Utanmıyorsan dilediğini yap

Utanmayan insandan korkmak lâzım. Utanç duygusu asimile edilmiş kalplerde her türlü aşırılığa müsaade edecek geniş alanlar açılır.

HAZRETİ Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir: Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap!”

(B6120 Buhârî, Edeb, 78)

Utanmak ne mühim bir duygu! Kaybıyla birlikte büyük felâketler de peşi sıra diziliyor. Edep ve hayâ fıtrî bir mesele olmakla, yaş aldıkça insanın ve tesiri altında bulunduğu çevrenin fıtrattan eksiltmesi, nefsin ayak oyunlarıyla alt edilmesi ve şeytanî fısıltılara dikkat kesilmesi de yaradılışla gelen erdemleri yerle bir edebiliyor.

Utanmanın insanda bulunmasının da Allah’ın lütfu olduğunu ve birtakım yanlışlıklarla bu duygunun kaybedilebileceğini ve buna mukabil daha da büyük kayıpların iki cihan saadetini zedeleyeceğini beyan eden pek çok hadis ve ayet de bize ders niteliğinde. İşte onlardan biri daha: “Allah (cc) bir kulunu helak etmek isterse ondan hayâ/utanma duygusunu alır. Utanma duygusu alındığında onu hep uğursuz bulursun. Onu hep böyle bulduğunda emanet duygusunu da yitirir.”

İnsan artık utanmıyor, sıkılmıyor ve yanlışı, günahı yüzü kızarmadan icra ediyorsa vah ki ne vah! Çünkü zarar, kişinin kendiyle kalmayacak, bundan evvel en yakın çevresi nasibini alacaktır. Hadis-i şeriften de anladığımız üzere, hayâ mücevherinin elden kayıp gidişi helak olmaya sebep. Ve muhakkak bu yola girişte Rabbin rahmet ve merhametini kaybettirecek birtakım eylemler ve söylemler yapılmış olmalı. Herhâlde insanı bu uçuruma sürükleyen ve mahvına sebep olacak hayâsızlığı ömrüne nakşeden eylemlerden biri de kibirdir. İnsanın nefsine bu denli imkân verişi, varlığını yüceltecek bir karaktere bürünüşü, günahın ve haramın vicdanı sarsmayacak bir vasatta işlenecek olmasında en büyük tesiri meydana getiriyor. 

Kendi duygusuna, fikrine ve kanaatine iman edenler, yaptıkları tüm menfi eylemlere en başarılı bahaneleri getirebilecek kadar kabiliyetlidirler.

Hiçbir kötülük yoktur ki bir sebeple işlenmemiş olsun. Dış etkilerin meydana getirdiği sonuçlardan kendini sorumlu tutmama gafleti, hayâsızlığa giden yolda çok büyük ve çok etkin bir adım. Bir insan bir günah işlediğinde bunu inkâra giderken birkaç muta belirler. Ya o fiilin günah olmadığı hususunda bir inkâr edişle ya da kendini bu günaha götüren sebepler zincirini bahane edişle birlikte, evvelâ nefsini okşayacak bir tabiata evrilir. Etrafına zarar verenlerin de belli başlı bahanelerinden biridir ki, ya yaptıkları suç değildir ya da bu suçu meydana getiren dinamikler, kendinden değil, bu zarardan nasibini alanlar tarafından meydana getirilmişlerdir. Bu kibirle yol ala ala insan sonunda birtakım bahanelerle kendini temize çıkarma ihtiyacından da sıyrılır. Çünkü kibir, hiçbir zaman tek bir düzlemde yol aldırmaz. Hep daha yukarıya meyil vardır.

Bir zaman kibrin karanlık sokaklarında suçunu inkâr ile alınan yol, biraz daha ötede bahaneye ve açıklamaya gerek duyulmayacak bir merhaleye geçiş yapar. Yolun bundan sonrası felâkete, helake ve fıtrat kaybına varış için oldukça kolaylaşmıştır.

Hadiste, “Allah bir kulunu helak etmek isterse” diye buyuruluyor. İnsan kendi nefsine tutkun olmasa, kibirle ve benlikle çevresine zarar vermese, Rabbini unutup da yeryüzünün sahibi gibi dolaşmasa, Rabbi kulunu neden helak etsin ki? Yani bu işin evveliyatı, yine kişinin kendi eylemlerine dayanıyor. Rabbin merhameti ve rahmeti sonsuzken, kulunu helake götürecek şiddetini göndermesi, muhakkak İlâhî bir adaletle tecelli edecektir. Masumane, safiyane, hak üzere tutulan yollarda hatalar, kusurlar, gedikler olsa da insan helake gitmez. Uzun ve istikrarlı günahların ve o günahlarla artık günahtan ve haramdan kaçınmaz olan insanın güzergâhıdır “helak”.

Şimdilerde utanmanın utanç verici olduğuna dair birtakım modern safsatalarla önce çocukların ve gençlerin beyni yıkanıyor.

Utanmak erdemli bir hissediştir. Çünkü ancak Rabbinden utanan insanlar, eylemlerinin sonucuna göre insandan da utanabilecek bir fazilete sahip olabilirler.

Şeytanla muhabbetin türlü türlü yolu var. 

Şeytan gelip de “Şu harama el uzat” dediğinde hiç düşünmeden el uzatanlar, muhakkak şeytanla sıkı bir muhabbet hâlindedirler. Bir an gelip de bu el uzatıştan nedamet duymayanlar ve tövbe etmeyenler, şeytanı gönül hanelerinde ağırlıyorlar demektir. Bu şeytanî muhabbetler insanın dergâhını öyle bir işgal eder ki şeytan, günaha ikna ettiği insanı artık o şeyin günah olmadığına, günahsa bile bundan hayâ etmesi gerekmediğine de ikna eder.

İşte bu zaten helak olmaktır! Çünkü bu fani dünya yükünü şeytanla birlikte tutanlar, yalnız bu dünyada fıtratı ve anlamı kaybetmekle kalmaz, ahiretlerini de sonsuz bir ıstıraba iliklerler.

Herkes üzülecek, herkes derde düşecek, herkes hastalanacak ve gün gelip herkes ölecek. Bütün bu kaçınılmaz zorlukların başa kibirle gelişi veya bir imtihan olarak kalbe düşüşü arasında da uçurumlarca fark vardır. Başa gelen dertler insanın kendi eylemleri nedeniyleyse bundan ders çıkarırsa ne âlâ! Ders almayan, kendini revize etmeyen, zorlukla mücadelede Rabbine sığınmayanlar, derdin bitişini geciktirir ve kıyametteki kıymetlerini de yerle yeksan ederler.

Utanma duygusu edebin ve ahlâkın bir devamı ise, edep ve ahlâktan yoksunluk, bütün çirkinlikleri rengârenk görmeye vardıracak bir hastalıktan başka nedir ki? Bu rengârenk bataklık, kişiyi her an dibe çekmektedir.

Bu batağa düşmeden evvel yapılması gerekense gafletten uyanmak olacaktır. Gaflet, aynasızlıktır. Gafil aynaya baksa da ancak güzelliğini görür. Kusurunu gösteren aynalar hatalı imalattır. Bir kişi ne büyük bir yanlışlık içinde bulunduğunu göremeyecek kadar kör olduysa, bu gaflet hâli, zamanla utanma duygusunu öğütür. Utanmayan insandan korkmak lâzım. Utanç duygusu asimile edilmiş kalplerde her türlü aşırılığa müsaade edecek geniş alanlar açılır.

Yine ne kadar dönüp dolaşsak, sözleri edebî kabiliyetlerle şekilden şekle soksak, en hakikatli tespitleri en güçlü vurgularla yoğursak sonuç aynı çıkıyor. İnsan ya Rabbine kul olur ve kendini bilir ya da kendi hissedişine ve arzusuna göre bir hayat sürer ve utanma duygusunun kaybıyla felâkete sürüklenir. Doğru bir çizgi üzerinde bulunmak için ancak ibadet ve hayırlı amelle dengeyi sağlayabiliriz. Yoksa sağa sola yalpalanmamızı ve yanlış yollara sapmamızı engelleyecek hiçbir barikat bulunamaz.