“Uzun bacaklı İngiliz”

Özellikle İngilizler uyguladıkları ince ve sinsi politikalarla Asya, Afrika ve Ortadoğu’da “Böl, parçala, yönet” taktiklerini uygulayarak daha uzun yıllar sürecek ve neticede de kendi işlerine yarayacak olan tartışmalı sınır haritaları ihdas etmişler ve geriye netâmeli alanlar ve konular bırakmışlardır.

GEÇEN hafta Kraliçe İkinci Elizabeth’in ölümü ve bu vesile ile ünlü İngiliz siyâsetinin inceliğiyle alâkalı bir makale kaleme almıştım (İlhan Akar, “Kraliçe İkinci Elizabeth’in Ölümü ve İngiliz Siyâseti”, 16 Eylül 2022, Haber Ajanda Net).

Bu haftaki makalemde ise, bu siyâsetin başka bir versiyonu üzerinde durmaya çalışacağım. “İngiliz siyâsetinin inceliği” derken sakın yanlış anlaşılmasın. Bilâkis bu deyimle ben, İngiliz siyâsetinin “sinsiliği” üzerinde durmaya çalışıyorum. Yoksa maksadım, müspet mânâda İngiliz siyâsetine övgüler dizmek değildir. Hani bizde bir deyim vardır ya, “Karda yürüyeceksin ama izini belli etmeyeceksin”, işte “İngiliz siyâsetinin inceliği” bu türden bir şeydir.

Buna benzer ve İngiliz siyâsetinin içyüzünü deşifre eden bir Kızılderili atasözü de şöyledir: “Eğer bir nehirde iki balık kavgaya tutuşmuşsa, biliniz ki oradan az önce ‘uzun bacaklı bir İngiliz’ geçmiştir.”

Mâmâfih İngilizler bütün bu şeytanlıkları yaparken son derece ustaca ve sinsice yaparlar. Öyle ki, “saman altından su yürütmeyi”, bulundukları kabın şeklini almayı (Lawrence gibi), patlayan bir köpük gibi gerektiğinde ortadan kaybolmayı, kaygan bir zeminde kaygan bir madde gibi hemen kayıp gitmeyi, kılıktan kılığa, şekilden şekle girmeyi çok iyi bilir ve iyi becerirler. Düşünce kodlarında “Hedefe ulaşmak için her şey meşrû ve mübahtır” anlayışı geçerlidir.

Ne var ki, kendilerini çok insancıl (hümanist), iyi kalpli, çok yardımsever, çok asil bir millet olarak gösterirler. Sanırsınız ki, dünya halklarının en şefkatli, en merhametli, en iyiliksever ve biricik dostları bunlardır. Hâlbuki gerçekte dünyanın en büyük “mafya babası” onlardır. Dünya halklarını usûlüne uygun olarak ince ince soyarlar, soymuşlardır da. Gerektiğinde zorla, kabaca, hunharca soymasını da çok iyi bilir ve becerirler.

Eğer böyle olmasaydı kendilerine “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” pâyesi hiç verilir miydi? Hiç bu kadar ülkeyi sömürgeleştirip soyabilirler miydi? Onlarca ülkede ve denizaşırı topraklarda yaşayan halkları kültürel asimilasyona tâbi tutarak kendi dil ve dinlerini onlara hiç bu kadar başarılı bir şekilde (!) öğretebilirler miydi? Hıristiyanlaşma ve İngiliz dilinin bu kadar yaygın bir şekilde konuşulması hiç mümkün olabilir miydi? Kıbrıs Türk kesimi de dâhil olmak üzere birçok ülkede otomobillerin direksiyonları hiç sağdan olur muydu?

Aynı şekilde, Fransa başta olmak üzere diğer sömürgeci Avrupa ülkelerinin yaptıkları da bu minvâl üzere değil midir? Örneğin Fransa’nın eski sömürgeleri olan Fas, Cezayir ve Tunus’ta bile hâlâ Fransızca etkin bir dil olup okullarda mecbûri olarak öğretilmiyor mu?

Yine eski SSCB’nin yaptığı da bunlardan farklı bir şey midir? Hâlâ ata yurdu olan Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde Rusça resmî bir dil değil midir ve yaygın bir şekilde kullanılmamakta mıdır? Hâkezâ Çin’in yaptığı da benzer şeyler değil midir?

Ancak bazı okurlarım diyebilirler ki, “İyi güzel de, Osmanlı da geçmişte bir imparatorluk (!) olarak birçok ülkede dört yüz, beş yüz, hatta altı yüz yıl hükümran olup onları yönetmedi mi? Bu da aynı şey değil midir?”. Hayır, aynı şey değildir!

Eğer aynı şey olsaydı, Türkler de (Selçuklular dâhil), Osmanlı Türkleri de İngiltere, Fransa ve diğer sömürgeci Avrupa ülkelerinin yaptıklarını yaparlardı. Yâni onları soyup soğana çevirir, dillerini, dinlerini zorla değiştirir, hepsini kültürel asimilasyona tâbi tutar, yeraltı ve yerüstü kaynak ve zenginliklerini alıp ülkelerine getirirlerdi. Tıpkı İngiltere, Fransa ve diğerlerinin yaptığı gibi...

Ama târih şahittir ki, ne Selçuklular, ne de Osmanlılar bunları yaptı. Zaten yapamazdı. Çünkü inandıkları din (İslâm) buna mâni idi. İslâmiyet’e göre dinde de, dilde de zorlama olamazdı. Ancak tebliğ ve dâvet yapılırdı. Hem de dört yüz, beş yüz, altı yüz yıl bu ülkelerde hükümran olmalarına rağmen baskı uygulamadılar. Zulüm ve katliam yapmadılar. Zâten yapmış olsalardı, bu süreler içinde ne Rum ve Rumca kalırdı, ne Yunan ve Yunanca. Ne Arap ve Arapça kalırdı, ne Fars ve Farsça. Ne de diğer diller ve milletler… (Katolik İspanyolların Endülüs Müslümanları ve Yahudilerine yaptıklarını bir hatırlayın lütfen!)

Aksine Türkler bu ülkelerde uzunca bir süre hükümran olmalarına rağmen bırakınız kendi dillerini zorla veya başka bir şekilde öğretmeyi, Türkçeyi dahi doğru dürüst muhafaza edememişlerdir. Üstüne üstlük kendileri Farsça ve Arapçayı öğrenmek durumunda kalmışlardır. Onun için devletin adı gerçekte “imparatorluk” değil, kendileri “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye” nâmıyla mâruf olan bir cihan devletiydi.

“İmparatorluk” kavramı ise bir isim sıfat olup ecnebiler tarafından yakıştırılan ve “emperyal” çağrışımlar ifâde eden bir karakter arz eder ki bu durum Osmanlılar için bir zûl ve kendilerine yapılmış olan bir bühtan olur.

İşte, başta İngilizler olmak üzere hemen hemen tüm Batılılar, Afrika’yı, Asya’yı, Ortadoğu’yu, Uzakdoğu’yu, hatta Amerika, Avustralya ve Kanada’yı dahi alabildiğine sömürmüşler, zaman içinde bu coğrafyalardaki ülkelerden görünüşte çekilseler bile bir yolunu bulup hâlâ onları sömürmeye devam etmişlerdir.

Özellikle İngilizler uyguladıkları ince ve sinsi politikalarla Asya, Afrika ve Ortadoğu’da “Böl, parçala, yönet” taktiklerini uygulayarak daha uzun yıllar sürecek ve neticede de kendi işlerine yarayacak olan tartışmalı sınır haritaları ihdas etmişler ve geriye netâmeli alanlar ve konular bırakmışlardır.

Yine uyguladıkları ince ve sinsi politikalarla çekildikleri ülkelerin eğitim, kültür, aile, toplum, din, dil, mezhep, meşrep ve yönetim yapılarını dejenere ederek kendilerine hizmet edecek kukla insanlar ve yöneticiler oluşturmayı başarabilmişlerdir.

Ayrıca işgâl edip sömürdükleri ülkelerin kültür ve sanat varlıklarını da talan ederek kendi ülkelerine götürmüşler ve bunları müzelerinde açıkça sergilemişlerdir. İngiltere’ye yolu düşen herkes, bunları yakından müşâhede etme fırsatını elbette bulmuşlardır.

Örneğin bendeniz, bunun canlı şahitlerindenim. Meselâ Bolton Şehir Müzesi’nde Mısır’dan kaçırılan mumyalanmış cesetleri, Liverpool Şehir Müzesi’nde her yerden getirilen antik eşyaları ve sanat değerlerini, Londra’daki British Museum’da bunların her çeşidini ve daha da âlâsını, hatta şaheserlerini rahatlıkla görebilirsiniz.

İşte size İngilizler, işte size ince İngiliz siyâseti ve Batılılar!

Ama hakkı da teslim etmek gerekir: Çalışkanlıkları, sistemleri, düzenleri, normları, bilimsel çalışmaları, teknolojileri ve üretkenlikleri diğer bir mevzubahistir.