Vahdetin sembolü camilerimiz

Hazreti Peygamber’in toplumsal hayatın merkezine yerleştirdiği camiler, her ne kadar geçmişten devraldığı bu mirasın tamamına sahip çıkamasa da hâlen toplumsal hayatı ayakta tutan merkezlerdir. Dinden soyutlanmış, dinle irtibatı olmayan bireysel ve toplumsal bir kimlik olmayacağı gibi, aşkın kaynağa dayanmayan değerlerse bireyin anlam arayışının yanında kolektif şuur ve toplumsal ahlâka da katkı sunamazlar.

YAŞADIĞIMIZ yerkürede en büyük problemimiz, bizi birbirimize bağlayacak, çimento mahiyetindeki bir dinamik olan kutsalları (dini) değerlendiremeyişimiz, hakka sarılamayışımız olmuştur. Bu cümleden hareketle denilebilir ki, bu sarmaldan kurtulmada mabedin fonksiyon ve rolünün ehemmiyeti göz ardı edilmemeli ve araştırılmalıdır. Bu anlamda insanları “ihtiyarî” olarak bir araya getiren yaygın eğitim kurumlarının başında mabet/cami gelir.

Kendisine yüklenen görevi ifa ettiği sürece cami, toplumu kemale erdiren görünmeyen sessiz ve sedasız birer eğitim kurumudur. Cami bütün farklılıkları bir arada tutan bir sosyal laboratuvardır.

Kur’ân’a göre toplumsal farklılıkları bir arada yaşatmada mabetlerin fonksiyonu

Kur’ân-ı Kerim ilk mabede şöyle dikkat çeker: “Unutmayın, insanlık için inşâ edilen ilk mabet, Mekke’dekiydi; bereketli ve bütün âlemler için bir rehberlik kaynağı, apaçık işaretlerle dopdolu.” (Âl-i İmran, 96)

Yine başka bir ayette mabet, “ev” olarak zikredilir: “İnanan insanlar evlerini evin yönüne göre düzenlerler.” (Yunus, 87) Bu ayet, Kâbe’nin inşâsının diğer mabetlere göre zaman önceliğine sahip olduğunu anlatır. Mescid-i Aksa, Hazreti Musa’dan yaklaşık 450 yıl sonra Hazreti Süleyman tarafından tamamlanır. Hazreti Süleyman döneminde de kıble görevi görür. Hazreti İbrahim tarafından ilk mabedin inşâsı da (Bakara, 127) bütün inanç gruplarının ortak değerler dizisinden biri olabilir. Tıpkı Kâbe’nin siyah renginin bütün renklerin karışımından ortaya çıkan renk armonisi olması gibi… Bütün renkler kendini siyah renkte görebilir. Yeryüzüne eklemlenen ilk “evin” ötekileştirdiği hiç kimse yoktur.

Kâbe’yi bağrında tutan Mekke, “şehirlerin anası” unvanı ile de anılır. İslâm’ın ilk dönemlerinde ibadethane için “secde edilen yer” anlamına gelen “mescid”, Cuma namazı kılınan ve minberi bulunan büyük mescidlere de “cami” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber’in (sav) hadislerinde bu kelimeler, söz konusu anlamlarda kullanılmıştır. Teknik bir terim olarak da farklı bir anlam arz etmemektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, cami, Müslümanların ibadet etmek kastıyla toplandığı bir mekândır.

“Namaz kılınan yer” anlamında kullanılan bir başka tabir “musalla”dır. Musalla, büyük kitlelerin yağmur duası (istiska) yapmaları, özellikle bayram ve cenaze namazlarını toplu olarak kılmalarına mahsus, mihrabı olan, hatta bazılarında minber bulunan, üstü açık ve etrafı çevrili yerdir. Türk-İslâm dünyasında ise musallaya Farsça bir kelime olan “namazgâh” denir. Buna örnek olarak Bursa Umur Bey Namazgâhı verilebilir. Namazgâhlar ulaşım yolları üzerinde, konaklama yerlerinde, şehir çıkışlarında ve mesire alanlarında kurulmuştur.

Tarihteki önemli mescitlerden biri de hiç şüphesiz Hazreti Peygamber’in yaptırdığı Kuba Mescidi’dir. Medine Mescidi yani “Mescid-i Nebevî” bundan sonra inşâ olunmuştur. İslâm Medeniyeti’nin ayrılmaz bir unsuru ve İslâm toplumunun sosyokültürel alanlarda gelişmesinde mühim bir rol oynamış olan cami veya mescidler, dinî mimarî grubunun temel yapılarındandır. Bu sebeple sonraki asırlarda da Müslümanlar, bulundukları bölgelerin yerli inşâ tekniği, coğrafî şartların özelliği ve ihtiyaca göre şekillenen ve az çok mahallî farklar arz eden, çeşitli büyüklük ve değişik mimarî tarzlarda camiler inşâ etmeye devam etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında cami kelimesinin karşılığında mescid kelimesi de geçmektedir. Bu kelimenin Sami dillerinde telaffuz ve anlam bakımından benzerleri vardır. Meselâ Milât’tan önce 5’inci yüzyıla ait olduğu tespit edilen Yahudi Elephantine papirüslerinde bu kelime “ibadet yeri” anlamında geçmektedir. Milât’tan önce birinci yüzyılda yaşayan ve “Ölüdeniz Yazmaları” kendilerine izafe edilen Essenîler de ibadet yerlerine “mescid” diyorlardı.

Zeccac, Hazreti Peygamber’in, “Yeryüzü bana (teyemmüm için) temiz ve mescit kılındı” hadisini delil göstererek, ibadet edilen her yerin mescid olduğunu söyler.

Allah ibadethaneyi Zâtına izafe ederek mekâna bir anlam ve değer katar. İnsanların bu mekânlara bakışını ve mabetlerle ilgili tasavvuruna da böylece müdahale eder. Hazreti Peygamber (sav), Kâbe’yi de bünyesinde bulunduran Mescid-i Haram için “Beytullah” yani “Allah’ın evi” ifadesini kullanır.

Mabetleri ziyaret edenlerin Allah’ı ziyaret etmiş gibi telâkki edilmesi manidardır. Hazreti Peygamber (sav) de “gönlü mabede bağlı olarak hayatını tanzim edenin ahirette Allah’ın özel muamelesine ulaşacağını” ifade etmiştir. Hazreti Peygamber (sav), mescidi temizleyen Ümmü Mihcen’e hususî dua ederek cenaze namazını kıldırmış, camiye itina gösterenlere özel iltifat ve dua etmiştir. Mescide devam edenlerin tavrı imanın bir belirtisi olarak görülmüştür.

İslâm kültür ve medeniyetinde şehir ve fizikî unsurları

İslâmiyet, Müslümanların yaşadıkları şehirleri dünyayı güzelleştirme ve yaşanabilir kılma ideallerine uygun olacak şekilde plânlamayı esas alır. Her şehrin bir “medinetüs’selâm” olması amaçlanır. Şehir ve mabedin sentezi burada ortaya çıkar. Yöneticilerden, fethedilen zengin şehirlerdeki yaşantının ve elde edilen ganimetlerin kendilerini yozlaştırmaması, sadelikten ayrılmamaları ve Kur’ân ile Peygamber’e uymaları konusunda dikkatli olmaları istenmiştir.

İslâm şehri mânâ ve maddenin birlikteliğini yansıtır. Camiler, mezarlıklar, sebiller, hamamlar, çeşmeler, evler ve sokaklar Müslümanların dinî hayatı gözetilerek şehrin fizikî yapısı içinde konumlanmıştır. Bu unsurların neden yan yana yer aldığını şu şekilde izah edelim:

Mezarlık: Müslümanlar için ölüm yeni bir hayatın başlangıcı, mezarlık da o hayatın kapısıdır. İslâm Medeniyeti’nde bu anlayış nedeniyle mezarlıklar camilerin ve evlerin etrafında kurulmak suretiyle hayatın içinde yer almıştır.

Hamam: İslâm Medeniyeti’nin ve şehrinin tamamlayıcı eserlerinden biri de hamamdır. Dinimizde temizliğin imandan sayılması, sağlıklı bir vücut ve temiz bir çevre için gerekli olduğunun ayet ve hadislerle ifade edilmesi ve toplumun temizlik ihtiyacının karşılanmasının gereği olarak hamamlar ortaya çıkmıştır.

Dinî merkez: Mabet, İslâm şehrinin merkezi, adeta kalbi durumundadır. Camiler, mimarî olarak şehre İslâmî görünüm kazandıran, şehrin kimliğini belirleyen, şehre İslâm’ın mührünü vuran eserlerdir. İstanbul’da Süleymaniye Camiî, Edirne’de Selimiye Camiî ve Bursa’da Ulu Cami, bu şehirlerin kimliğiyle bütünleşmiştir. İslâm şehri, fiziksel olarak şehri kuran ve orada yaşayan halkın sosyal ve kültürel anlayış ve değişen ihtiyaçları doğrultusunda doğal bir süreçte şekillenmiştir. Genellikle birbirini tanıyan mahalleli arasındaki ilişkilerin temelinde iyi komşuluk, dayanışma, birbirine karşı sorumluluk, ilişkilerde kontrollü olmak, âdâb-ı muaşerete uymak, İslâm ahlâkına uygun davranmak, dinî vecibeleri yerine getirmeye dikkat etmek gibi ilkeler yatmaktaydı. Ayrıca mahallenin yöneticisi, padişah beratıyla göreve başlayan imamdır. İslâm ülkelerinin çoğunda aynı isimle anılan mahalle, şehrin çekirdeği ve temel birimidir, İslâm şehrinin küçük bir modelidir. Mahalle, aynı mescitte ibadet edenlerin yerleştiği şehir kesimidir.

Ekonomik merkez/çarşı/pazar: İslâm şehirlerinde çarşı, Hazreti Peygamber’in (sav) Medine’de yerini Bizzat tespit etmesi örnek alınarak merkezdeki caminin hemen yakınında kurulmuştur. Pazarın sesi zaman zaman cemaatin şikâyetlerine neden olsa da ticaret, dünya ve ahiret kazancının bir arada yürütülmesi ve ibadetin bir parçası sayıldığından, bu yaklaşım genelde değişmemiştir.

Yönetim merkezi: Hicret’ten sonra Medine’deki nüfusun artması ve toplum yapısına farklı grupların dâhil olması nedeniyle şehrin yönetimi daha da önemli hâle gelmişti.

Kültür ve eğitim merkezi: Kültürel değerler toplum bireylerine eğitimle kazandırılmaktadır. Eğitimin amaçlarından söz edilirken “kültürel mirasını yetişen nesle iletme” boyutu sıkça dile getirilir. İşte tarih boyunca Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen Kur’ân’ı anlamaya yönelik yorumlardan ve âlimlerin problemler karşısında ortaya koydukları çözümlerden oluşan dinî kültür mirası, günümüz insanına din eğitimi yoluyla tanıtılmaktadır. Müslüman toplumlarda eğitim-öğretimin ve din eğitiminin temeli camide başlamıştır. Hazreti Peygamber (sav), Mescid-i Nebevî’de Ashabın teşkil ettiği ilim halkalarında onlara muallimlik yapmıştır. Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yapılan “suffa” yani gölgelik, Ashabın eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Tarihî süreçte ihtiyaca binaen mektep ve medrese gibi eğitim-öğretim faaliyeti yürüten kurumların oluşmasıyla örgün din eğitimi bu kurumlara bırakılmış olsa da camilerdeki yaygın din eğitimi hizmeti hep devam edegelmiştir. Mamafih camiler ihtiyaç hâlinde farklı işlevlerini bugün de deva ettirmektedir. Özellikle yurt dışındaki camiler birer kültür merkezi fonksiyonu görmektedir.

Toplumunda caminin yeri

Camiler Osmanlı’da sabah namazından yatsıya kadar türlü görevlilerin vazife yaptığı ve sürekli açık kalan mekânlardı. Millî kültüre önemli katkı sağlayan camilerin çevresinde, onun tamamlayıcısı mahiyetinde kitapçı dükkânları da yer almaktaydı. Bu bağlamda cami, toplumda etkin bir merkezdi.

Camiler insanların tahsil seviyesi ne olursa olsun, her kademdeki eğitim kurumlarının bir devamı ve tamamlayıcısı konumundaki birer halk eğitim merkezleridir. Kültürel anlamda medrese ve kütüphane gibi salt kültürel müesseselerin henüz kurulmadığı ilk dönem İslâm tarihinde ilmî ve kültürel etkinliğin tamamı camilerde yürütülmüştür. Bu durum, söz konusu dönemde caminin bir üniversite düzeyinde sahne olduğu ilmî yoğunluğu gösterir. Bu ifade hiçbir şekilde bir mübalâğa olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü dört büyük mezhebin kurucusu müçtehitler ve muhaddisler camilerdeki ilim halkalarında yetişmişlerdir. İslâm kültürünün klasik eserleri olan hadis, tefsir, fıkıh, tarih, kelâm ve tasavvuf alanlarındaki devasa eserler, camilerde işleyen ilmî atmosfer içinde yetişenler tarafından yazılmıştır. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, caminin İslâm toplumunun ilmî ve kültürel heyecanını ve dinamizmini ne derece yüksek bir moralle barındırdığını rahatlıkla görebiliriz. İlk dönem İslâm toplumunun yetişkin âlimlerini ve geniş ders halklarını toplaması yönüyle camiler, adeta bugünün modern üniversitelerinin cazibesini taşıyorlardı.

Sosyal bakımdan camiler, zaten şehrin en merkezî ve kalabalık noktalarında yer aldığından, günde beş vakit cemaatle dolup taşıyordu. Bu durum, şehir ahalisi için olağanüstü bir etkileşim, toplanma, karşılaşma ve dertleşme imkânı sağlıyordu. Özellikle Cuma namazı için merkez (veya “Ulu”) camide toplanmak, bütün şehir ahalisine tanışma, karşılaşma ve haberleşme imkânı vermekteydi. Diğer taraftan bedesten, imaret, hamam, medrese ve kütüphane gibi sosyal fonksiyon icra eden yapılar, canlılığını camiden alırlardı.

İslâm, daha önce de ifade ettiğimiz gibi “şehirli” kimliği ağır basan bir dindir. Merkezdeki cami ve çevresinde sosyal fonksiyon icra eden yapılar, bu oluşuma katkıda bulunurlar. Kısacası cami, Müslüman toplumun bir araya toplanıp kendini gösterdiği, yekvücut olarak dayanışmasının bilincine vardığı bir mekândır.

Farklılıkları bir arada yaşatmada mabedin fonksiyonu

Mabetler toplumun bütün farklılıklarının en çok görüldüğü mekânların başında gelir. Kültürel çoğulculuğun net göründüğü ortak zeminler olarak işlevlerini mabetler ifa edebilir. İnsanlar arasındaki farklılıkların fark edilip kimsenin kimseyi ötekileştirmediği ortak alanlardır. Ayrıştırmaların görünür olduğu modern dünyada bütünleştirmede başat rol oynayan ortak yerlerdir. Farklı renklerin, farklı ırkların, farklı karakterlerin, farklı mezheplerin bütününün bir kubbe altında bir araya gelmesi/getirilmesi, vahdette kesretin ve kesrette vahdetin tezahür ettiği alternatifsiz kurum, mabetlerdir.

Her insan İlâhî iradenin mucizesi olarak dünyaya gelir. Saç tellerinden gözlerinin retinasına, tercihlerinden kabiliyetlerine kadar farklılıklar söz konusudur. Bu farklılıklar çiçek demeti gibi bir araya getirilebilir. Mabetler de her cemiyetten insanı toplar, onlara farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı öğreterek yeniden cemiyetin içine dağıtır. Geleneksel İslâm şehirlerini modern şehirlerden ayıran, mahallenin kendi yaralarını kendi saran, meselelerini yerinde hâlletmesidir.

Hemen her mahallede imamın başkanlığında, halk tarafından seçilen, Osmanlı örneğinde olduğu gibi padişah tarafından beratla göreve başlayan bir yönetici heyet bulunurdu. İlk devir İslâm şehirlerinde ise bu kişiler daha çok kabile ileri gelenleri arasından seçilirdi. Mahalledeki anlaşmazlıklar bu heyet tarafından hâlledilirdi. İslâmî hukuk kuralları bir örf ve ahlâk kuralı derecesinde yerleşik olduğundan, birçok hukukî ve mahkemelik mesele, mahallenin ileri gelenleri tarafından yerinde çözülürdü. Tabiî burada imamın ve halkın kendi seçtiği mütevellinin dürüstlüğüne ve adaletine olan güven duygusunu gözden kaçırmamak gerekir.  

Sonuç

Şehir, insanoğlunun faziletli ve ideal hayat tasavvurunun bir pratiği olarak ortaya çıkar. Her insan, hayâl ettiği mükemmel hayatı etrafında kurmaya çalışır. Durum böyle olunca, şehir, insanın inandığı değerlere göre yaşadığı mekânı tanzimidir. İslâm şehirlerinde bu durum öyle yaygın ve etkilidir ki bahçe duvarının yüksekliğinden evin pencerelerinin yönüne ve şekline kadar her ayrıntıya kadar yansır. İslâm şehri, aynı zamanda içinde gelişen kurumları ile Müslüman bireyi yoğuran ve şekillendiren bir mektep gibidir. Bir tarafta cami ve etrafında akıp giden hayata kitlesel katılım, diğer tarafta loncaların İslâmî ilkelerden beslenen esnaf ahlâkını ticarî hayatta hâkim kılma çabaları, dayanışmacı toplum yapısı ve mahallelerin organik ve yüksek aidiyet sunan kimlikleri o şehirde yaşayan herkes üzerinde bir kimlik oluşturur.

Bugün Müslüman halklar kendi medeniyetlerini tekrar dirilteceklerse, bu öncelikle her yönüyle özgün bir gündelik hayat kurmayı ve kendi bilgisini üretecek bir bilgin ve insan tipini yetiştirmeyi gerekli kılmaktadır. Tarihî tecrübemiz bunun ancak bir şehir hayatı ve ilerlemiş bir şehir kültürü içinde mümkün olacağını gösteriyor. O bakımdan “şehir” deyip geçemeyiz.

Cami, İslâm’ın ilk döneminden itibaren yapı itibariyle toplumun ihtiyacına göre gelişerek günümüze gelmiştir. Günümüzde ülke şartları göz önüne alınırsa, 19’uncu yüzyılın başlarından itibaren mimaride bir tertipsizlik söz konusu olmuştur. Bu problem, cami yapımının denetimsiz ve halkın yardımlarına bırakılmasının bir sonucu olmasından kaynaklanmaktadır. Gecekondu tipi, beton yığını, estetikten yoksun camiler bu dönemde inşâ edilmiştir. Geçmişin güzel eserleri ise sadece kopya edilebilmiştir. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tip projeleri ile bu yönde olumlu çabalar gözlenmektedir.

Caminin dinî işlevlerinin yanında kültürel ve sosyal fonksiyonları üzerinde de önemli gelişmeler mevcuttur. Bilhassa yurtdışında bulunan camiler, o ülke içinde yaşayan Müslümanlar için bir kültür ve eğitim merkezi görevi ifa etmektedir. Gençlik, çocuk yuvası ve bayanlara yönelik bölümleri ile adeta yurt dışı camileri Asr-ı Saadet işlevinin benzerlerini bünyesinde barındırmaktadır. Bu işlevlerin yerine getirilmesinde donanımlı din görevlilerinin istihdamının da etki ve katkısını unutmamak gerekir. Kur’ân’ın nüzulünden itibaren İslâm toplumuna değer aşılayan, cehalet çağını yaşayan insanları saadet asrının mutlu bireyleri hâline getiren, tavrı ve fiziksel görünümüyle muhataplarını diğerlerinden farklı olmaya davet eden Hazreti Peygamber, bütün bu faaliyetlerini cami üzerinden yürütmüştür. Hazreti Peygamber’in toplumsal hayatın merkezine yerleştirdiği camiler, her ne kadar geçmişten devraldığı bu mirasın tamamına sahip çıkamasa da hâlen toplumsal hayatı ayakta tutan merkezlerdir. Dinden soyutlanmış, dinle irtibatı olmayan bireysel ve toplumsal bir kimlik olmayacağı gibi, aşkın kaynağa dayanmayan değerlerse bireyin anlam arayışının yanında kolektif şuur ve toplumsal ahlâka da katkı sunamazlar.

Camilerden sürdürülen eğitim faaliyetleri modern çağın bunalıma sürüklediği insanlığa kimlik aşılamakta, yozlaştırdığı topluma değer kazandırmaktadır. Yahya Kemal’in ezansız semtlerde ifade ettiği ezan sesiyle yoğrulmuş bir çocuk, vatanından kopsa dahi yıllar sonra döneceği yeri hatırlayacaktır. Dolayısıyla camilerin kimlik ve değer oluşumuna yaptığı katkı küçümsenemeyecek kadar önemlidir.