Vahşi Batı’nın kürtajı: Vahşi Taliban

Bugün zafer sarhoşluğu yaşayan Taliban sözcüleri (!) “yumuşak” dilde konuşuyor ve her türlü diyaloğa açık görünüyor olabilirler. Ancak buna ne Afgan halkı inanıyor, ne de ben.

TÜM dünyada olup bitenler, çok hızlı bir değişim içinde gerçekleşiyor. Savaşlar, darbeler, salgınlar, felâketler, ekonomik krizler ile bunlara ek olarak eğitim, moda ve teknoloji başlığı altında onlarca şey…

“Tehlikenin farkında mısınız?” cümlesinde yer alan klişe ikazı, en bâriz özelliği ile Kuzey Irak’ta Saddam’ın, Libya’da Kaddafi’nin, Mısır’da Mursi’nin devrilmesinde, Suriye’de baş gösteren iç savaşta ve en son Afganistan’daki Taliban meselesinde duymuş olduk.

Geçen hafta sonu, ajanslar Taliban’ın Kâbil’e girdiğini ve kontrolü ele geçirdiğini bildiren haberleri geçtiğinde, sevinenlerden (!) ziyâde üzülenler ve endişe edenler çoğunluğu elinde bulunduruyordu.

Bu durum ne kadar devam eder, ibre değişir mi, Türkiye sınırlarını döven göç dalgası kırılır mı, yoksa artar mı? Hepsini zaman ve bu soruna kafa yoran ülkelerin “samimî” stratejisi gösterecek.

Her şey, 2001 yılının Eylül ayında gerçekleşen saldırılarla birlikte başlamıştı. Amerika Birleşik Devletleri, “11 Eylül saldırılarını” gerekçe göstererek, sorumlu tuttuğu Usame Bin Ladin’i yakalamak, El-Kaide’nin hareketlerini kısıtlamak, Taliban ve yandaşlarını bertaraf ve en önemlisi de Afganistan’da güvenliği yeniden tesis etmek istiyordu. Bunun için oluşturulan “Kuzey İttifakı” ile birlikte Afganistan’a asker çıkardı.
Doha’dan Kâbil’e uzanan ortaklık

Herkes sevinmişti. Kalıcı barışı sağlamak için bölgede bulunan ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, Taliban’ı iktidar pastasından uzaklaştırmayı başarmışlardı. Sonradan toparlanma eğilimine giren Taliban’a karşı diş geçiremeyeceğini ve Afganistan’dan istediği sonucu alamayacağını öğrenen Amerika, savaş misyonunu sonlandıracağını, 2016 yılı sonuna kadar da tüm birliklerini ülkeden çekeceğini dünya kamuoyuyla paylaşmıştı. Ancak beklenen çekilme, ABD’de yapılan başkanlık seçimleri nedeniyle gecikmeli olarak 2021 yılında gerçekleşecekti.

2020 yılının Ocak ayında, Katar’ın başkenti Doha’da bir araya gelen Amerikan ve Taliban heyetleri, “Doha Anlaşması”nı imzalayarak ABD askerlerinin 2021 yılı başında Afganistan’ı terk etmeleri üzerine anlaştılar.

Amerika’nın Taliban ile el sıkışmasından çıkardığımız sonuç şu: Taliban’ın El-Kaide gibi bölgede “yabancı” bir figür olarak görülmesinden çok öte, “yerli” ve kabul görmüş bir yapı olduğu gerçeği…

Anlaşma sonucunda başlayan geri çekilme işlemiyle iştahı kabaran Taliban, karşı saldırılar başlattı ve önüne kattığı ilçeleri ve kentleri ele geçirerek ilerleyişini sürdürdü. En nihâyet, 15 Ağustos 2021 tarihinde de elini kolunu sallayarak Kâbil’e girdi.

Taliban, yaptığı açıklamalarda, Kâbil’e girmenin bu kadar kolay olmasını, Bagram Üssü’ndeki Afgan askerlerinin teslim olmasını ve Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin ülkeden ayrılmasını (kaçmasını) bu kadar erken beklemediklerini itiraf etti.

“Açıkçası biz de hiç beklemiyorduk!”

Taliban her ne kadar 2014 yılından beri ülkenin Cumhurbaşkanı olan Eşref Gani başkanlığındaki hükûmeti ve ordu ile çalışanlar için af ilân edeceğini ve kadın haklarına saygı duyacağını belirtse de Afganistan’ın güvenli olmadığı aşikâr.

Gani, terk etme gerekçesini, “Saraya girmek isteyen Taliban’a karşı durmak ya da 20 yıl korumaya adadığım ülkemi terk etmek… Eğer kalsaydım, bu, birçok vatandaşın şehit olmasına ve Kâbil’in yıkılmasına yol açacaktı” şeklinde açıklarken, içi dolar dolu bavulları yanında götürdüğü ifşâ edildi.

Dünyanın önde gelen haber ajanslarının, ateşli bölgeden geçtikleri ilk haberlere oranla gizli çekilip sosyal medyada yayınlananlar daha vahimdi. Kurulduğu ilk günden beri Amerika’nın desteğini arkasında hisseden Taliban, bir dönem Türkiye’de ağırladığımız Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Özbek asıllı General Raşid Dostum’un evi ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı da ele geçirdi. ABD’nin başkent Kâbil’de bulunan büyükelçiliğini ve 6 bin askerle gerçekleştirdiği tahliye operasyonu, Afgan halkının “0911” kodlu uçağın kanatlarına yapışması ve havalandıktan sonra kuş gibi yere çakılıp parçalanması, kadınların başta hastaneler, eğitim yuvaları ve bilim merkezleri olmak üzere tüm kamu kurumlarından dışlanması ve yabancı erkeklerle gezenlerin kırbaçlanması, servis edilen görüntülerden bazılarıydı.

Daha üzerlerindeki ter kurumadan faizin, tefeciliğin, uyuşturucunun yasaklanması ve cezasının ise idam olacağını duyurdu Taliban.
Dışişleri Bakanlığımız, yaşanan gelişmeler üzerine, diğer ülkeler gibi atağa geçerek, Afganistan’da bulunan büyükelçilik çalışanları ile Türk vatandaşlarının tahliyesini gerçekleştirse de, bölgeden ne pahasına olursa olsun ayrılmak isteyen on binlerce insan var.

Şu bir gerçek ki, yönetimi “barışçıl” bir şekilde devralmak istediklerini söyleyen “Taliban”ın ismini bundan sonra sıklıkla ve epey bir müddet duyacağız. Afganistan İçişleri Bakanlığı’nın, Taliban’ın başkente girmesinin ardından yönetimin devri için müzakerelere başlanacağını duyurması da bunun göstergesi. Benzer bir açıklama da Pakistan Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi ve Afganistan’da favorilerinin olmadığını, iki ülke arasında iyi ilişkiler istendiği belirtildi.

Birleşmiş Milletler (BM) ise, Afganistan’daki insanî durumu ele almak için uluslararası toplumun koordineli ve uyumlu şekilde çaba göstermesi gerektiğini, Afgan hükûmetinin tanınmasının tek taraflı değil, ortak bir temelde gerçekleşmesinin önemine vurgu yaparak NATO ve BM’nin mümkün olan en kısa sürede üst düzey uluslararası görüşmelere olanak sağlaması gerektiğini vurguladı.

Şimdi imtihan zamanı!

Gerçekleşen değişim, hem Taliban ve destekçileri açısından, hem de Afgan halkı ile bu ülkede cereyan edecek olan hâdiselerle ilintili ülkeler için “imtihan” niteliğinde. Çünkü daha önce hiç sahip olmadıkları ve oldukça ağır bir sorumluluğu da beraberinde getirecek. Bir yandan güvenlik, diğer yandan hizmet sunumu ve kötüye giden yaşam koşullarının iyileştirilmesi… “Taliban, 25 yıl önce Kâbil’e girişinde ve sonrasında gelişen olayların seyrinden ders alır mı?” derseniz “Kısmen” derim. Ama uzun vadede istikrarsızlığa, kaosa ve çözümsüzlüğe gebe bu coğrafya... Gebe, çünkü Taliban tarafından dünyaya sunulan hikâye, oldukça “radikal” bir değişimi içeriyor.

Talebeler neye talip?

1994 yılında Afganistan’ın güneyindeki Kandahar kentinde ortaya çıkan Taliban, 79 senesinde başlayan iç savaşta, Amerika’nın desteğiyle Sovyet işgaline karşı mücadele veren ve kendilerine “Mücahit” denilen grup iken “Taliban” (Talebeler) ismini almıştı. Kısa sürede ülkenin büyük bölümünde kontrolü ele geçiren ve şeriat rejimini kuran Taliban’ın iktidarda olduğu beş yıl boyunca kadınlar kamusal hayattan dışlandı. Kadınlara peçe zorunluluğu getirildi, okumalarına, çalışmalarına ve yanlarında erkek olmaksızın dışarı çıkmalarına izin verilmedi.

Erkekler de bu yasaklardan payını aldılar; takke, sakal ve en yakın câmide beş vakit namaz kılma mecburiyeti getirildi. Yüzü görülen kadınlar ile namaz sûrelerini bilmeyenler kırbaçlandı. Taliban’ın savaş yürüttüğü bilim cephesinde okullar medreseye dönüştürülürken, ders kitaplarında sadeliğe gidildi, resimler yok edildi. Televizyon yayınları durduruldu, her türlü görsel yayın ve müzik yasaklandı. Bilgisayarlar televizyon kabul edilerek kırıldı. Verilen idam ve el kesme cezaları, Cuma namazından sonra halkın gözleri önünde gerçekleştirildi.

Amerika’yı hedef alan 11 Eylül saldırıları, Taliban rejiminin sonu oldu. Bugün Kâbil’e 75 bin savaşçısıyla girmesine izin verilen Taliban, 2000’lerin başında kaybettiği o ihtişamlı gücü geri kazanmak istiyor. İşe, şeriatı geri getirmek ve parlamentoyu feshetmekle başlayacağı konuşuluyor. Afgan halkının tedirginliği de burada başlıyor işte. Kaldıkları yerden devam edecekler!

“Taliban” etiketli “Yeni Afgan Hükûmeti’nin” kısa vadede komşusu Pakistan ile yakınlaşacağı, orta vadede ise Çin’le ilişkilerini geliştireceği konuşuluyor. Hakeza, son zamanlarda ABD ile dostluk trendi yakalayan ve Körfez ülkelerindeki siyâsî, ekonomik ve istihbarî yönden nüfuzunu arttıran Hindistan, ABD ve NATO’dan boşalan güvenliğin yeniden sağlanması göreviyle gündemde olan Türkiye ve bu iki ülkenin yanında Rusya, İngiltere ve İran’ın Taliban karşısındaki safa dâhil olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Geride bir muamma gibi duran ve geçmişte Taliban yönetimini tanıyan Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) kalıyor. Bu ülkelerin tavrı da ABD’nin vereceği “destur” dâhilinde belirlenecektir. Tıpkı Taliban askerlerinin 40 yıldır ellerinde bulundurdukları Rus menşeli “Kalaşnikov” marka silaha ruhsat verdikleri gibi…

Associated Press tarafından açıklanan 20 yıllık savaş bilânçosunda 2 bin 448 Amerikan, bin 144 NATO ve 66 bin Afgan askeri ile ABD safında yer alan 3 bin 846 Afgan, 47 bin 245 sivil, 51 bin 191 Taliban ve destekçisi, 444 insanî yardım çalışanı ile 72 gazeteciden oluşan 172 bin 390 kişilik bir kayıp tablosu yer alıyor.

İşte böylece Amerika’nın, 20 yıl boyunca, başta Afganistan olmak üzere, Pakistan ve Türkiye ile beraber tüm dünyayı oyaladığı ortaya çıktı! Bir anlamda “savaşıyor” gibi yaptı. Vahşi Batı’nın çocukları, Irak’tan sonra Afganistan’ı da kaderine terk ederken, Taliban’dan kurtulmak için kürtaj yaptılar ama geç kaldılar! Kandan, irinden, cehâletten beslenen vahşileştirilmiş ve kontrol edilemez bir güçle doğdular. Doğar doğmaz yürümeye, koşmaya ve saldırmaya başladılar.

Karanlık günlere geri dönüş

Afganlı kadınların ve kız çocuklarının, savaşın sürdüğü son 20 yılda bireysel ve sosyal alanda elde ettikleri “özgürlük” ve kazanımlar, Taliban’ın geri dönüşüyle birlikte büyük bir tehdit altında. Uygulanacağına kesin gözüyle bakılan şeriat kanunlarına bağlı müeyyidelerin yanı sıra 15 yaş üstü ve 40 yaş altı bekâr ve dul kadınlara el konulacağı korkusunun kadınların çatılardan atlayarak intihar etmesine sebebiyet verdiği, gelen haberler arasında. Tedirgin olanlar sadece kadınlar değil. Aktivistler, kadın hakları alanında çalışan kişiler ve gazeteciler de tedirgin ve birçoğu sosyal medya hesaplarından “Bugün, iş yerimizdeki son günümüz” diyerek paylaşımlarda bulundular.

Bugün zafer sarhoşluğu yaşayan Taliban sözcüleri (!) “yumuşak” dilde konuşuyor ve her türlü diyaloğa açık görünüyor olabilirler. Ancak buna ne Afgan halkı inanıyor, ne de ben.

Göç baskısına refleks gösteren ülkemizin bu kaotik ortamı “barış” düzlemine çevirmesi elbette çok zor. BM’den NATO’ya, Amerika’dan Rusya’ya, Çin’den İran’a, İngiltere’den İsrail’e, Pakistan’dan Hindistan’a uzanan ve Çin Seddi’nden de uzun olan diplomatik yollarda sarf edilecek çaba, beraberinde kendi sınırlarımız dâhilindeki yerleşim alanlarına ve bölgeye huzur getirir mi? Cevabı, verilecek destek ve tutulacak sözler ile yine zaman gösterecek…

Devlet aklının bireysel öngörülere ve yorumlara açık ya da kapalı olmasını tartışma konusu yapmadan, gönlüm, Taliban ile hiçbir zaman muhatap olunmaması yönünde…

Daha dün, inancının gereği olarak başlarını örttüğü için okullarından uzaklaştırılan, Meclis’ten kovulan, kürsüden indirilen, sırf eşleri başörtülü diye Cumhurbaşkanlığı mâkâmını lâyık görülmeyenler, İHL mezunu diye “meslek” dışında yaşam hakkı tanınmayanlar, “Vatan elden gidiyor” yaygarasını yapan lâik kesimin tellalları tarafından linçe uğrayanların, hoşgörü dini olan İslâm’ı ayaklar altına alan bu gürûhla yan yana gelmeden defalarca düşünmeleri gerekir. Çünkü bu örnekten yola çıkılarak, neredeyse Taliban ile yaşıt PKK terör örgütünün yarın “muhatap” alınması ülkemize dayatılabilir.

Şimdi ya yanılmak istiyorum ya da bu kâbustan uyanmak!