
YOLCULUK ne güzeldir. Hele yol uzunsa, gittikçe artar güzelliği. Bir tarafta ayrılık varsa, öbür tarafta kavuşma vardır. Yeni yerler görme, yeni insanlar tanıma heyecanı içinde geçilir mesafeler. Manzara her adımda değişir.
Yol arkadaşları kafa dengi olunca, her adımın, alınan her kilometrenin keyfi kolayca tarif edilemez.
Yüzlerce defa gidilen bir yol da olsa, ilk defa gidilen de olsa fark etmez. Yolculuk sevenler için biri diğerinden üstün değildir.
*
Bir tarihte değerli bir arkadaşımla yola çıkmıştık. Radyodan bir türkü yükseldi…
“Al Fadimem bal Fadimem/ Yanakları gül Fadimem/ Uyan uyan sabah oldu/ Namazını kıl Fadimem…”
Sevdiği Fadime’yi sabah vakti uyandırıp namazı hatırlatmak… Ve bunu türküye işlemek… İnsanı nerelere götürüyor.
Bendeniz de o sıra bir yerlere gittim. Araba karayolunda kilometreler alırken, fakir de zaman içinde gerilere uzandı. Yolculuk içinde yolculuk diyelim.
*
Derin bir nefes aldıktan sonra, o nefesi vermeyi unutmadan hatırladıklarımı yol arkadaşımla paylaştım.
“Bir zamanlar bu tür türküler radyolarda kolaylıkla çalınmazdı” dedim.
“Nasıl?” diye sordu.
Dedim ona ki: “Namazdan, abdestten, oruçtan bahsetmek pek hoş karşılanmazdı. Şarkıda türküde olsa bile o bahislerden özellikle uzak durulurdu.”
“Yaa?”
“Yaa!”
Biraz daha izahta bulunmak ve somut bir örnek vermek gerektiğini hissettim ve devam ettim.
“Meselâ 28 Şubat döneminde bu tür şeylerden pek hoşlanılmazdı. Kimi zaman açık, kimi zaman üstü örtük baskı vardı. İçinde ‘Namazını kıl Fadimem’ sözleri geçen türkü o dönemde kaç kere çalınmıştır, imkânı olan araştırsın. Hatta çok daha evvelinde bütün Türk müziği eserleri yasaklanmış. Yalnızca Batı müziği serbest bırakılmış. Şarkı türkü çalıp söylemek suç sayılmış. Sonradan yanlış olduğunun farkına varılmış. Hâlbuki biz Budistlerin eserlerine bile hiç ses çıkarmayız. Dinler ve hatta bazen eşlik ederiz.”
“Nasıl? Budistlerin eserleri mi?”
“Gayet tabii. Herkesin bildiği bir türkü vardır meselâ.”
“Ben bilmiyorum.”
“Mutlaka bilirsin de şimdi hatırlamadın. Sözlerini söylesem, hemen ‘Hah’ diyeceksin.”
“Nedir?”
“Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Buda gelir Buda geçer, ağlama/ Göklere erişti feryad-ı âhım/ Buda gelir Buda geçer, ağlama…”
Değerli arkadaşım bunu duyunca gülme krizine girdi ve kaza yapmamak için yavaşlamak zorunda kaldı.
Yolculuğun başında imla konusunda biraz sohbet etmiştik. De’leri da’ları ayrı yazmayı bilmeyen veya dikkat eksikliğinden yanlış yazanlar hakkında konuşmuştuk. Sadece de’ler da’lar değil elbette. Ki’ler ve mi’ler, mı’lar ile mu’lar da var.
Radyoda Fadime Hanımı namaza çağıran türkü çıkmasaydı, “Bu da gelir bu da geçer ağlama” yazacağı yerde “Buda..” şeklinde yazanları hatırlamayacak ve konu etmeyecektim. Konu kendiliğinden geldi.
*
O yolculuk sırasında bahsetmediğim bir ayrıntıyı hatırladım şimdi.
28 Şubat dönemi, Ramazan’dayız. Vakit ikindiye yaklaşmaya çalışıyor. Radyoda program sunucusu kadın sohbet ederken, olmaması gereken bazı sesler duyuluyor. Cam bardak içinde, çay kaşığının inadına şıngırdaması. Dedik ya sadece namaza değil, oruca da tepkili. Normal zamanda TRT radyosunda yayın dışında herhangi bir sesin duyulduğu görülmüş bir şey değildir. Azami dikkat edilir. Fazladan çıt bile çıkmaz. Fakat ablamız pek bir hevesle karıştırıyordu. Şeker çoktan erimiş ama o inadına şıngırdatıyor.
“Ben oruç tutmam, tutmuyorum. Çayımı içiyorum, haberiniz olsun” diye açıkça söylemek zor geldi demek. Ek ses çıkartarak dinleyicileri ve iktidarı haberdar ediyordu. Bilhassa, oruçlu olup da bir bardak çay için iftarı bekleyenleri sinirlendirmeyi başarmıştı. İşte onlardan biri de bu kardeşinizdi…