BU kâinatın
büyüklüğü beni bitirecek. Alanının araştırmacıları yüzyıllardır uzayı
gözlemliyorlar. Işık yıllarıyla ölçüm yapılması bile yetmiyor mesafeleri
tanımlamaya. Geçenlerde bir haber vardı. Burçin kardeşimiz, 359 milyon ışık
yılı uzaklıkta bir galaksi keşfediyor ve galaksiye adını veriyorlar. Güzel ve takdire
şayan bir gelişme bence. Bu başarıyı kutladıktan sonra hemen kaybolmasak
diyorum. Hani bu habere konu olan bazı rakamlar var, bir de onları konuşsak…
359
milyon ışık yılı, bir ışık yılı mesafeyle oranlandığında 9 triyon 460 milyar
800 milyon kilometre ediyor yaklaşık. Bu rakamlar bile bütün kâinat içinde yine
çok az şey ifade ediyordur, eminim! Ama gerçekten üzerinde biraz olsun
düşünülmeye değmez mi?
Dünyamızın
devasa kâinat içinde nokta kadar bile yer kaplamadığını düşünürsek, benim
kapladığım yerin metre olarak ifadesi benliğimi bayağı sarsıyor.
Aklı
bitirecek ölçülerdeki bu kâinat içinde mikro bir yer işgal eden insanın içine
baktığımızda ise, beynine, hücre yapılarına, DNA’larına işlenen sistemlere,
insanın küçüklüğüne ters oranda, kâinatın büyüklüğüne ise eş büyüklükte bir
teknoloji, bir yapı ve bağlantılar zinciri var ve bu, aklı bir başka açıdan mat
ediyor.
Şimdi
hep beraber şöyle bir tablo hayâl etmeye çalışalım: Süper büyüklükte bir kâinat,
onun içinde süper mikro insan… Mikro insanın içine sığdırılmış süper sonsuz bir
teknoloji, kâinat kadar büyük bağlantı ve yapılar… Âdeta iki yakası sonsuzluk
olan bir nokta gibi varlığımız. Tam ortada bir benlik… Adı “ruh”, “idrak”, “akıl”
veya ne isterseniz o olsun… İki ucuna halat bağlanmış. Bir taraftan uzak, çok
uzak yıldızlar, galaksiler ve bitmek bilmeyen mesafeler çekiyor -ki halatın
ucunu kimsenin görebileceğini sanmıyorum-. Halatın diğer ucunu hayranlık çeker.
İster kalbini al, ister beynini, istersen bir ağacı incele veya yağan karı, bir
kelebeği... Bir sineğe veya 0,5 milimlik bir su ayısı canlısının içine
yerleştirilen inanılmaz teknolojiye bir bakınız!
Gözle
görülemeyecek küçüklükteki bir hücrenin içine kütüphaneleri kim sığdırabilir?
Bu yaratılışın, teknolojilerin, hayranlığın ipinin de ucu görünmüyor.
Arada
kalanın aslında canının çıkması, hatta perişan olması gerek. Oysa bize hiçbir
şey olmuyor. Bir başka gizemli ve büyük teknolojidir bu dayanmaya sebep. Nefs, -ya
da açarsak- hırs, unutkanlık, çıkarlar, işler güçler, umursamazlık, bütünü
algılayamama ve daha nice içsel yapılarımız, koca kâinatı, sonsuz ihtişamı,
arada can çekişmemizi takmaz kafaya.
Neyi
mi kafaya takarız? Karşı tarafı iyi kafaya takarız. İyi bir hakem ve iyi bir hâkimizdir.
Yargılanacaklar da ezelden bellidir: Karşı taraf!
Karşı
taraf kimler sizce? Tabiî ki onlar! Diğer futbol takımının taraftarları, diğer
ülkenin vatandaşları, diğer dinin mensupları, diğer siyasî parti üyeleri, diğer
mahalle sakinleri... Yeter mi? Yetmez! Oruç tutanlar ile tutmayanlar, giyimde
kuşamda modacılar ile gelenekçiler, sosyal medyada guruplar…
Sizce
parçalanmışlığın sayısını bulabilir miyiz? Sahi, insana insan olmak yetmez
miydi? Hâlbuki birbirini tamamlamak için gönderilen kadın ve erkek ayrımı
yeterdi bize. Yetmedi. Kendisi için süslenen sonsuz büyüklükteki kâinatı ve
kendisine giydirilen sonsuz ihtişamdaki bedeni görmedi de, içinde var edilen
ama kullanırken düşünmesi gereken, hırsına ve inadına hiç doyamadı. “İllâ
haklı, üstün ve güçlü olacağım” diye böldü, böldü, böldü. Ne akıllıca, değil
mi?
İki yakadan çeken sonsuzluğu, bir bahane, bir hırs ve bir de inat nasıl da yeniyor? İşte buna da hayret edemeden geçemiyorum!
Önyargılı
hâkimiyet
Hâkimiz
çoğu kez; genelde suçsuz ve günahı az ve hoş görülebilecek olan ve sebepleri
kabul edilmesi gerekeniz. Birçok şey hakkında bir şeyler söyleyebiliriz; sınırlı
da olsa bilgimiz, rahat ve kesin yargılar yapabilme hakkımız var kendimize
göre. Hakem olarak yönetişimiz taraflı, bütünden uzak, ilmî ve dengeli değil.
Düşünce dünyamız gelişi güzel. Hakemin kendine ve değer verdiklerine verdiği
kararlar ile sevmediği, ilgi duymadığı kişilere karşı verdiği kararlar arasında
uçurum var.
Bedenimizde
de her zaman faydalı ve zararlının savaşı vardır. Bir anlamda dışarıdaki hayat
ile içimizdeki hayat birbirine benzer. İçimizdeki mücadeleyse hiç bitmez.
Yaratan böyle yaratmış, hikmetlerinin hepsini bilemeyiz. İradesel olarak doğru
kararlar alır, doğru davranış ve beslenme alışkanlıklarını uygularsak, beden,
içerideki mücadelenin çoğunu kazanır. Ve en önemlisi de, mücadele olmadan
güçlenme, gelişim olmaz. Dışımızda da insan insana karşıdır. Kullanmaması,
abartmaması gereken bazı özelliklerini kontrol edemeyen insanlar, güçlerinin,
inançlarının ve zenginliklerin köleleri olurlar ve çevrelerine zarar verirler.
İyilerin,
kötüler karşısındaki en büyük zaafları, hırsın, kibrin, inadın, teknolojinin,
gece gündüz, yıllarca çalışılan plânların karşısına rehavetle ve birlik içinde
olmadan, gerekli donanımlara sahip olmadan, ne ile mücadele ettiğini iyi
tanımadan hazırlıksız çıkmalarıdır. Belirttiğim kelimelerin yerine sizler başka
kelimelerle düşünce kurabilirsiniz. Ana tema belli: Zararlı olan da hayatın bir
parçası, onu yok edemezsiniz, yokmuş gibi sayamazsınız!
Oturduğunuz
yerden yapacağınız eleştiri ve yargıların kimseye faydası yok. Neyin gerçekte
faydalı, neyinse zararlı olduğunu bilemediğimiz o kadar çok şey var ki... En
iyisi mi, biz her zaman kendimiz ve insanlığın menfaatine olacak şekilde
gelişimimiz ile ilgilenelim. Her an, her şey için hazırlıklı olalım. Yarının
neler göstereceğini bir Allah bilir. Rabbim ülkemize, insanlığa, çocuklarımıza
güzel yarınlar nasip etsin!
Siyah
beyaz
İnsan,
içinde siyah ve beyaz ile beraber yaratıldı. Sizce bunun hikmetlerinden biri ne
ola ki? Elinizi, idrakinizi içinize atıp zararlı olanları temizleyebilir
misiniz? Dikkatli olmadığımız için, gerekli şeyleri yapmadığımız için
hastalanmamıza sebep olan unsurları eleştirelim haydi!
“Ey
mikroplar, virüsler, bakteriler, ne arıyorsunuz içimde? Benim gibi bir insanın
içinde olmaya utanmıyor musunuz? Beni şu zamanlarda hasta etmeyin! Çocuğuma,
eşime bulaşmayın!” Yaşama meydan okumayı bırakalım, işimize bakalım!
Burada
vermek istediğim mesajı toparlamak istiyorum. Yaratıcımız Yüce Mevlâ, tarife sığmaz
ve hakkıyla bilinemeyecek olan Yüce ve Tek Yaratıcıdır. İlmi sonsuz ve bizi
yoktan var eden can verenimiz… Can ve varlık sahibi, akıl, irade, görebilme,
duyabilme, hissedebilme sahibi mucizevî bir eseriz. Öyle bir kâinat evinde var
edildik ki, aklımız ne ölçülerine, ne ihtişamına, ne teknolojisine
yetişebiliyor. Bu kadar olağanüstülük ve mucize içinde bir o kadar inanılmaz
olan nefs -ya da ne derseniz deyin- kontrolden çıktığında, hiç iyi şeylerin
olmadığı bir durakta, mucizenin tam ortasında, bir kibrit yakıp hem kendimizi,
hem çevremizi, hem de geleceğimizi çok rahat yakabiliyoruz.
Rabbim
zıtlıklar içinde yaratmış kâinatı. Kadın-erkek, siyah-beyaz, mucizeler-nankörlük,
ilim-cahillik, kış-yaz, doğum-ölüm, sevgi-nefret… Tam bu noktada “Biz kimiz ve
şu an nasıl bir konumdayız?” sorusunun cevabına geçmek istiyorum.
Çok
özel bir ülkede yaşıyoruz. Ülkemiz dünyanın/insanlığın göz bebeği, en güzel
rengi, en zengin karışımı bence. Kültürün, ahlâkın, dinin, bir olmanın,
paylaşmanın en güzel temsilcisi. Tarihte her zaman en güzel örnekleri vermiş
kutsal bir topluluk. İçinde elbette az sayıda ayrıştırıcı, bölücü unsur her
zaman oldu. Fakat bu unsurların hiçbir zaman ülkemin kimliğine ve karakterine
kalıcı lekeler sürebildiğini sanmıyorum. İleride de bu açıdan başarılı
olamayacaklardır. İçinde her türlü renge yer verebilen ama aslî rengini
kaybetmeyen bence tek ülke, benim ülkem, Türkiye’m!
O
hâlde gelin özümüze, dinimize uygun hareket ve düşünce yapılarına sahip
çıkalım. Tanıyalım, tanıtalım. Yaratıcımız Allah, iki yakamız sonsuzluk ve
ülkemiz Türkiye iken, gerçekten, ama gerçekten birer birey olarak özümüze
yakışanı yapmakla mesul değil miyiz zaten? Ben böyle bir dinin, böyle bir
ülkenin vatandaşı isem, edebiyat kurallarını hiçe sayarak yine büyük yazacağım:
Rabbim benden güzel şeyler beklemez mi, bu yaşam benden ve senden çok şey
beklemez mi?
Bunca
hengâmenin içinde şu durumları yaşamak, yaşatmak bize yakışır mı peki?
Oyalanmak, ama ne ile? Başkalarının giyimi kuşamı, yedikleri ve içtikleri, oruç
tutup tutmadıkları, namaz kılıp kılmadıkları, hâl ve hareketleri, yazdıkları ve
söyledikleri ile meşgul olmak… Eleştiride bulunup yargılamak, zulmetmek, dili
ve üslûbu düşürmek… Yanlışı yanlışla düzeltmek doğru olur mu? Hepimiz kusurlu
iken etrafta kusur aramak, kusurları yargılamak ne derece akıllıca?
Burada
şu şekilde eleştiriler gelebilir: “Kusurları, hataları düzeltmeyelim mi, uyarmayalım
mı? Zalim, zulmüyle başıboş mu kalsın?”
Peki,
zalimin zulmüne yer açan şey, ilmin, birlik ve beraberliğin, hoşgörünün, ahlâk
ve erdemin sahada yer açması, hazırlıksız olması, nerede duracağını bilmemesi, geri
çekilmesi değil midir? İlmine, dinine, birlik ve beraberliğine layıkıyla sahip
çıkan bir toplumda yanlışlar ve zulüm çok da etkili olamayacak ve şekerin çayda
erimesi gibi, yaşamın çeşitliliği doğası içinde eriyecek, yaşanıp gidecek.
Şekere “Niye varsın? Seni istemiyorum ve yok edeceğim!” demenin aklî ve dinî
bir tarafı olabilir mi? Rabbim zıtlıkların her birine ömür ve nimet vermişken,
ben hiçbir şeyi sonlandıramam ve var olan hiçbir şeye “Niye varsın, niye böyle
yapıyorsun?” diyemem.
Sen
ve ben, kul olmanın gereğini yerine getirelim, hoş bir sedada, içimizde her
şeyi eritelim. Okuyalım, yazalım, cesur ve kararlı, hazır olalım. Bütün canlara
can olalım. Zalimin karşısında dik duralım, Rabbimizin nazarında değerimizi
küçültücü, düşünce ve davranışlara izin vermeyelim. Boş işler ile
oyalanmayalım!
İnsan olmak ne büyük bir şeref ve onur ve de ne büyük bir mucize, değil mi güzel insanlar? Gelin, mucizemizi doya doya yaşayalım!