Üşüyorum

Bol yıldızlı, lacivert, ılık yaz gecelerinde, alacakaranlıkta nefes nefese oynadığım saklambaçları, dizlerimde eksik olmayan yaranmazlığımı tescilleyen yaraları, yerimde duramadığım anlarda neşeyle tepelere tırmanışımı, ellerimi iki yana açarak göğü kucaklamak istercesine coşkun sevinç taşan naralarımı, karşı tepelerde yankı yapınca patlattığım kahkahalarımı ve güneşi özlüyorum, baharı… Bir de ömrümün ilk yıllarını…

KAR yağıyor… Sanki yeryüzü siyah beyaz, renksiz bir resim gibi eski ve solgun. Sulu sepken yağan kar, gökten dönerek düşüp toprakla buluşur buluşmaz eriyip çamur yığınlarına karışıyor. Üşüyorum… Havada yanık odun kokusu var; yağan karlar yüzüme diken gibi ufak bir yanık acısı vererek çarpıyor. İçimdeki acının sızısı ile çamurların sıçramasına aldırmadan yürüyorum. Ellerim kıpkırmızı, soğuktan morarmaya yüz tutmuş ama içimdeki cehennemvari yangın daha hızlı ve yorulduğumu, üşüdüğümü düşünmeden daha hızlı yürümemi emrediyor. Yolları ezdikçe içimdeki acıyı ezeceğimi zannediyorum, dizlerim kilitleniyor, ağlamaktan kızaran gözlerimi gözlerden kaçırarak…

Yalnızlık zor! İki kelam edecek bir ruhtaş arıyorum karanlık gecenin karanlığında. Heyhat! Karanlık sokaklar, karanlık insanlarla dolu. Evlerden ışıklar sızıyor dışarıya; aslında eşiklerden ne gözyaşları taşıyor sokaklara, basıp geçiyoruz görmeden ve bulaşmasın diye paçalarımızı toplayarak. Ne iç sızıları karışıyor havaya, nefes gibi içimize çekiyoruz farkına varmadan. Ne sabahlara güneş kapkara doğuyor.

Hasbihal etmeye Uludağ’dan Geyikli Baba inse gelse, Emir Sultan bana bir inşirah serpse, Somuncu Baba nasihat etse, yanan yüreğimi Yunus Emre serinletse, ağlayan kan yuvası gözlerimi Üftade silse… Dayanamıyorum! Kalbim çatlayacak… Kirliliklerden kirlenen dünyada kalmadı hiç kimse. Dünyadakiler el vermeyince ukbadakilerden himmet dilenmek düşüyor payıma.

Acı çekiyorum, biliyorum ki bu acı beni eğitmek için. Sabır… Otuz iki dişimi sıkıp ellerimi yumruk yapıyorum, tırnaklarım avucumun içini kesiyor… Sabır!

Siz zanneder misiniz ki yazılar kalemle kâğıdın dansından neşet eder? Hayır! Önce zaman dibeğinde çile tokmağı ile dövülür müellif, ondan da canından ezilen posasından atılan geriye kalmış bir iki kelime yığını akseder kâğıda. Mürekkebi canından akan kanının karıştığı su, kâğıdı ise kendini ezerek geçen zamandan elde edilen papirüs… Yazdıkları da tecrübe edindiği, uğruna kendini kurban verdiği iki kelam… Hâsılı, yazmak yanmaktır ve yandıkça da yazmak gelir akabinde.

Neye yanmaz ki yazar? Her kederde o vardır… Üşüyen çocuğun dudağındaki morarmadır yazar; köşe başından dönen cenaze arabasının içindeki mevta, evde feryat eden yakınların gözündeki yaş, aç kalan insanın midesindeki kramptır yazar. Zalime direnemeyen mazlumun iniltisi, kimsesizlerin yalnızlığı, hastaların ağrısı, mazlumun ahı, yaralının acısı, her şey için yanar ve yanar, herkesin yerine ağlar yazar. Ah bir de sırdaşı uzun bitmez yollar ya da nefes almak için arşınladığı sokaklar… 

Üşüyorum… Şimdi bütün bunların kaffesi heybemde, yüküm ağır, adımlarım hantallaşıyor, taşımıyor yorgun dizlerim. Karları mı eziyorum, yoksa geçen yıllarda yıpranan geçmişe yanmışlığımı mı? Nefes mi alıyorum, yoksa bir yudum kezzap mı yutuyorum? Paltoma daha sıkı sarılırken, ellerimle karları mı kovalıyorum, yoksa renk vermemeye çalışan dudaklarımı ısırırken eğdiğim başıma üşüşen düşünceleri mi?

Sokak lambaları yanmaya başladı. Akşamın bu saatleri, günün nasıl geçtiğini ve zamanın sabırsız ivediliğini anlamadan, düşünmeden, ömrün de aynı hızla geçtiğini düşündürür. Sonra uyku… Bazen uyuşmak için uyur insan. Unutmak için, kaldıramadığı ağırlıklardan uykuya kaçar. Uyuşmak için… Uyandığınızda, yaşadıklarınızın bir rüya olmasını dileyerek,  rüya olmadığını anladığınızda da midenize saplanan bir bulantı ile…

Kendimi hissetmeden, düşüncelerimin ağırlığı ile yürüyorum. Üşüyor bedenim; ona inat, içim alev kazanı gibi kaynıyor. İçimle dışım savaş halinde, tanıdık birine rastlarsam diye yalancı bir gülümseme takınayım diyorum, yapamıyorum. Akabinde eski halini alan yüz ifademle yürüyorum. Önümde yollar karanlık birer dehliz gibi derin, helezonik kıvrımlar içine çekiyor beni. Evlerin pencerelerinden cılız ışıklar yansıyor caddeye. Kar neden sükûnetle yağar ki? Ölüme mi nazire, havanın matemi mi kar?

Kar, tane tane yere düşen umutlarım… Kar, lapa lapa çile… Kar, bembeyaz bir kefen kâinata bürünen…  Ve kar, her şeyi susturan, dilhun eden cellat… Karı istemiyorum!

Güneşe âşığım ben! Bol ışıklı güneşler istiyor, güneşi özlüyorum. Baharı, yazı, hani ömrümün ilk yıllarını özlüyorum. Bol yıldızlı, lacivert, ılık yaz gecelerinde, alacakaranlıkta nefes nefese oynadığım saklambaçları, dizlerimde eksik olmayan yaranmazlığımı tescilleyen yaraları, yerimde duramadığım anlarda neşeyle tepelere tırmanışımı, ellerimi iki yana açarak göğü kucaklamak istercesine coşkun sevinç taşan naralarımı, karşı tepelerde yankı yapınca patlattığım kahkahalarımı ve güneşi özlüyorum, baharı… Bir de ömrümün ilk yıllarını…

Geçti bahar, şimdi soğuk var… Yalnızım ve üşüyorum…