki hepsini kuşatır. Tabiî burada hemen
aklınıza “Hangi din?” sorusu gelecektir. Elbette Allah’tan geldiği gibi
muhafaza edilen, insan zekâsıyla bozulmamış ama insan aklını da dışlamayan
vahye dayalı tek dinden söz ediyoruz. Dahası, Müslümanlıktan bahsettiğimiz çok
açık...
İslamiyet’te tanımlanan insan,
sorumluluk bilinci ile aklını iyi kullanarak meleklerden daha üstün olabileceği
gibi, bu bilinçten uzak, aklını kötüye kullanan en aşağı varlık durumuna da
düşebilir. Yeryüzü, bu iki uç arasındaki insan tipleri ile doludur. İnsan
tipleri dağılımında ise yerimizi belirleyen bizzat kendimizizdir. Bu konuda
Allah’ın bir zorlaması yok, ama peygamberler aracılığı ile gönderdiği vahiy,
koordinatlarımızı belirlemede önemli bir yardım ve Allah’ın bir rahmetidir.
Bizim iman ettiğimiz Allah, hayatımıza her an müdahildir ve bize
şahdamarımızdan daha yakındır. Durum böyle olunca korkulacak hiçbir şey yoktur,
çünkü hiçbir şey Allah’ın kontrolü dışında değildir.
Yalnız olmadığımızı bilelim
ve Allah’tan yardım isteyelim. Tabiî ki sözlü duadan çok, İslam’ı içselleştirip
hayat tarzımız haline getirebilirsek bu da eylemli bir dua demektir.
Yeni paradigma kaosu
Yeni bir paradigma arayışına
giren eski küresel sistem, yeni dünya düzeni için insanlığa bir kaos
yaşatmaktadır. Bir başka ifadeyle, yeni dünya düzenini kurabilmek için böyle
bir kaos ortamının yaşanması kaçınılmazdır. Bilerek ve isteyerek çıkarılan bu
kaos, eski küresel sistemin en zayıf noktasını oluşturmaktadır.
Tabiri caizse taşlar yerinden oynamıştır. Önemli olan husus, bizim gibi “medeniyet kurucu” kültüre sahip milletlerin bu taşları nasıl dizecekleridir. Acaba bu taşları kendi medeniyetimizin mimarisine göre mi dizeceğiz, yoksa kimlik ve kişiliğini kaybetmiş bir toplumun yaptığı gibi rastgele mi?