
KAR yağıyor…
Sanki yeryüzü siyah beyaz, renksiz bir resim gibi eski ve solgun. Sulu sepken
yağan kar, gökten dönerek düşüp toprakla buluşur buluşmaz eriyip çamur
yığınlarına karışıyor. Üşüyorum… Havada yanık odun kokusu var; yağan karlar
yüzüme diken gibi ufak bir yanık acısı vererek çarpıyor. İçimdeki acının sızısı
ile çamurların sıçramasına aldırmadan yürüyorum. Ellerim kıpkırmızı, soğuktan
morarmaya yüz tutmuş ama içimdeki cehennemvari yangın daha hızlı ve yorulduğumu,
üşüdüğümü düşünmeden daha hızlı yürümemi emrediyor. Yolları ezdikçe içimdeki
acıyı ezeceğimi zannediyorum, dizlerim kilitleniyor, ağlamaktan kızaran
gözlerimi gözlerden kaçırarak…
Yalnızlık zor! İki kelam
edecek bir ruhtaş arıyorum karanlık gecenin karanlığında. Heyhat! Karanlık
sokaklar, karanlık insanlarla dolu. Evlerden ışıklar sızıyor dışarıya; aslında
eşiklerden ne gözyaşları taşıyor sokaklara, basıp geçiyoruz görmeden ve
bulaşmasın diye paçalarımızı toplayarak. Ne iç sızıları karışıyor havaya, nefes
gibi içimize çekiyoruz farkına varmadan. Ne sabahlara güneş kapkara doğuyor.
Hasbihal etmeye Uludağ’dan
Geyikli Baba inse gelse, Emir Sultan bana bir inşirah serpse, Somuncu Baba
nasihat etse, yanan yüreğimi Yunus Emre serinletse, ağlayan kan yuvası
gözlerimi Üftade silse… Dayanamıyorum! Kalbim çatlayacak… Kirliliklerden kirlenen
dünyada kalmadı hiç kimse. Dünyadakiler el vermeyince ukbadakilerden himmet
dilenmek düşüyor payıma.
Acı çekiyorum, biliyorum ki
bu acı beni eğitmek için. Sabır… Otuz iki dişimi sıkıp ellerimi yumruk
yapıyorum, tırnaklarım avucumun içini kesiyor… Sabır!
Siz zanneder misiniz ki
yazılar kalemle kâğıdın dansından neşet eder? Hayır! Önce zaman dibeğinde çile
tokmağı ile dövülür müellif, ondan da canından ezilen posasından atılan geriye
kalmış bir iki kelime yığını akseder kâğıda. Mürekkebi canından akan kanının
karıştığı su, kâğıdı ise kendini ezerek geçen zamandan elde edilen papirüs… Yazdıkları
da tecrübe edindiği, uğruna kendini kurban verdiği iki kelam… Hâsılı, yazmak
yanmaktır ve yandıkça da yazmak gelir akabinde.
Neye yanmaz ki yazar? Her
kederde o vardır… Üşüyen çocuğun dudağındaki morarmadır yazar; köşe başından
dönen cenaze arabasının içindeki mevta, evde feryat eden yakınların gözündeki
yaş, aç kalan insanın midesindeki kramptır yazar. Zalime direnemeyen mazlumun
iniltisi, kimsesizlerin yalnızlığı, hastaların ağrısı, mazlumun ahı, yaralının
acısı, her şey için yanar ve yanar, herkesin yerine ağlar yazar. Ah bir de
sırdaşı uzun bitmez yollar ya da nefes almak için arşınladığı sokaklar…
Üşüyorum… Şimdi bütün
bunların kaffesi heybemde, yüküm ağır, adımlarım hantallaşıyor, taşımıyor
yorgun dizlerim. Karları mı eziyorum, yoksa geçen yıllarda yıpranan geçmişe
yanmışlığımı mı? Nefes mi alıyorum, yoksa bir yudum kezzap mı yutuyorum?
Paltoma daha sıkı sarılırken, ellerimle karları mı kovalıyorum, yoksa renk
vermemeye çalışan dudaklarımı ısırırken eğdiğim başıma üşüşen düşünceleri mi?
Sokak lambaları yanmaya
başladı. Akşamın bu saatleri, günün nasıl geçtiğini ve zamanın sabırsız
ivediliğini anlamadan, düşünmeden, ömrün de aynı hızla geçtiğini düşündürür. Sonra
uyku… Bazen uyuşmak için uyur insan. Unutmak için, kaldıramadığı ağırlıklardan
uykuya kaçar. Uyuşmak için… Uyandığınızda, yaşadıklarınızın bir rüya olmasını
dileyerek, rüya olmadığını anladığınızda
da midenize saplanan bir bulantı ile…
Kendimi hissetmeden,
düşüncelerimin ağırlığı ile yürüyorum. Üşüyor bedenim; ona inat, içim alev
kazanı gibi kaynıyor. İçimle dışım savaş halinde, tanıdık birine rastlarsam
diye yalancı bir gülümseme takınayım diyorum, yapamıyorum. Akabinde eski halini
alan yüz ifademle yürüyorum. Önümde yollar karanlık birer dehliz gibi derin,
helezonik kıvrımlar içine çekiyor beni. Evlerin pencerelerinden cılız ışıklar
yansıyor caddeye. Kar neden sükûnetle yağar ki? Ölüme mi nazire, havanın matemi
mi kar?
Kar, tane tane yere düşen
umutlarım… Kar, lapa lapa çile… Kar, bembeyaz bir kefen kâinata bürünen… Ve kar, her şeyi susturan, dilhun eden cellat…
Karı istemiyorum!
Güneşe âşığım ben! Bol ışıklı
güneşler istiyor, güneşi özlüyorum. Baharı, yazı, hani ömrümün ilk yıllarını
özlüyorum. Bol yıldızlı, lacivert, ılık yaz gecelerinde, alacakaranlıkta nefes
nefese oynadığım saklambaçları, dizlerimde eksik olmayan yaranmazlığımı
tescilleyen yaraları, yerimde duramadığım anlarda neşeyle tepelere tırmanışımı,
ellerimi iki yana açarak göğü kucaklamak istercesine coşkun sevinç taşan
naralarımı, karşı tepelerde yankı yapınca patlattığım kahkahalarımı ve güneşi
özlüyorum, baharı… Bir de ömrümün ilk yıllarını…
Geçti bahar, şimdi soğuk var… Yalnızım ve üşüyorum…