Vahyin aydınlattığı akıl, üniversite ve yeni dünya düzeni

Tabiri caizse taşlar yerinden oynamıştır. Önemli olan husus, bizim gibi “medeniyet kurucu” kültüre sahip milletlerin bu taşları nasıl dizecekleridir. Acaba bu taşları kendi medeniyetimizin mimarisine göre mi dizeceğiz, yoksa kimlik ve kişiliğini kaybetmiş bir toplumun yaptığı gibi rastgele mi?

ÜNİVERSİTEYE yeni başladığım yıllarda hocalarımdan çok büyük beklentilerim olmuş, ancak bu beklentilerimin hiçbirine karşılık bulamamıştım, ki bunlar hocaların verdikleri derslerle ilgiliydi. Her dersin arka planında bir felsefe arıyordum ve bilimsel içeriği ile beni doyurmasını bekliyordum. Sanki dersler mekanik, kupkuru ve yetersizlik içeren bir bilgi aktarımının ötesine geçemiyordu.

Ellerinde sararmış kâğıtlardan oluşan ders notlarıyla kürsüye gelir, Soğuk Savaş döneminin asık suratlı insanları biçiminde ders vererek çeker giderlerdi. Başlarını kaldırıp öğrencinin yüzüne bakarak ders anlatanların sayısı birkaç hocayı geçmezdi. Göz göze gelip de öğrencilerine soru sorma cesaretini hiç vermediler. Açıkçası, eleştirel ve nesnel düşünceyi önceleyen bir ders yapıldığını hatırlamıyorum.

İçeriğinde çok sayıda tartışma konusu bulunan “evrim” dersinde bile soru sormaya cesaret edemezdik. Akıl ve mantığımıza aykırı bulduğumuz konuları bilimsel bir seviyede tartışamadık. Daha kısa bir ifadeyle, hocalarımız bize bilimsel bilgi ile bilimsel olmayan bilgiyi nasıl ayırt edebileceğimizi de öğretmediler. “Bilimsel bilgi” ve “bilimsel olmayan” bilgiyi nasıl ayırt edecektik? Neden bilimsel bilgiler daha güvenilirdi de bilimsel olmayan bilgiler daha az güvenilirlerdi? Acaba bilimsel bilgiyi güvenilir ve sağlam kılan şey bilginin bizzat kendisi mi, kaynağı mı, yoksa bilimsel bilginin elde ediliş yöntemi miydi? Belli ki bilimsel bilgi, “bilimsel yöntem” dediğimiz bir dizi akılcı yaklaşımların sonrasında ortaya çıkıyordu. O günlerde en çok merak ettiğim konu buydu, ama ne yazık ki bu konuların geçiştirilmesi sebebiyle bilimin ne olduğunu öğrenemeden mezun olan binlerce üniversite öğrencisinden biriydim. Kısacası, iki diploma ile mezun olmuştum ama kendimi bilimsel bir açlık ve yetersizlik içinde hissediyordum.

Bilimsel ve nesnel düşünmeyi içselleştirip bunu bir davranış haline getirenlerin genellikle hayatta karşılaştıkları sorunlara daha gerçekçi çözümler üreteceklerini sanıyorduk. Herkesin bireysel sorunlarını çözmek için ille de bir üniversite diploması alması gerekmiyordu. Ama ülkedeki bazı sorunların rastgele çabalarla da çözülemeyeceği ortadaydı. Bilimsel ve nesnel düşünme yeteneğimizi üniversitelerin özgür akademik ortamlarında geliştirip keskinleştirmemiz gerekirdi ama olmadı, olamadı. Ne yazık ki kendilerini “68 Kuşağı” olarak tanımlayan bizim nesil, üniversitelerde ülkenin eğitim, bilim ve gençlik sorunlarını özgürce tartışacağı bu akademik ortamı hiç bulamadı.

Ütopya peşinde harcatılan ömürler

Çoğunluğu hocaların da teşviki ile boğazına kadar ideolojiye battı ve hayatlarını ütopya peşinde harcadı. O günkü gençler belki ülke sorunlarına duyarlıydılar, ama kesin olan bir şey daha vardı ki içinde bulundukları dünyayı ve ülkenin gerçeklerini algılamada sorunları vardı. Bunun başlıca sebeplerinden biri, üniversitede bilimsel temellere dayalı ve sorgulayıcı bir öğretimin olmamasıydı.

Yıllar sonra üniversiteye hoca olarak girdiğimde, öğrenciliğimdeki hocalarımın durumuna düşmemek için azamî gayreti gösterdim. Meslek hayatım boyunca öğrencilerime bilimsel ve nesnel düşünmeyi öğretmeye çalıştım. Bir iç çelişki gibi görünse de hayatta her şeyin “bilimin yanılmazlığı üzerine inşa edilemeyeceğini” de anlattım.

Bazen aklın ve bilimin tıkanıp kaldığı, cevapsız bıraktığı karanlık noktalar vardı. Bu durumlarda rastgele bir karar verip işin içinden çıkmak, problemi çözmek anlamına gelmiyordu. Öğrencilerimin doğru düşünebilme alışkanlığı kazanabilmeleri için, bilimin tabiatında var olan yanılabilirlik ve yanlışlanabilirlik anlayışını da içselleştirmeleri gerekiyordu.

İnsanlık, 20’inci yüzyılın ilk yarısına kadar evreni, hayatı ve insanı anlamada büyük sorunlar ve hayal kırıklıkları yaşadı. Saf aklın önderliğinde sağlanan bilgiler ve buna dayalı inşa edilen teknolojik medeniyet küçümsenemezdi. Ama kısa zamanda insanlığı mutlu etmeye yetmediği de görüldü. “Hayat” ve “insan” bu medeniyetin neresinde yer alıyor ve nasıl tanımlanıyordu? Hayat, kaynağını nereden alıyordu ve bizim için neden önemliydi? İnsan, varlık âlemine ta baştan beri ayrıcalıklı bir konumda mı gelmişti, yoksa bu konumunu zaman içinde mi kazanmıştı? Varlık âleminde oluş ile yeryüzünde ilk görünüş farklı şeyler miydi? İnsanın kökeni ve hayatın kaynağı nereye dayanıyordu?

Bunlar, insanoğlunun merak edip de bugünkü bilimin paradigması içinde henüz cevaplandıramadığı problem alanlarını oluşturuyor. Bilim adamları, uzun yıllardan beri eldeki bilimsel verileri temel fizik ve biyoloji yasaları çerçevesinde değerlendirerek hayatın milyar yıllarla ifade edilen tarihsellik boyutuna bir açıklama getirmeye çalışıyorlar: “Yeryüzünde hayat nasıl ortaya çıktı? Günümüze kadar nasıl geldi? Canlılarda hangi değişmeler oldu ve bu değişmeler nasıl gerçekleşti?”

Gerçeğe ne kadar yakın, ne kadar uzağız?

Birçok biyolog ve biyokimyacı, bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla bu soruların cevaplarını arıyorlar. Yaklaşık 5 milyar yıl önceki evrende ve dünyada neler olup bittiğini anlayabilmek için bugünkü fizik ve biyoloji yasalarının o gün de aynıyla geçerli olduğunu peşinen kabul etmek gerekiyor. Hiçbir bilim adamı, somut bir sonuç çıkmasa bile evrenin anlaşılması için yapılan bu çabaları küçümseyemez. Ancak görünen o ki, bunlar da var olan sorunları çözemedi. Bu konuların özgür ve eleştirel ortamlarda ve bilimsel bir çerçevede tartışılmasına devam edilmesi gerekir.

Bilim adamları, son tahlilde deney ve gözlem verilerini materyalist paradigmanın sınırları içinde kalarak yorumlamak zorunda bırakıldılar. Bir başka anlamda bu açıklamaların hepsi bilimsel spekülasyonlar ve aforizmalardan öteye geçemedi. Canlıların milyar yıllarla ifade edilen geçmişi söz konusu olduğunda, bilimin bugünkü paradigması ile bilgi edinme yollarımızın sınırlılığı ve yetersizliği kendiliğinden ortaya çıktı. Bu sınırlılık ve rahatsız edici boyutlardaki yetersizlik sebebiyle yapılan açıklamaların gerçeğe ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğunu kestiremiyoruz.

Hayatın kaynağı ve insanın kökeni ile ilgili sorunları sadece biyolojik cephesi ile ele almanın doğru bir yaklaşım olmayacağı görüldü. Sorunların -din de dâhil- kozmoloji ve diğer bilimlerle de ilgili olduğu giderek açıklık kazandı. Problemler sadece saf aklın ürettiği bilimsel bilgi ve düşünce düzeyinde değil, aynı zamanda vahyin aydınlattığı aklın ürettiği bilgi ve düşünce düzeyinde de tartışılması gerekiyordu.

Vahyin aydınlattığı akıl

Hayatı ve evreni bilimsel verilerle açıklamaya çalışırken ne insan aklı, ne de insanlığın ilk ve en güvenilir bilgi kaynağı olan vahiy dışlanmalıydı. Yerinde bir tanımlama ile "vahyin aydınlattığı akıl" hep devrede olmalıydı. Zaten insanoğlunun hiçbir eyleminde “akıl” devre dışı bırakılamazdı. Fakat vahiy gerçeği ile aydınlanmamış bir aklın da en üst düzeyde verimli çalıştığı söylenemez. İslam dünyasının yegâne sorunu da sanırım bu olsa gerek.

“Vahiy” denince tüyleri diken diken olan insan tipleri sadece günümüzde değil, insanlık tarihinin her döneminde olmuştur. Tabiî ki bu durum, seküler eğitimden geçirilmiş ve ideolojik kalıplar içinde düşünmeye alıştırılmış insanlar için gayet normaldir. Yüksek düzeyde çalışan bir aklın vahiyden habersiz olması, 20’nci yüzyılın en büyük çelişkisiydi. Bakalım aynı durum 21’inci yüzyılda da devam edecek mi?

“İnsan” denilen varlığı birçok özellikleriyle tanımlayan bilim dalları vardır. Biyoloji, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih ve sair... Bir de “din”in “insan” tanımı vardır ki hepsini kuşatır. Tabiî burada hemen aklınıza “Hangi din?” sorusu gelecektir. Elbette Allah’tan geldiği gibi muhafaza edilen, insan zekâsıyla bozulmamış ama insan aklını da dışlamayan vahye dayalı tek dinden söz ediyoruz. Dahası, Müslümanlıktan bahsettiğimiz çok açık...

İslamiyet’te tanımlanan insan, sorumluluk bilinci ile aklını iyi kullanarak meleklerden daha üstün olabileceği gibi, bu bilinçten uzak, aklını kötüye kullanan en aşağı varlık durumuna da düşebilir. Yeryüzü, bu iki uç arasındaki insan tipleri ile doludur. İnsan tipleri dağılımında ise yerimizi belirleyen bizzat kendimizizdir. Bu konuda Allah’ın bir zorlaması yok, ama peygamberler aracılığı ile gönderdiği vahiy, koordinatlarımızı belirlemede önemli bir yardım ve Allah’ın bir rahmetidir. Bizim iman ettiğimiz Allah, hayatımıza her an müdahildir ve bize şahdamarımızdan daha yakındır. Durum böyle olunca korkulacak hiçbir şey yoktur, çünkü hiçbir şey Allah’ın kontrolü dışında değildir.

Yalnız olmadığımızı bilelim ve Allah’tan yardım isteyelim. Tabiî ki sözlü duadan çok, İslam’ı içselleştirip hayat tarzımız haline getirebilirsek bu da eylemli bir dua demektir.

Yeni paradigma kaosu

Yeni bir paradigma arayışına giren eski küresel sistem, yeni dünya düzeni için insanlığa bir kaos yaşatmaktadır. Bir başka ifadeyle, yeni dünya düzenini kurabilmek için böyle bir kaos ortamının yaşanması kaçınılmazdır. Bilerek ve isteyerek çıkarılan bu kaos, eski küresel sistemin en zayıf noktasını oluşturmaktadır.

Tabiri caizse taşlar yerinden oynamıştır. Önemli olan husus, bizim gibi “medeniyet kurucu” kültüre sahip milletlerin bu taşları nasıl dizecekleridir. Acaba bu taşları kendi medeniyetimizin mimarisine göre mi dizeceğiz, yoksa kimlik ve kişiliğini kaybetmiş bir toplumun yaptığı gibi rastgele mi?