Üzerindeki tozu toprağı silkeleyip dudağıma ilişen birkaç kelime

Üzeri tozlanmış çok kelimemiz var. Onlar, tozlarını silkeleyip cümlelerimizde yerini almaya hazırlar. Etrafa kulak kabartmamız yeterli. Anadolu’nun yayalarına, kırlarına, tarlalarına, köylerine, kahvelerine yolumuz düştüğü zaman kulağımız kelimelerde olsun. Yitirdiğimiz bazı kelimelerle oralarda karşılaşma ihtimalimiz yüksek. Bazı kelimeler de ilk defa oralarda bize “Merhaba” diyecek.

BAZEN bir kelime belirir zihnimde, yeniden doğar adeta. Çocukluğumda kullandığım, büyüdükçe yitirdiğim kelimeler bunlar. Bir sohbet esnasında ya da uzun yollarda düşüncelere dalmış gidedururken oluyor bu doğumlar. Öyle anlarda, yarım yamalak hatırlamaya başladığım kelimeyi kendi duyacağım şekilde terennüm ederim ilkin. Ben terennüm ettikçe, ışığın yanıp sönmesi gibi zihnime gidip gelir. Sonra, emin olmak için birkaç defa yüksek sesle tekrar ederim. Sonunda dudağım alışır, birkaç saat, bazen birkaç gün o kelimeyle dolaşırım. 

Çaltak

Şubat ayının ikinci haftasıydı. Eşim Vildan Hanım’la birlikte Küçükçekmece’deki evimizden çıkmış, sahil yolundan Zeytinburnu’na doğru ilerliyorduk. Sabahın ilk saatleri olmasına karşın sıcak ve güneşli bir hava vardı. Aramızda oradan buradan sohbet ederken, açık olan radyoda günün ilk haberleri veriliyordu. Haberlerden sonra hava durumu tahminleri okundu. Spiker, sonraki gün için İstanbul’da yağmurlu bir hava olacağından bahsedince konuşmalarımız kar, kış, yağmur üzerine döndü.

Sohbetin yoğunlaştığı sıralarda bir kelime zihnimi yoklamaya başladı. Hece hece gelip gidiyordu. Birden toparlayamadım; geldi gitti, geldi gitti, sonunda ürkek şekilde dudaklarımdan döküldü: “Çaltak!” Birkaç defa “Çaltak, çaltak, çaltak…” diye tekrar ettim. Seslice tekrar edince “O ne demek?” diye sordu eşim. “Kelimeyi ancak buldum, anlamını çıkaramadım henüz” dedim.

Yolun sonuna doğru kelimenin farklı kullanımları aklıma gelmeye başladı. Mesela yağmurlu günlerde eve geldiğimde, annem, “Üstün başın çamur çaltak olmuş yine” diye çıkışırdı. Yağışlı havalarda büyüklerin “Yağmur var; etraf çamur çaltak oldu” diye konuştuklarını hatırlıyorum.

İşyerine gidince “çaltak”ı sözlüklerde aradım. Farklı yörelerde “budaklı dal, eğri bacak, düzgün olmayan, uygunsuz şey” anlamlarında kullanılıyormuş. O zaman “Etraf çamur çaltak” cümlesini “İnsanın üstünü başını kirletecek kadar çevrenin çamur içinde olması” şeklinde anlamak lazım.

Bu arada, “çaltak” yazdıkça bilgisayarımın ısrarla kelimeyi “çatlak” olarak düzeltmeye çalışmasından aklıma geldi, bu kelimeden güzel bir tekerleme çıkar: “Çamur, çaltak, çallak, çattak, çatlak…”

Tıynet

Aylar önce de “tıynet” kelimesi takılmıştı dudaklarıma. 2014’ün Şubat ayında, Sultanbeyli ve Güngören’de lise ve üniversiteli gençlerle yaptığım sohbetlerde bu kelime üzerinde durdum. Sultanbeyli’deki iki yüze yakın liseliye “Tıynet kelimesini duydunuz mu?” diye sordum. Dört beş genç parmak kaldırdı. Güngören’de ise çoğunluğu üniversiteli kırka yakın gence sordum aynı soruyu. Orada da bir veya iki kişi kelimeyi duyduğunu söyledi. “Cibilliyet” kelimesini duyan ise daha çok. Onu da olumsuzluk ekiyle biliyorlar. Sohbet esnasında “Cibilliyetsiz” kelimesini duyup duymadıklarını sorduğumda kıs kıs güldüler. “Cibilliyetsiz” kelimesi, hakaret, hatta küfür ifade ediyor. “Tıynetsiz” kelimesinin de benzer anlamı var.

“Tıynet” güzel bir kelime. Telaffuzu zor olsa da insanın kulağına hoş geliyor. Ses ahengi var, anlamı çok geniş. “Yaratılış, huy, karakter, cibilliyet, fıtrat, ahlak, seciye” kelimeleriyle anlam kesişmesi var. Beğendiğimiz biri için “Onun tıyneti iyi” deriz. “Tıynet” kelimesi, günlük kullanımlarda “ı” harfini bir elif miktarı uzatarak “tıınet” şeklinde de söylenmektedir. “Tıınet” şeklinde söylemek benim de hoşuma gitti.

Kime ait olduğunu bulamadığım, içinde tıynet geçen şöyle bir beyte rastladım: “Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,/ Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!”

Germâbe, “kaplıca, hamam, sıcak su” anlamına geliyor. Beyti şöyle açıklayabiliriz: “Huyun suyun temiz değilse hamamdan medet umma; önce kalbini temizle, beden temizliğine sonra bakarsın.” Beyitte, tıynet ile kalp bağlantısının kurulduğunu fark etmişsinizdir. Rivayete göre bu beyit, Osmanlı döneminde bazı hamamların duvarında yazılı olurmuş.

Ergek

Geçen hafta yaptığı köy yolculuğu esnasında Nebi Urgancı, cep telefonuyla çektiği fotoğraf karelerinden bazılarını gönderdi. Karelerden birini görünce “Aaaa bu Ergek!” dedim. Son yıllarda köye az gittiğim için, “ergek” de unutmaya başladığım kelimeler arasına girmiş. Hâlbuki yıllar önce bu kelimeyi sözlüklerin hiçbirinde bulamadığım için anlamını bir e-posta ile TDK’ya sormuştum. TDK’dan gelen cevapta, “Ergek: Yazın davarların yattığı yer” deniyordu. Fotoğrafa bakarken birkaç defa “Ergek, ergek…” deyince zihnim ve dudaklarım kelimeye alıştı. Sonrasında hatıralar ardı sıra gelmeye başladı.

“Ergek”, köyümüze en fazla bir kilometre mesafede, üç tepenin arasında bulunan bir vadinin adı. Az yukarısında su bendi var. Daha yukarı da yeni baraj yapılıyor. Sağ tarafta çay vardı, onun suyu artık barajda toplanıyor. Burası, hayvanların su içmesi ve gölgelenmesi için getirildiği bir meydandı. Çocukluğumuzun top sahası aynı zamanda. Büyük maçları burada yapardık. Etrafı orman, zemini toprak. Toprak zeminde yılın her ayı az çok çayır çimen olur. Çayırlık alana birkaç top sahası kurmak mümkün olsa da bize bir tanesi fazlasıyla yetiyordu. Saha dediğim şeyi gözünüzde büyütmeyin, ağaçtan veya taşlardan kaleler, yine taşlardan saha çizgileri, hepsi bu.

Her maç öncesi alandaki taşlar temizlenirdi. Vakit akşama yakınsa, bir iki araç lastiği yakılarak etraf aydınlatılırdı. Meydan ile çayın arasında yirmiye yakın dut ağacı vardı. Mevsimi gelince özellikle kadınlar, gruplar halinde gelerek dut silkelerlerdi. Meydanın sol tarafından Sevindoğu başlar. Çam, meşe, ardıç, gürgen ağaçlarının olduğu Sevindoğu dağı, köyü çevreleyerek uzayıp gitmektedir.

Ergek, köylülerin tüfek ve tabanca ile silah talimi yeriydi aynı zamanda. Çevresi tepelerle çevrili olduğu için, ses vadide boğulur ve uzaklara gitmezdi. Vadinin aşağısından başlayan bahçelerde çalışanlar varsa, o gün silah atışı yapılmaz, tarlalarda çalışanların silah sesinden korkmasından çekinilirdi. Bir defasında babama bunu sorduğumu hatırlıyorum da “Oğlum, hamile kadınlar silah sesinden dolayı bebeklerini düşürebilir” demişti.

Bu arada sözlüklere tekrar baktım. 10-15 yıl önce sözlüklerde bulamadığım “ergek” kelimesine bu defa TDK’nın Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde rastladım.

Höpçük

Bir nargile sohbetinde arkadaşlarımızdan biri “Sipsi ne demek, anlamı nedir, nece bu kelime?” diye sordu. Kimse bilmiyordu. Hâlbuki o ana kadar nargile kültürü üzerine bir hayli konuşmuş, bildiklerimizi paylaşmıştık. Eve gelince sözlükleri karıştırdım ve bir yerde sipsinin “gemici düdüğü” şeklinde tanımlandığını gördüm. Başka bir yerde de “zurnanın dudaklara gelen kamış bölümü” diye yazıyordu. “Nargiledeki sipsiye bu anlamdan yola çıkılarak ad verilmiş olmalı” diye düşündüm. Sipsi, şekil olarak zurnanın kamış kısmına benziyor. Üflemeli çalgıların hepsinde benzer işlevi gören bir parça var.

Araştırmaya devam ederken, “ağaç dallarından yapılan düdük” diye sipsinin başka bir anlamına rastladım. O an bir kelime, üzerindeki toz toprağı silkeleyerek zihnimde belirmeye başladı: “Höp, höpçü, höpçük…” “Evet ya!..” dedim, “Sipsi bizim höpçük” gibi bir şey. Sözlüklere hızlıca yeniden baktım ama “höpçük” kelimesini bulamadım. Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde de yoktu. “Ben mi yanlış hatırladım” şüphesiyle Mehmet Ağabeyimi aradım, ona sordum. Doğru hatırlamışım, o da “höpçük” olarak kelimeyi teyit etti.

“Höpçük” nedir, anlatayım. Bahar gelip ağaçların filizlerinden dallarına doğru su yürüyünce, elimizdeki çakıllarla ağaç dallarından düdükler yapardık. Bunların en bilineni ve kolay olanı “höpçük” idi. “Höpçük çıkarma” derdik bu eğlenceli işe. Bizim oralarda ceviz ağacından yapılırdı; başka yörelerde daha çok söğüt dalından yapıldığını duymuştum. Höpçük, şekil olarak sipsiye benzer. Çocuklar altı yedi yaşından itibaren höpçük yapabilirdi. Küçük de olsak, cebimizden çakı eksik olmazdı. Ne de olsa köylü çocuğuyduk. Bahar gelince ovalarda, kırlarda höpçük sesleri yankılanırdı. Bazen “En uzun kim öttürecek?” şeklinde yarışmalar yapardık. İstanbul’dan gelen akraba çocuklarının ellerimizdeki höpçüklere hayranlıkla bakmasından zevk alırdık.

Şimdi hepsini hatırlayamadığım başka müzik aletleri de yapardık ağaç dallarından. Üçünü hatırladım mesela: Düdük, zurna, boru. Onlar höpçükten daha büyük olurdu, yapması da zordu hem. Her birinin sesi farklı çıkardı. Bazılarının sesi çok uzaklara giderdi, bazıları da az sesli olurdu.

Bu arada höpçüğün nasıl yapıldığını detaylıca anlatmamı beklemeyin; bahar ve yaz aylarında yolunuz bir köye düşerse, rastladığınız ilk kişiye rica edin, size hem anlatır, hem de yapılışını gösterir. Böylelikle birkaç saat, hatta birkaç gün eğleneceğiniz bir höpçüğünüz bile olur.

Günülemek

Geçtiğimiz Mart ayında arkadaşlarla İstanbul’dan Amasya’ya giderken, Kastamonu-Ankara yolunun Ilgaz kavşağında bulunan Doğruyol Tesisleri’nde kısa bir mola vermiştik. Tesislere girerken iki kadının aralarındaki konuşmadan sıçrayan bir kelime kulağıma yapıştı kaldı. Cümleyi anlamadım ama kulağıma gelen kelime “günüleme” idi. Yol boyunca bu kelime kulaklarımda yankılandı. Kelimeyi duyar duymaz kolaylıkla hatırlamıştım. Çoktandır duymadığım bir kelime olsa da telaffuz etmek de zorlanmadım.

Kargı’dan geçerken şehrin arkasındaki dağlara baktım uzun süre. Dağların arkasında bizim yaylalar var. Yaylalardan aşağılarda da tarlalarımız, meralarımız ve köylerimiz. Dağlara doğru baktıkça, bahar mevsiminde köylerde olanları “günüledim” durdum.

İstanbul’a dönünce emin olmak için sözlüklere baktım, internette araştırdım. “Kıskanmak, çekememek, haset etmek” şeklinde açıklanıyor “günülemek”. Kelimenin aslı nedir, araştırma yapmadım. Mesela “gönül” kelimesiyle bağlantısı var mı, bilmiyorum. Belki de vardır, çünkü kıskanmanın gönülle ilişkisi var.

Kardeşler arasında bir kıskançlık olduğu zaman, “Kardeşini günüleme!” diye ikaz ederdi büyüklerimiz. Bir kadın başka bir kadını kıskandığı zaman, çevresindeki diğer kadınlar kıskançlık yapan arkadaşlarını “Sen onu günüledin” diye alaya alırlardı.

Ferik

Babaanneme “Nasılsın?” diye sorduğumda, bükülmüş beline, onca rahatsızlığına, ağrılarına aldırmadan coşkuyla cevap verir, “İyiyim” derdi. Çok neşeliyse “İyiyim” demekle yetinmez, sesini daha da yükselterek “Ferik gibiyim evladım, ferik gibi” diye de eklerdi. Şubat ayında annem, kalp damarlarından ameliyat olmuştu. Ameliyat sonrası ziyaretlerimden birinde “Anne, maşallah ferik gibisin!” diyerek moral vermeye çalıştım. Planlamamıştım, kelimeyi birden dilimde buldum.

Babaannem “ferik”i genç anlamında kullanıyor, “Genç kız gibiyim” demeye getiriyordu. Sözlüklerde yer alan anlamı, onun kelimeyi böyle kullanmasına olanak veriyor. TDK Sözlüğü’nde ferik, “kümes hayvanlarının civcivlikten çıkmış yavrusu, piliç” şeklinde açıklanıyor. Yöresel bazı kaynaklara baktığımda daha ilginç bir anlamıyla karşılaştım. İç Anadolu’daki bazı illerde ferik kelimesi, “ikinci eş” (kuma) için kullanılıyormuş.

Bir de “ferik elması” var. Gevrekliğinden, sertliğinden dolayı bu ad verilmiş olmalı. Meyvelerle ilgili bir kaynakta, ferik elması hakkında şu bilgi veriliyor: “Karadeniz kıyısıyla Kocaeli bölgesinde çok yayılmış kışlık bir çeşittir. Nisan, Mayıs aylarına kadar depolarda tazeliğini muhafaza eder. Ağacı iridir, bir yıl bol meyve verir, bir yıl dinlenir. Sert ve sulu bir elmadır.”

Ferik elması bazı şiirlere de girmiş. Attila İlhan’ın “Türkiye” şiirinde geçiyor sözgelimi. Ayrıca Aka Gündüz’e ait olduğu not edilen şu dizelerde rastladım: “Sanki onların göğüsleri içindeki kalptir de/ Bizim iman tahtalarımızın altındaki külde pişmiş ferik elması.” Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca Lügati’nde kelimenin (kef) ile yazılışı da yer almış. Anlamı, “buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hale gelmişi” şeklinde verilmiş.

Kelimelerle cümle kurarız, konuşuruz, yazarız, sohbet ederiz. Üzeri tozlanmış çok kelimemiz var. Onlar, tozlarını silkeleyip cümlelerimizde yerini almaya hazırlar. Etrafa kulak kabartmamız yeterli. Anadolu’nun yayalarına, kırlarına, tarlalarına, köylerine, kahvelerine yolumuz düştüğü zaman kulağımız kelimelerde olsun. Yitirdiğimiz bazı kelimelerle oralarda karşılaşma ihtimalimiz yüksek. Bazı kelimeler de ilk defa oralarda bize “Merhaba” diyecek. Yaşları ilerlemiş aile büyüklerimizle sohbet ederken de benzer kelime sürprizlerine hazır olmalıyız. Onların sözlerinde sık sık farklı kelimeler duyarız çünkü.