Vah ben

Ahsen dosyayı akşam annesine vermiş. O da babaanneye teslim etmiş. Önal Vasıf’ın eşine... Öyle ki, o şiirlerin bazıları ona yazılmış olsa gerek. Mukaddes Hanım, odasına çekilmiş, saatlerce okumuş. Siz de bakın, en azından bir tanesini okuyun istedim.

ÖNCEKİ yazıda, yıllar öncesinden kalma bir emanetten bahsetmiştim.

80’li yılların ortalarında çıkardığımız Erguvan Edebiyat Dergisi döneminden kalma, bende olduğunu bile unuttuğum bir emanet…

Önal Vasıf’ın şiir dosyası…

Gençtik, büyük ümitlerle dergiye başlamıştık ve sürüp gideceğini düşünüyorduk. Öyle olmadı. Bir yerde kapatmak zorunda kaldık. Borçlandık da. Uzun zaman borç ödemek gerekti.

Böyle sonuçlanması beni çok sarstı. Matbaaya, kâğıtçılara olan borcu bitirdik, devlete olan borç daha uzun sürdü ama o da bitti. Ancak okurlara ve bilhassa abonelere karşı olan sorumluluk, işte oydu sıkıntının asıl sebebi.

Dergi çıkarmak, bisikletle yol almak gibi bir şey. Belki daha beter. Durmak yasak. Durunca ayaklar asla yere yetişmez ve düşmek mukadderdir.

Dergi ile ilgili konuşmak, dergiyi düşünmek, hatırlamak bile istemiyordum. Dergilere el sürmek, neler yayınlamışız diye bakmak hiç içimden gelmedi. O dönemden kalma evrak namına ne varsa, bir yere tıkıştırmıştım. Yazılar, şiirler, resimler, fotoğraflar, dosyalar, yazışmalar… Kısaca arşiv diyelim… Hiçbirine dokunamadım. Bazıları kayboldu. Bir kısmı duruyor.

Travma dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Bir şiirimde, “Adını anmaktan korktuğum çiçek” diye bir mısra geçiyordu. Orada bile adını yazamamıştım.

Değerli kardeşim Selçuk Küpçük, ülkemizde çıkan dergilerle ilgili ciddî araştırmalar yapıyor. Bizim dergiyle ilgili olarak da röportaj yapmak istedi.

Ancak o sorulara cevap verecek hâli hâlâ yakalayamadım kendimde. İnşallah başka türlü anlamaz, anlayış gösterir.

İşte o dönemde, derginin devam edeceğine inanarak, Selman Cahit’ten dinlediğim babası Önal Vasıf’ın şiirlerini istemiştim. Niyetim her sayıda bir şiirine yer vermekti. Çünkü Önal Vasıf yakın zaman önce vefat etmişti. “Duvar” isimli bir romanı yayınlanmıştı, ödül de almıştı ama şiirleri teksir kâğıdına daktilo edilmiş hâlde duruyordu.

Kaymakamdı Önal Bey. Denizli’nin bir ilçesi, Çanakkale Ayvacık, Yozgat Şefaatli ve Kars Posof’ta görev yaptıktan sonra bakanlıkta görev almıştı.

Galiba Denizli’de görev yaptığı dönemde bir köye yol yapılmasına karar verilmiş. Yazışmalar çok uzun sürdüğü ve köy halkı mağdur olmasına rağmen bürokrasinin çarkları ağır işlediği için, bir gün Karayollarına gitmiş, bir dozeri çalmış, üstüne çıkıp kullanmış ve gidip köyün yolunu kendisi açmıştı.

Hatıra çok fakat biz konuya dönelim…

İşte o zamanlar, şiir dosyası araya karışmış, unutulmuş. Kaç taşınma görmüş, sayamam. Bir zamanlar ikide bir taşınırdık. “Eskiler üç taşınma bir yangın eder” derler. Benim gördüğüm, herhâlde beş yangından fazlası eder. Şükür ki hepsi gençlik döneminde kaldı.

Sonraki yıllarda o dosyayı ne Selman hatırladı, ne ben.

Ta ki geçenlerde kendimce bir cesaret gösterip kolinin içindekileri bir dolaba aktarırken, o dosya çıkıverdi.

Büyükçe, sarı bir zarf. İçinde teksir kâğıtları. Hepsi ikiye katlanmış. Bir kitap edecek kadar şiir.

Selman dört sene önce gitti. Bu durumda o şiirlerin verileceği kişi, kızı Ahsen İlhan.

“Buluşalım, birer çay içelim” dedim.

Buluştuk, birer çay içtik.

Dosyayı verdim.

Yıllar öncesinin emaneti. Neredeyse kırk yıl geçmiş.

Ahsen, dosyayı alınca önce kokladı. Eski, yıpranmış sarı zarf, koklanması gerektiğini söylüyor ilk önce. İçine sonra bakılması şart.

“Eve gidince okurum” dedi.

Şiirlerin hepsini bilgisayara da aktarmıştım bir gece önce. Derin bir saygı içinde yazdım hepsini. Rahmet dileyerek. O hâliyle de gönderdim Ahsen’in mail adresine.

Ahsen dosyayı akşam annesine vermiş. O da babaanneye teslim etmiş. Önal Vasıf’ın eşine... Öyle ki, o şiirlerin bazıları ona yazılmış olsa gerek. Mukaddes Hanım, odasına çekilmiş, saatlerce okumuş.

Siz de bakın, en azından bir tanesini okuyun istedim.

İşte Önal Vasıf’tan bir şiir…

***

Bu akşam

Bu akşam bitkinim, görüyorsun,

Bana bir şeyler anlatamaz mısın?

Gönlün nasıl dilerse öyle olsun,

Hiç değilse ağlatamaz mısın?

Durunca böyle durur işte rüzgâr,

Susunca böyle susar gazinolar, sahiller…

Erken çevrildi kapılar, farkındayım,

Ben zaten kapıların ardındayım;

Yetsin artık, perdeleri kapatamaz mısın?

Bu akşam bitkinim, görüyorsun,

Bana bir şeyler anlatamaz mısın?

Uzak iklimlere gidip

Bir daha dönmeyecekmiş gibiyim.

Bir yandan bir buluşmaya gecikmiş gibiyim;

Geçtiğim sokaklarla birer birer vedalaştım.

Ummazdım, nasıl da mahzun oldular,

Şuramda yığınak yapıyor korkular,

İşte şuramda, uzanıp tutamaz mısın?

Bu akşam bitkinim, görüyorsun,

Bana bir şeyler anlatamaz mısın?

Uzun ömürlüdür bütün kırgınlıklar

Geçmesine geçmez, unutamaz mısın?

En umulmadık çeşmeler bakarsın akar.

Belki yalnızlığıma da bir müşteri çıkar.

Çık şu köşe başına bekle biraz,

Ucuza vereceğim, satamaz mısın?

Bu akşam bitkinim, görüyorsun,

Bana bir şey anlatamaz mısın?

Vuslat diyemezsin, hasret diyemezsin,

Efkâr desen olmaz, kasvet diyemezsin,

Üstüme üstüme geliyor karanlık,

Tutup yakasından dağıtamaz mısın?

Şakrak sevgiler dolaşmaz oldu nabzında şarkıların,

Güfteler üzgün nicedir, besteler üzgün;

Kadrini bilmeyen ellerde yitirdi lezzetini hüzün

Ve durup durup kirpik uçlarından düşürdüğün

Şu anlamlı şüpheyi atamaz mısın?

İlk ben kullandım resimleri takvim yerine

Her sabah nasıl doğduysa gönlümden

Resimler öyle yaprak yaprak geçti önümden…

Bu duvar sevgi duvarı, sıcak.

Bu duvar buruk buruk sitem duvarı.

İşte ben şu duvarda yitirdim baharı!

Bu çerçeve böyle bomboş kaldı yıllardır,

Alamaz mısın onu, kendinle donatamaz mısın?

Ya birazdan kapım çalınırsa ansızın,

“Daha gençtir” diyemez misin, atlatamaz mısın?

Bu akşam bitkinim, görüyorsun,

Bana bir şeyler anlatamaz mısın?

Gönlün nasıl dilerse öyle olsun,

Hiç değilse ağlatamaz mısın?