ALARM saatinin
çalmasıyla uyandı. Sırtüstü döndü, gözlerini açıp kapadı birkaç defa. Odası
henüz tam olarak aydınlanmadığı için sol tarafında, camın yanında duran saati
el yordamıyla bulup alarmını kapattı.
Hiç
kalkmak istemiyordu. Alarm da tam çalacak zamanı bulmuştu. Gerçi alarmın bir
suçu yoktu, o saate kendisi ayarlamıştı. Tam da güzel bir rüyanın ortasındaydı.
Tavana baktı, ellerini kafasının arkasında birleştirip gülümsedi. “Canım
annem!” dedi usul bir sesle.
Sekiz
buçuk aydır ayrıydı evden. Anne hasreti o kadar birikmiş olacak ki yüreğinde,
iki gündür annesini görüyordu rüyasında. Kısaca boylu, esmer, hafif tombul, ak
saçlı annesini düşündü. Burnunun direği sızladı hafiften. Gözleri doldu, ana
düşüncesi yüreğini yumuşattı. Elinin tersiyle sildi gözlerinde biriken yaşları.
Doğruldu yatakta. Sağ tarafında yatan arkadaşına baktı. O da üstünü açmış,
kalkmak üzereydi.
Kalkıp
yüzünü yıkamak için çeşmeye gitti. Aynadaki yansımasına baktı bir süre. Gözleri
şişmiş, saçları dağılmış, bıyığı ve çenesinde bıraktığı sakallarını kestirme
zamanı gelmişti yine. “Bugün bir berbere gitsem iyi olacak” dedi kendi kendine.
Sabahları
kahvaltı yapmıyordu nedense. Ders programına baktı, kitaplarını ve sigarasını
sırt çantasına, çakmağını da cebine koydu. Ayakkabılarını giymeden önce aynada
bir baktı kendine, saçlarını tekrar taradı, ayakkabılarını giyip çıktı.
Yolda
karşıdan karşıya geçmeden sigarasını yaktı, sol taraftan gelen arabaların
geçmesini bekledi bir iki dakika. Güneş yükseliyordu sağ yanında. Sağda, ilerideki
köprünün üzerinden görünen güneşe baktı. “Bu şehrin sabahlarını seviyorum ben
ya!” dedi. Yoldan karşıya geçip bineceği arabanın gelmesini beklemeye başladı.
Her sabah aynıydı güzergâhı. Bir arabayla yukarı, okula giden arabaların olduğu
yere, oradan da okula... Okul yolu yarım saatle bir saat arasında değişiyordu
trafiğe göre. Hemen şoförün arkasındaki koltuğa ya da şoförün sağındaki
koltuklardan birine otururdu hep. Genelde erkekler arkadaki dörtlü koltuğu ve
onların önündeki koltukları doldururdu ama o, arabanın arka taraflarını hiç
sevmiyor, zorunda kalmadıkça oralara oturmuyordu. Çok ses oluyordu arka
tarafta. Boş konuşmalara katlanamıyordu bir türlü.
Yine
şoförün sağındaki koltuklardan birine oturdu. Arka cebinden bir sakız çıkarıp
ağzına attı. Sigara kokusunu biraz da olsun alıyor diye sakız çiğniyordu her
sigaradan sonra. Araba boş sayılırdı ama birazdan bir sürü öğrenci gelip
doldururdu her sabah olduğu gibi… Orta yaşlı bir adam gelip oturdu yanına.
Şoför saatine baktı, dudağındaki sigaradan son bir nefes çekip attı ve arabayı
hareket ettirdi. Neredeyse her on metrede duruyor, yolcu alıyordu henüz
şehirden çıkmadan. Sonunda şehir içindeki son durağa gelmişti, on dakika da
orada bekleyecekti. Arabanın tamamına yakını dolmuştu, sadece birkaç koltuk
boştu artık. Biraz sol tarafında kalan, şoförün tam arkasındaki koltuğa
kucağında bebekle bir kadın gelip oturdu. Ancak beş altı aylık vardı herhâlde
bebek. Annesinin kucağında oturuyor, etrafa meraklı gözlerle bakıyordu. Küçücük
simsiyah gözleri, küçücük bir burnu ve küçücük de bir ağzı vardı. Simsiyah
saçlarının yumuşacık olduğu belliydi, kıvır kıvırdı uçları. Merakla etrafı
süzen gözleri çocuğa rast geldi. Çocuk ona bakıyordu zaten kadın arabaya bindi
bineli. Bebek kendisine bakınca hafifçe gülümsedi. Bebekten de aynı karşılığı
alınca bir daha gülümsedi. Bu sefer bebek, sanki o yaşta utanmayı çok
biliyormuş gibi annesine sarıldı, kafasını annesinin göğsüne bastırdı. Ne kadar
sevimliydi. Küçücük elleriyle annesinin kolunu tutmaya çalışıyordu. Dönüp
tekrar baktı, tekrar gülümsedi. “Ce” oyunu oynuyorlardı sanki. Bir süre sonra
anne de gördü bebeğiyle genç adamın karşıdan karşıya oyun oynadıklarını. Bebeğinin
güzelliğiyle gurur duymuş olacak ki o da gülümsedi gözlerinde bir parıltıyla.
Oyun, kadın inene kadar sürüp gitti böylece.
Arabadan
inip okulun kapısından girdi. Aklında hâlâ arabadaki o bebek vardı. Kendi
kendine gülümsedi. Teyzesinin küçük kızını hatırladı; İrem… Altı yedi aylıkken
görmüştü ilk defa; bir bebeğin en sevimli olduğu zamanı… Yeni yeni yürümeye, bir
taraftan da yarım yamalak konuşmaya başladığı an… İrem’i severken, teyzesine,
“Ya teyze, bu hiç büyümese ya! Böyle kalsa ya hep! Siz bunu dondurun, ben bir
daha geleceğim zaman haber veririm size, o zaman açarsınız, aynı şekilde
severim ben de, olmaz mı?” diye şakalar yapar dururdu hep. Daha sonra
gittiğinde ise İrem beş yaşındaydı. Hâlâ sevimliydi, hâlâ “Abi! Abi!” diye
geziniyordu peşinde. O vakitler, o dedesinin en büyük torunu, İrem ise en
küçüğüydü. Tabiî daha sonra kaç tane yeni torun girdi ikisi arasına. Zaman ne
de çabuk geçiyordu. Ama İrem onun için yine en küçük, o ise İrem için en büyük
abiydi.
***
Ders
psikolojiydi; en sevdiği hocalardan birinin dersi... Her zamanki gibi en ön
sıralardan birine oturdu. Hoca, yüzünde bir gülümsemeyle girdi sınıfa; insan
psikolojisini çok iyi biliyordu hoca. Etrafına karşı tutumu da ona göreydi
hâliyle. Bu derste öğrenciler anlatıyordu dersi, aldıkları konularda sırayla
sunum hazırlayıp sınıfta gösteriyorlardı. O, sunumunu haftalar öncesinden yapıp
bitirmişti. Bunun için de rahattı. Sunum yapmayanlarsa, “Nasıl yapacağım? Bunu
buraya koysam mı, yazıları ne renk yapsam, kaç soru hazırlasam?” diye
birbirlerine soruyorlardı. Aynısını kendisi de yaşamıştı sunumunu hazırlarken
ama korkulacak hiçbir şey olmadığını anlamıştı. Hazırlanan konuyu, hazırlayandan
daha iyi bilse bilse hoca bilirdi sınıfta, ama o da derse çok müdahale etmiyor,
öğrencinin kontrolüne bırakıyordu her şeyi. O günkü konu “dil” üzerineydi.
İnsanın bir dili öğrenme süreci, bebeğin ilk konuştuğu kelimeler ve düşünme,
algılama şekli vesaire. İlginç bir konuydu. Sunumu hazırlayan kız öğrenci, bebek
resimleri kullanmıştı sunum için. Birbirinden sevimli, gülen, ağlayan, oynayan
bebekler… Gördüğü rüya, arabadaki bebek, dersteki bebek resimleri… Çok güzel
bir gündü onun için.
Teneffüs…
Sigara içmek için bahçeye çıktı. Güneş sımsıcak gülümsüyordu masmavi
gökyüzünde. Kırmızı, beyaz, pembe güller açmıştı bahçede. Derin bir nefes aldı.
Allah’a şükretti. Hayat ne güzeldi. Yaşamak ne güzeldi. Sene sonu da
yaklaşmıştı; hasret bitecekti yine bu sene için. Annesine sarılacaktı doya doya
bir ay sonra.
Sigarasını
içerken bahçede yürümeye başladı. Annesini düşünüyordu yine. Güldürmek için ne
şakalar yaptığını, ellerini yıkadıktan sonra gidip buz gibi ellerini annesinin
yüzüne sürdüğünü, onun da eline ne geçerse alıp fırlattığını, “Oğlum, yapma
yavrum! Hasta olacağım bak, sonra üzülürsün” dediğini hatırladı. Bir eli
cebinde, ötekinde sigara, başı önüne eğik yürüyor, durmadan gülümsüyordu kendi
kendine. Durdu. Dönüp sağına soluna baktı. Allah’tan kimse yoktu. Biri görse
“Deli” derdi herhâlde. Ne bilecekler ne düşündüğünü, ne diye güldüğünü.
Dört
ders de bitmiş, doğruca evin yoluna koyulmuştu dersten sonra. Ders arasında
birkaç defa yine hoşuna giden kızı görmüş, güzel başlayan gün daha da
güzelleşmişti. Artık bütün gün ayrı bir güzel geçecekti. Rüyada anne, arabada
ve sınıfta sevimli mi sevimli bebekler, sonra o kız… Ne bozabilirdi ki artık
bugün neşesini?
Arabaya
bindi. Oturduğu cam kenarından dışarıyı izleyerek şehre ulaştı…
İndi
arabadan. Eve doğru yürümeye koyuldu. Yürüdüğü kaldırımda karşıdan gelen adamı
hatırlar gibi oldu. Hafızasını zorladı, hatırladı. Dolar bozdurmak için girdiği
bir döviz bürosunda kendisine eksik para veren adam… Aynı kini tekrar duydu
adama karşı. O gün sabah sabah tam bir belâydı adam. Cebindeki son otuz dolarlık
parasını bozduracak, neredeyse bir hafta kendisine yetecekti bu para. Adam
paranın üçte birini vermişti ama “Hepsini verdim, sen cebine koydun” diyor da
başka bir şey demiyordu. Sinirinden ne yapacağını şaşırmış, dönüp etrafına bakınmıştı.
Okula da geç kalacaktı. Biraz ileride duran polisi görmüştü. Gidip durumu
anlatmış ve parasının tam karşılığını almıştı. Her insanın iyisi kötüsü
olurmuş. Arada sırada da olsa ona da rast geliyordu işte birkaç tane. “Allah’tan,
iyiler var şu dünyada” diye düşündü…
Kapıyı
açıp girdi eve. Arkadaşlarından biri de gelmişti; her gün yaptığı gibi uykusunu
uyuyordu. Odaya girince arkadaşı başını kaldırıp annesinin aradığını, para
havalesi yaptıklarını söyledi. Meğer uyumuyordu da demek yeni gelmişti.
Çantasını masanın altına koydu, yatağa uzanıp dinlendi birkaç dakika. Çıkıp
havaleyi alması lâzımdı. Allah’a şükretti. Anne ve babası için dua etti
içinden. Ellerini başının arkasına aldı, düşünmeye başladı. Arada bir
gülümsüyordu kendi kendine. Çantasından not defterini ve kalemini çıkardı:
“Bölünmüş
uykularım, darmadağın/ Saçımı okşa, gel yanağımdan öp/ Uzaktayım ben, ardında
kaç dağın/ Üşüyorum anne, gel üstümü ört./ Kokunu alsam, ah esse de bir yel/ Çeksem
sîneme de anneyle dolsam/ Ak saçlı başından, getirse bir tel/ Öpsem. Âh! Öpsem
de başıma koysam…/ Pul olmuş burda, hem söz, hem de nâmus/ Yüzüme güler, kuyumu
kazar el/ Çok geceler sabahladım uykusuz/ Ağlarım, yok yaşımı silen bir el.”
Para
havalesi geldi aklına. Aceleyle çıktı dışarı. Hava bozmuştu. Sabahki güneşten
eser yoktu. Tekrar içeri girip montunu aldı. Bir sigara yakıp durağa gitmek
için yola koyuldu. Yolda, ev sahibi yaşlı kadını gördü, elini öpüp hâlini
hatırını sordu. Üç yıl olacaktı bu sene, aynı evdeydiler. Ev sahibi nineleri
gibi olmuştu artık. İlk başlarda birtakım sorunlar yaşasalar da günden güne her
şey daha iyiye gitmişti… (Devamı gelecek…)