Utanmayana ne diyebiliriz?

Asansörün de, sütçünün de, karpuzcunun da, yağışlı havaların da, salgının da, İHA’nın ve SİHA’nın da, Libya’nın, Suriye’nin, Kıbrıs’ın da… Çünkü Gezi dedikleri, aslında bu ülkenin geleceğiyle ilgili bir operasyondu. Kesinlikle! Ve çok iyi bildiğimiz gibi, üç beş ağaç değildi mesele. Biz onu, bırakın sonradan anlamayı, en başından biliyorduk.

ASANSÖRLERİN içinde küçük birer duyuru panosu var. Siteyi ilgilendiren bir konu olduğunda, yönetim tarafından bir kâğıt asılıyor. “Böyleyken böyle, şöyleyken şöyle” diye, durum lisân-ı münâsip ile izah ediliyor. “Uygun bir dille” demek istediğimi anlamayan yoktur ama insan yine de bir endişe duymadan edemiyor.

O panoda bazen bir sucunun, çilingirin, sigortacının ilânlarını görüyoruz. Düşük bir bedel karşılığında bir hafta, iki hafta kaldığı tahmin edile. Giderlere küçük bir katkı mâhiyetinde…

Geçen gün bizim blokun temsilcisi olan komşumuz, asansörün içinde bir fotoğraf çekmiş ve vatsap grubuna göndermiş.

Pano boş hâlde. Bir köşesinde buruşturulmuş bir kek ambalajı duruyor.

Fotoğraf net. Kekin “meyveli” olduğu bile anlaşılıyor hemen.

Altına da yazmış:

“Bugün asansörde kek yiyip bunu bırakmış birisi.”

(Nokta yoktu. O benden hediye. Vatsap mesajında nokta koyan pek az zâten, mâlûm. Gereksiz olduğu düşünülüyor herhâlde.)

Notu okumadan önce, ilk baktığım anda modern bir çalışma zannettim. Şaka değil, gerçekten öyle düşündüm. Sonra okuyunca, daha dikkatli baktım. (Galiba gözlük numarası yetersiz kalıyor artık.)

Söz konusu keki üreten firmanın sâhibi görse, en az yüz bin öder; deyivereyim yeri gelmişken. Yalnız, öncesinde, bunun bir sanat eseri olduğuna iknâ etmek gerekir.

Katkıda bulunmak maksadıyla şöyle yazdım:

“Modern sanat çalışması gibi duruyor ilk bakışta. Ama aslında çok klâsik bir tablo bu.”

Değerli temsilcimiz, gülen yüzlerle tepki verdi.

Ayrıca benim de rahatsız olduğum bir konuda daha uyarıda bulundu. Ki bunu evvelce de yazmıştı.

“Asansördeki yazılara, panolara zarar veren bir kişi daha var. Büyük ihtimâlle çocuklardan birisi. Çocuklarımızı bence uyaralım bu konularda.”

Çok haklı.

Asansör içinde bulunan ve gayet kuvvetli zamklarla yapıştırıldığı hemen belli olan bazı etiketler, sürekli zarar görüyor.

Önce bir köşesinden hafifçe kalkmaya başlıyor.

Milim milim o köşedeki tahrifat büyüyor.

Yarıyı geçtikten sonra -ki bu, günler sürüyor- tamamen yok olması an meselesi.

Her asansöre binen, o manzarayı görüyordur. Kaçı rahatsızdır o tablodan, bilemem.

Herhangi bir kâğıt değil o sökülenler. Metalden mâmûl olsa gerek. Sert yapılı. Ha deyince sökülmez.

Asansör kullanma tâlimatı, asansörü yapan firmanın adı, adresi ve telefon numaraları, birtakım uyarılar…

Onları sökmekten ne zevk alıyor/lar, anlamak zor!

Hepsi tamamen sökülüp yok edildikten birkaç hafta sonra, firmadan bir görevli geldi, her birinin yerine yenisini yapıştırdı. Fakat bu defa en tepeye, yan yana. Sökmeye çalışan çocuksa yetişemesin, çocuk değil de yetişkin biriyse, o titizliği görüp utansın, şâyet yine sökmeye çalışırsa da biraz zorlansın düşüncesiyle öyle yapılmış olmalı.

Akıllıca…

Ne var ki, değerli temsilcimizin tespiti gösteriyor ki o en tepeye yapıştırılan metal veya metal karışımlı etiketleri de sökmeye niyetlenmiş o her kimse.

Belli ki bir çocuk değil.

Yetişkin biri kollarını kaldırarak ancak yetişebilir.

Şimdi burada aklınıza farklı bir şey gelmesin. Meğer netîcede, o etiketlere musallat olan kişi ben çıkacakmışım diye bir akış beklemeyin. Aklınızdan bile geçerse, teessüf ederim.

Ben ki, “Lüzumsuz ise söndür” uyarılarını hayâtı boyunca ciddiye almış, çıkılan her mekânın ışığını mutlaka kapatmış, musluğu gereksiz yere akıtmayı isrâfın en büyüklerinden sayan, bir film sahnesinde bile kafası karışık olduğu için lavabonun başında dakikalarca durup suyu boş yere akıtan birini görünce ekrana müdahale etmeyi aklından geçiren biriyim.

Bir nehir kenarında abdest alırken dahi suyu isrâf etmemek gerektiğini düşünürüm. Çünkü Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav) öyle buyurmuştur. Dolayısıyla hepimizin bunu şiar edinmesi gerektiğine inanırım. Hülâsa, ben değilim. Onu yapanı görsem, kim bilir, neler söylerim…

Dahası, asansördeki etiketlere musallat olan kişiyi tespit etmek (belki de “yakalamak” demek daha doğru, hem de suçüstü yakalamak) için kendi başıma bazı çabalarım da oldu. Fakat maalesef bir yere varamadım.

Nasıl yakalanır ki?

Tek başınayken yaptığı belli. Asansör de duracağı zaman sesli uyarı veriyor ve hızını yavaşlatıyor. Dolayısıyla o kişi yaptığının yanlış olduğunu biliyor ve bundan özel bir zevk alıyor olmalı ki yakalanmayı hiç istemez. Hız azaldığında elini kolunu indirir. O anda kapı açılıp karşılaşsak bile ispat etmenin imkânı yok.

Acaba yönetime söyleyip içeriye bir kamera yerleştirilmesini talep etsek nasıl olur?

Bunu düşünelim.

Gerçi, astarı yüzünü geçer ama en azından bir davranışı düzeltmeye yardımı dokunur.

Blokların kendi içinde vatsap gruplarının olması iyi bir şey. Böylece haberleşme imkânı oluyor. Meselâ arada bir, farklı bir arabanın gelip otoparkta kendine ait olmayan bir yere park ettiğini görüyoruz ve hemen iki şık şık ile durumu çözebiliyoruz.

Bir defâsında çözüm epeyce uzun sürmüştü, ama olsun. Netîcede vatsap grubu işe yarıyor.

Salgın sürecinde bayramlaşmak bile mümkün, düşünün artık.

Çok fazla kullandığımızı söyleyemesek de faydalı bir uygulama.

Grupta kimler olduğuna baktım ve yarıdan çoğunun ayrıldığını gördüm.

Temsilci komşuya bildirmek istedim. O da ancak mesajı okuyunca fark etmiş.

Bazıları niye ayrıldı bilemem. Rahatsızlık verecek bir hâdise yaşanmadı hâlbuki. “Kendi bilecekleri iş” diye düşünüyordum ki temsilcimiz ayrılan komşuları tekrar gruba dâhil etti.

Ancak bu defâ, yeniden eklenenler, önceki yazışmaları görmedikleri için, ne maksatla ayrıldıkları bir gruba tekrar dâhil edildiklerini anlamamış, merak etmişlerdir.

Fâil, evvelce gruptan ayrılanlardan biri de olabilir. Bu ihtimâl, kalanların ihtimâline denk.

“İyi akşamlar” diyerek tedirgince açıklama beklediklerini tahmin ettim.

Açıklama yapmayı düşündüm fakat “Beni ilgilendirmez, görev ve yetki alanım dışında” kararına vardım.

“Ben ayrılmıştım, niye eklediniz?” diye soran olursa, ne yazılabileceğini aklımdan geçirdim. Kendimi temsilci gibi hissettim bir anda.

“Kıymetli komşularımız… Bu salgın sürecinde, ferdî olarak bir araya gelmek, yakınlaşmak, bildiğiniz gibi gayet riskli. Hastalığın bulaşma riski var. Ancak vatsap gruplarında bir araya gelmek, tam tersi bir durum oluşturmaktaymış. Avrupa Birliği kararlarına göre, vatsap gruplarında ne kadar kalabalık olunursa, salgından kurtulmak o derece hız kazanmaktaymış…” şeklinde bir açıklama keyifli olmaz mı?

İsteyen inanır, istemeyen Kadıköy, Üsküdar; fark etmez. Bir şekilde karşı olsun da, ne taraf olursa olsun.

Yalnız, hatırlayalım, Gezi kalkışması günlerinde, “Arkadaşlar… Bir gün daha direnirsek, AB kuralları gereği hükûmet düşüyormuş” türünden mavralara inananların sayısı hiç de az değildi.

Gidinin longozları!

O martavalı yazanların ve okuyanların meşhuur gasteciler olmasının da payı büyüktür elbette. Anlı şanlı ve ağzının kenarı kanlı o gasteciler, sonradan utanmışlar mıdır dersiniz?

Hiç sanmam!

Utanabilmek için de bazı şeyler gereklidir.

Meselâ, bir miktar haysiyet, kâfi ölçüde ar damarı, göz kararı şeref, kulak kararı vicdan sesi vs.

İşte gördüğünüz gibi aziz dostlar, bunu da Gezi’ye bağladık hayırlısıyla…

Farkında mısınız, şu son on yıl içinde, hattâ yirmi yıl içinde, her konuyu en az bir yerinden Gezi’ye bağlamak mümkün.

İstanbul Havalimanı, Üçüncü Köprü (Yavuz Sultan Selim), Kanal İstanbul en başta gelen konular… Bunların dışında sıradan konuların bile o konuyla alâkası var.

Asansörün de, sütçünün de, karpuzcunun da, yağışlı havaların da, salgının da, İHA’nın ve SİHA’nın da, Libya’nın, Suriye’nin, Kıbrıs’ın da…

Çünkü Gezi dedikleri, aslında bu ülkenin geleceğiyle ilgili bir operasyondu. Kesinlikle! Ve çok iyi bildiğimiz gibi, üç beş ağaç değildi mesele. Biz onu, bırakın sonradan anlamayı, en başından biliyorduk.

Neyse, meyse… Şu önümüzdeki hafta sonu, apar topar sokağa çıkma yasağı konulmasa da cümbür cemaat bir geziye çıksak, ne güzel olur! Acaba nereye gitmeli?