Uyak sesleri

Öyle bir geliş ki, sadece ninnileri değil, gelirken attığı adımlar bile uyaklı. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, o size bütün ritimleri öğretiyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, o size samanlıkta iğneler bulduruyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, bütün kargaşanızı alabora ediyor.

KENDİMİ bildiğimden beri hemen her gün farklı intibalarla birbirimize bir etki bırakıyorduk. O sürekliliği, kararlılığı, kendinden eminliği ve çok uzun tecrübesi ile kimi gün akşamın daha erken vaktinde, kimi gün biraz daha gecikerek kapımızı çalıyor -ve çoğu gün eldekini de tüketerek eve gelen bizlere nispetle- eli hiç boş gelmiyordu. Biz ise hayatı ve hayatta olduğumuzu algılama konusundaki tecrübesizliğimiz ile yükümüzü arttırarak dünyamızı daha karmaşık hâle getiriyor, hem kendimize uzaklaşıyor, hem de çoğu işimizi zorlaştırıyorduk. [Kendine uzaklaşan kimsenin çoğu şeye uzaklaşması pekâlâ mümkündü.]

Gün sonu son bir silkinme de olsa, son gayretimizi harekete geçirmek amacıyla bizim için bir murâdı vardı elbette onun. Adı, “gece” idi. O, geldiğini, -ya da daha doğru ifadeyle- doğduğunu anlatmak ve murâdını hissettirmek maksadıyla bazen ışığımıza, kimi zaman da karanlığımıza ihtiyaç duyuyordu. Bunun adına, “kendi aydınlığını göstermek için karanlığımızı bize tanıtmak” da diyebiliriz. Geldiğinin daha iyi idrak edilmesi için elbette en koyu karanlığı tercih ediyordu. [Zira karanlığa bir vesîleyle âşinâ olanın kulağı giderek hassasiyet kazanır. Başlangıçta bazı sesleri benzeterek karıştırsa da daha sonra birçok sesi çok kolay bir şekilde ayırt etmeye başlar. Bu, insanın içinde bulunduğu durum ve psikolojiye göre şekillenir daha çok. Kulağı kapıda olan kimse, duyduğu çoğu sesi kapı sesi zanneder.]

Bu son akşam ise vakit, bize muhalif şekilde epeyce ahenginde ilerlemişti. Bir süre algılayıp yok saydığım ayak sesleri artık zihnime hücum ediyordu. Nihayet dönüp baktığımda, evin içinde gezenin ta kendisi/gece olduğunu fark ettim. Uzun zamandır kendisiyle karşılaşmadığımı hissettim bir an. [Vicdanım bir an elimden tutup hissin ötesine geçirdi beni.]

Kendisi uyumadığı gibi beni de uyandırmıştı. İstemsiz ve vakitten habersiz bir şekilde, “Bu vakitte ve bu karanlıkta burada ne geziyorsun, hayırlar ola?” diye sordum. O ise, “En son ne zaman bir karanlıkta aynaya bakmıştın?” diyerek soruya soruyla cevap verdi. Elbette bir şey diyemedim. Oturduğum yerde bir an sendelemek nasıl olursa öyle sendeledim. Karanlıkta kendi karanlığıma baktığımı kim görse inanmazdı. Buna da emindim. Önce cesaretimi toplayamadım. Bir an bir refleks, belki bir savunma psikolojisi ile “Bunların hepsi aslında senden” desem, geceye haksızlık olacağını da biliyordum. Son bir gayretle ve ümitsizce aynaya bakayım istedim. Baktım ama karanlık en koyu hâliyle işte oradaydı. Baktığım aynaydı, bu doğru, ama gördüğüm karanlık?

[Bu arada ben size bahsetmedim, değil mi? Akşam ışıkları kapamadan uyuyamam ben. Korktuğumdan mı? İnanın, bunu bilmiyorum ama epey süredir bu hâli yaşıyoruz. Evimizde misafir konakladığında, “En azından salon tarafından küçük bir ışık yansa sizi rahatsız etmez, değil mi?” diyorum. Gece lâmbası... Evet ya! “Azizim öyle bir şey kullansanız ya!” diyen de az olmadı. Ama bırakın bunu denemeyi, bu sözün kendisi bile beni boğuyor. Daralıyorum. Nefesimi daraltıyor. Hâlbuki ışıkta uyumanın iyi olmadığını da biliyorum. İşin daha garibi ne, biliyor musunuz? Uyanık iken de ışıktan rahatsız oluyorum. Bir ışık doğrudan insana değmemeli, uzak ve farklı cephelerden ortamı aydınlatmalı bu yüzden. İyi de, eskiden...

Eskiye girsek mi ki? Konu konuyu açıyor, bağışlayın! Henüz tasarruflu lâmbaların ve diğer yeni teknolojilerin girmediği ve dahası etrafında küçük kanatlıların dolaşmasından bile rahatsızlık duymadığımız şeffaf, koyu sarı ve alabildiğine göze nüfûz eden, gözü rahatsız eden lâmbalar... Daha eskiye gidersek... Gökyüzünün henüz ışıklar altında sislenmediği dönemler... Gölge oyunu oynar gibi evin içinde dolaştığımız o akşamlar... Gaz yağı kokusunun sinmişliği ve birbirine hasret yüzler olarak her akşamı sabaha kavuşturmak... Her geceyi sabahla barıştırmak... Elimizdeki mum kalıntılarını gün ışıyınca fark etmek... Hülâsa, henüz gecenin bize misafir olduğu, bizim de karanlığımızı seçebildiğimiz vakitler... Ne mi yapıyormuşuz? Bunu, o dönemleri bütünüyle yaşayanlara sormak lâzım ama bildiğim şey şu ki, hayatlar bu kadar konforlu değildi. Lüks olmak konusu ise akıllara bile gelmiyordu. Gelmiyordu, çünkü akış neyi gerektiriyorsa o akışa uyuluyordu. Çünkü akış neyi gerektiriyorsa samîmi ve aydınlık başka konular, ismiyle müsemma bir şekilde odaya giriyordu. Tam da bu yüzden gözü kılıç gibi kesen sarı lâmbalar bile asıl dünyamıza giremiyordu.

Bu yüzden bize ışık tutan şey, aslında yine bize ait olandı. Çünkü hayâller bile suyun tersine gitmeyi düşünmüyor, bir akışa kendini uyduruyordu. Ya şimdi? Şimdi öyle mi? Söz konusu “akışı” bile bir hayâlden öbürüne koşturup yolunu kaybettirir hâle geldik. Vardığımız noktada akış da, akıl da dumura uğruyor bu yüzden. Yorgunluğun bizi getirdiği duyarsız ortamda asıl sorunu kim görebilir ki? Uygun olmayı-ahengi bulmayı bile renk uyumu nevinden bir algıyla anlamaya çalışmak, tam da içinde bulunduğumuz söz konusu karanlığa dikkat çekmiyor mu? Tam da içinde bulunduğumuz renk körlüğüne işaret etmiyor mu?]

Ne diyorduk sahi? Sözün ucunu kaçırmadık mı sizce de biraz? Sadece sözü mü kaybettik? Bu neyi kontrol çabası? Doğru olan şu ki, kendi kontrolümüzü kaybedeli her şeyi kontrol etme konusunda da pek mâhir olduk. İnsan, içinde olmadığı şeyin mâhiri olduğunda aslında hemen her şeyin fakiri olduğunu kolay kolay fark edemiyor. Bir cephesini, bir boyutunu kavrayamadığı şeyi dahi hep dört cepheden omuzlamaya kalkıyor. Geceyi gündüze, gündüzü geceye kimi dem ulayarak, kimi dem boğdurarak gün sayıyor. Bir yere varmak, bir maksada ulaşmak için bir sayma da değil bu. İnsan saydığı şeyi sadece geride bırakmak için sayar mı? Evet, sayıyor! Dahası, bunu yapmak için gönüllü törenler düzenliyor, davetliler çağırıyor. Birçok şeyi buna hizmet etmek üzere kurgulayabiliyor.

Evet, geldiğimiz noktada aynada gördüğümüz karanlık, bizim karanlığımız. Zira gecenin gün yüzü görmeyişi uzaklıktan, bizim gün yüzü görmeyişimiz ise aynaya baktığımızda aynadan gözümüze parlayan siyahlıktan. Uyurken lâmbayı yakma psikolojisi, kendi karanlığımız ile baş başa kalma korkusundan kaynaklanıyor. Uyanık iken lâmbadan kaçma psikolojisi ise kusurlarımızı açığa çıkarma korkusundan…

Vardığımız yerde gece ise gündüz ışıkla göremediğimizi yahut ışıkla örttüğümüzü karanlıkta bize fısıldayan bir dadıya misâl... Diğer dadılardan farkı ise, ninniyi uyutmak için değil, agâh kılmak için söylemesi… Bir diğer fark ise, her gece yanınıza yeni bir ninniyle geliyor olması… Öyle bir geliş ki, sadece ninnileri değil, gelirken attığı adımlar bile uyaklı. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, o size bütün ritimleri öğretiyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, o size samanlıkta iğneler bulduruyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, bütün kargaşanızı alabora ediyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, sizi karanlıktan yunup yıkıyor. Siz onun uyak seslerine uyakla mukabele ederseniz, size sizi bulduruyor.