Uyumsuz Derviş

Her şeyin ortasında fakat hiçliğe yakın bir yerdeydi. Var ama yok gibiydi taşralı Derviş. İçinde yara gibi taşıdığı gurbetliği hissetmemek için çabalıyordu. Gurbetliğini yok saydı; yok saydığında daha çok var edeceğinden habersiz…

DERVİŞ bastı genç yaşına… Şehirden okul kazandı Derviş. Köyünden ayrılacaktı, el mahkûm! Helâllik aldı anasından. Toprak kokan ellerinden öptü ayrılırken. Pek sevinçliydi kadın; gözlerine çizgiler doluşmuş. Üstelik yorgun ve yaşlı… Yola çıkarken Derviş, isminin anlamını sordu anasına. Anası gülümsedi, “Adının anlamı Derviş’tir oğul!” dedi.

Şehre ilk adımını attığında şaşkınlıklar içerisindeydi. Karşısında rıhtım, deniz kokusunun tadına baktığı o ilk andı. “Şehir yüz köy kadar!” dedi Derviş heyecanla. Ne kalabalık, ne büyük yer ama!

Derviş, şehre bakarken kıstı gözlerini, gülümsedi. Etrafındaki devinime tümden yabancıydı bu genç çocuk. İnsanları, geceleri ve gündüzleri şaşkınlıkla izliyordu. Bilmediği sokakları gezip tanımadığı yüzlerden tanıdıklık devşirmekti niyeti. Bilmiyordu fakat etrafında olup biten her şeye yabancılığı aşikârdı. Gurbetliğini gönlünde taşıyordu.

Şehre ve şehrin vaktine alışma çabaları sürerken, Derviş’in aklına okul geldi. Okula gitmek için evinin yakınındaki durakta bekledi bir sabah saatlerce. Otobüsün gelmemesinden değildi bu bekleyiş. Duraktan yüzlerce otobüs geçti içi insan dolu. Geçip giden otobüsleri izledi fakat otobüs tam önünde durduğunda adımını bir türlü atamadı koca otobüsün basamağına. Bir korkak gibi görünüyor, sığamıyordu kalabalığa. Büyük bir şaşkınlık içerisindeydi Derviş. Anlamsız bakışlarını uzayıp giden yola dikti. Nefesi kesildi, soğuk soğuk terlemeye başladı.

Durakta beş saat bekledikten sonra, arkasından kaba bir adam itmişti onu otobüsün basamaklarına doğru. Böylelikle Derviş binebildi otobüse, yüzüne kalabalığın dayanılmaz uğultusu çarptı. Erişebildi okuluna.

Yeni yaşayışıyla ilgili büyük hayâlleri vardı Derviş’in. Şimdi hayâlinde yaşıyor, bu yeni hayatın izlerini takip ediyordu hayretle. Etrafında olup biten her şeyi anlamak için çabalıyordu. Sokakta, arkasında yürüyen kimselerin alelâde sohbetlerini bile fark ettirmeden dinliyor, onlardan yabancısı olduğu hayatın ipuçlarını devşirmeye çalışıyordu. Yaşanan hiçbir ânı kaçırmak istemiyordu ışıklı sokaklarda yürürken. Onun bu isteği, çarçabuk dönüşmeye başlamasıyla, yeni hayata ayak uydurmasına öncülük ediyordu.

Derviş, çevresini dostlarla donatmaya başladı. Dostları, kalbi kir kaplı adamlardı. Vaktinin çoğunu orada burada gezerek, dostlarıyla hoş sohbetler yaparak geçiriyordu. Böylelikle çevresinde daimî bir tanıklık ve tanışıklık meydana gelmiş oluyordu. Hemhâl olduğu insan sayısı o kadar çoktu ki şehirde, yalnızlığa bir an bile kavuşamıyordu Derviş. Etrafını bir sarmaşık gibi sarmış ve pervasızca konuşan adamlarla vaktini geçiriyor, hayâlini ve adını unutuyordu. Tüm varlığını bu muhabbet masalarına adadı.

Her şeyin ortasında fakat hiçliğe yakın bir yerdeydi. Var ama yok gibiydi taşralı Derviş. İçinde yara gibi taşıdığı gurbetliği hissetmemek için çabalıyordu. Gurbetliğini yok saydı; yok saydığında daha çok var edeceğinden habersiz…

Olduğu kişi, hattâ giyinip kuşandığı libas yakasını bırakmıyor fakat lânet ediyordu ona. Tüm söylemlerinin ve çiğ yaşamının sığlığında boğuluyordu Derviş. İnsanların arasında uyumsuz biri olduğu kanısına vardığında beyninde bir cereyan koptu. Bu nâhoş çevreden kaçmak, kendi elleriyle kurduğu düzeni yıkmak birtakım bedellere sebep olacaktı. Dostların ve şehrin karşısına çıkıp hesaplaşması gerekiyordu. Bu yolculuğa, arkasından kaba bir adam itmiş gibi, rastgele ve âniden çıktığının farkına vardı ve sesini yükseltti. Gerçeklerden bahsetti muhataplarına. Derviş’in söyledikleri, bu zamana kadar rastlanmamış, hakiki söylemlerdi. Karşısındakiler ilk defa duydukları gerçeklerle sarsılmışlardı. “Nasipsiz adamların kaderidir bu!” diye geçirirken içinden, çehreler değişti. Gözleri kısık, inanmayan yüzler gördü karşısında.

Onun söylediği gerçeğe kimse inanmak istemedi. Herkes kızgındı; Derviş’i suçladılar içinde bulundukları yitik hayatın çizgisinde. Derviş, acı bir iftiraya maruz kaldı, hayretle karşıladı bu tutumları. Durdu ve ağladı. Düşündü; devam etse konuşmaya, gerçekleri bir bir sıralasa, yalancılıkla yaftalanacaktı. Diğerlerinin onun hakkındaki “yalancı” olduğu kanısı yüzünü kızartacaktı. Böyle bir şeyi hiç istemezdi. Fakat gerçeğini sürdürebilecek gücü de bulamıyordu kendisinde. Yenik düşecek ve zift ellerine bulaşacaktı. Ya ne yapmalıydı?

Derviş verdi kararını, insanların gerçeklerine yakın yalanlar söyledi. Böylece çokluk içinde gizlendi, fakat hâlâ ağlıyordu. Aklına hiç gelmedi onların yargılarına itiraz etmek. Çünkü o her zaman, bir kimsenin onu suçlamaya kalkışmasından önce kendini suçlar ve karşısındakine hak verirdi. Böylece tüm muharebelerden büyük kayıplarla çıkardı. Yenilmeye mahkûmdu. Yılmıştı bu lânet huyundan!

Uzun yıllar geçti bu hesaplaşmanın ardından. Gurbetliğini unuttu Derviş. Sanki köyden şehre geldiği ilk gün, otobüsünden indiği rıhtımda doğmuştu. Öncesini hatırlamıyordu. Köyünü, anasını unuttu Derviş. “Niçin gerçeklerim yargılandı ve bir kabulsüzlük ile karşılandı ki?” şeklindeki kafasını kurcalayan asıl soruyla haklı çıkartıyordu kendini ve yine bu soruyla suçluyordu karşısındakileri. Eğer gerçekleri duyduklarında inansalardı ona, söylediği tüm sun’î cümlelere gerek kalmayacaktı. Eğer kabul etselerdi onu böyle, yalanı olmayacaktı. Adını unutmayacaktı.

Toprağından koptu Derviş. Ne yol kaldı, ne dönüş için bir iz…

Şehirde dolaşıyordu Derviş. Dillendirmek istemediği, adını dahi bilmediği çıkmazların dar sokaklarında durmadan dolaşıyor, bir çıkış yahut bir soluk arayışına girmiyordu. Bu isteksizlik, onu ömrü boyunca dar sokaklarda yürümeye mecbur bırakıyordu. Henüz kendisini nasıl bir hâl içerisinde olmaya zorlamış olduğunu düşünmüyor, yalnızca yürüyordu. Yolları önemsiz, patikaları yorucu ve son düzlüğü olmayan bir seyahate çıkmıştı. Zaman zaman kendisine kızıyordu bunun için. “Neden?” çığlığı yükselince gövdesinden, durup bir köşede ağlıyordu. Şehrin fırtınası durgunlaşınca doğruluyor ve çabasız adımlarınca ilerliyordu.

İler(i)-le/mek… Daima iler(i)-le/mek, fakat çakılı kalmaya teşne olmak… Çıkmaz sokaklar deniz kokan köşesine eriştiğinde, “Şehir yüz köy kadar!” dedi Derviş ve kendisine adının anlamını sordu. Unuttuğu adını ve onun anlamını...

Gülümsedi Derviş…