Üşüyorum anne (1)

Para havalesi geldi aklına. Aceleyle çıktı dışarı. Hava bozmuştu. Sabahki güneşten eser yoktu. Tekrar içeri girip montunu aldı. Bir sigara yakıp durağa gitmek için yola koyuldu. Yolda, ev sahibi yaşlı kadını gördü, elini öpüp hâlini hatırını sordu. Üç yıl olacaktı bu sene, aynı evdeydiler. Ev sahibi nineleri gibi olmuştu artık. İlk başlarda birtakım sorunlar yaşasalar da günden güne her şey daha iyiye gitmişti…

ALARM saatinin çalmasıyla uyandı. Sırtüstü döndü, gözlerini açıp kapadı birkaç defa. Odası henüz tam olarak aydınlanmadığı için sol tarafında, camın yanında duran saati el yordamıyla bulup alarmını kapattı.

Hiç kalkmak istemiyordu. Alarm da tam çalacak zamanı bulmuştu. Gerçi alarmın bir suçu yoktu, o saate kendisi ayarlamıştı. Tam da güzel bir rüyanın ortasındaydı. Tavana baktı, ellerini kafasının arkasında birleştirip gülümsedi. “Canım annem!” dedi usul bir sesle.

Sekiz buçuk aydır ayrıydı evden. Anne hasreti o kadar birikmiş olacak ki yüreğinde, iki gündür annesini görüyordu rüyasında. Kısaca boylu, esmer, hafif tombul, ak saçlı annesini düşündü. Burnunun direği sızladı hafiften. Gözleri doldu, ana düşüncesi yüreğini yumuşattı. Elinin tersiyle sildi gözlerinde biriken yaşları. Doğruldu yatakta. Sağ tarafında yatan arkadaşına baktı. O da üstünü açmış, kalkmak üzereydi.

Kalkıp yüzünü yıkamak için çeşmeye gitti. Aynadaki yansımasına baktı bir süre. Gözleri şişmiş, saçları dağılmış, bıyığı ve çenesinde bıraktığı sakallarını kestirme zamanı gelmişti yine. “Bugün bir berbere gitsem iyi olacak” dedi kendi kendine.

Sabahları kahvaltı yapmıyordu nedense. Ders programına baktı, kitaplarını ve sigarasını sırt çantasına, çakmağını da cebine koydu. Ayakkabılarını giymeden önce aynada bir baktı kendine, saçlarını tekrar taradı, ayakkabılarını giyip çıktı.

Yolda karşıdan karşıya geçmeden sigarasını yaktı, sol taraftan gelen arabaların geçmesini bekledi bir iki dakika. Güneş yükseliyordu sağ yanında. Sağda, ilerideki köprünün üzerinden görünen güneşe baktı. “Bu şehrin sabahlarını seviyorum ben ya!” dedi. Yoldan karşıya geçip bineceği arabanın gelmesini beklemeye başladı. Her sabah aynıydı güzergâhı. Bir arabayla yukarı, okula giden arabaların olduğu yere, oradan da okula... Okul yolu yarım saatle bir saat arasında değişiyordu trafiğe göre. Hemen şoförün arkasındaki koltuğa ya da şoförün sağındaki koltuklardan birine otururdu hep. Genelde erkekler arkadaki dörtlü koltuğu ve onların önündeki koltukları doldururdu ama o, arabanın arka taraflarını hiç sevmiyor, zorunda kalmadıkça oralara oturmuyordu. Çok ses oluyordu arka tarafta. Boş konuşmalara katlanamıyordu bir türlü.

Yine şoförün sağındaki koltuklardan birine oturdu. Arka cebinden bir sakız çıkarıp ağzına attı. Sigara kokusunu biraz da olsun alıyor diye sakız çiğniyordu her sigaradan sonra. Araba boş sayılırdı ama birazdan bir sürü öğrenci gelip doldururdu her sabah olduğu gibi… Orta yaşlı bir adam gelip oturdu yanına. Şoför saatine baktı, dudağındaki sigaradan son bir nefes çekip attı ve arabayı hareket ettirdi. Neredeyse her on metrede duruyor, yolcu alıyordu henüz şehirden çıkmadan. Sonunda şehir içindeki son durağa gelmişti, on dakika da orada bekleyecekti. Arabanın tamamına yakını dolmuştu, sadece birkaç koltuk boştu artık. Biraz sol tarafında kalan, şoförün tam arkasındaki koltuğa kucağında bebekle bir kadın gelip oturdu. Ancak beş altı aylık vardı herhâlde bebek. Annesinin kucağında oturuyor, etrafa meraklı gözlerle bakıyordu. Küçücük simsiyah gözleri, küçücük bir burnu ve küçücük de bir ağzı vardı. Simsiyah saçlarının yumuşacık olduğu belliydi, kıvır kıvırdı uçları. Merakla etrafı süzen gözleri çocuğa rast geldi. Çocuk ona bakıyordu zaten kadın arabaya bindi bineli. Bebek kendisine bakınca hafifçe gülümsedi. Bebekten de aynı karşılığı alınca bir daha gülümsedi. Bu sefer bebek, sanki o yaşta utanmayı çok biliyormuş gibi annesine sarıldı, kafasını annesinin göğsüne bastırdı. Ne kadar sevimliydi. Küçücük elleriyle annesinin kolunu tutmaya çalışıyordu. Dönüp tekrar baktı, tekrar gülümsedi. “Ce” oyunu oynuyorlardı sanki. Bir süre sonra anne de gördü bebeğiyle genç adamın karşıdan karşıya oyun oynadıklarını. Bebeğinin güzelliğiyle gurur duymuş olacak ki o da gülümsedi gözlerinde bir parıltıyla. Oyun, kadın inene kadar sürüp gitti böylece.

Arabadan inip okulun kapısından girdi. Aklında hâlâ arabadaki o bebek vardı. Kendi kendine gülümsedi. Teyzesinin küçük kızını hatırladı; İrem… Altı yedi aylıkken görmüştü ilk defa; bir bebeğin en sevimli olduğu zamanı… Yeni yeni yürümeye, bir taraftan da yarım yamalak konuşmaya başladığı an… İrem’i severken, teyzesine, “Ya teyze, bu hiç büyümese ya! Böyle kalsa ya hep! Siz bunu dondurun, ben bir daha geleceğim zaman haber veririm size, o zaman açarsınız, aynı şekilde severim ben de, olmaz mı?” diye şakalar yapar dururdu hep. Daha sonra gittiğinde ise İrem beş yaşındaydı. Hâlâ sevimliydi, hâlâ “Abi! Abi!” diye geziniyordu peşinde. O vakitler, o dedesinin en büyük torunu, İrem ise en küçüğüydü. Tabiî daha sonra kaç tane yeni torun girdi ikisi arasına. Zaman ne de çabuk geçiyordu. Ama İrem onun için yine en küçük, o ise İrem için en büyük abiydi.

***

Ders psikolojiydi; en sevdiği hocalardan birinin dersi... Her zamanki gibi en ön sıralardan birine oturdu. Hoca, yüzünde bir gülümsemeyle girdi sınıfa; insan psikolojisini çok iyi biliyordu hoca. Etrafına karşı tutumu da ona göreydi hâliyle. Bu derste öğrenciler anlatıyordu dersi, aldıkları konularda sırayla sunum hazırlayıp sınıfta gösteriyorlardı. O, sunumunu haftalar öncesinden yapıp bitirmişti. Bunun için de rahattı. Sunum yapmayanlarsa, “Nasıl yapacağım? Bunu buraya koysam mı, yazıları ne renk yapsam, kaç soru hazırlasam?” diye birbirlerine soruyorlardı. Aynısını kendisi de yaşamıştı sunumunu hazırlarken ama korkulacak hiçbir şey olmadığını anlamıştı. Hazırlanan konuyu, hazırlayandan daha iyi bilse bilse hoca bilirdi sınıfta, ama o da derse çok müdahale etmiyor, öğrencinin kontrolüne bırakıyordu her şeyi. O günkü konu “dil” üzerineydi. İnsanın bir dili öğrenme süreci, bebeğin ilk konuştuğu kelimeler ve düşünme, algılama şekli vesaire. İlginç bir konuydu. Sunumu hazırlayan kız öğrenci, bebek resimleri kullanmıştı sunum için. Birbirinden sevimli, gülen, ağlayan, oynayan bebekler… Gördüğü rüya, arabadaki bebek, dersteki bebek resimleri… Çok güzel bir gündü onun için.

Teneffüs… Sigara içmek için bahçeye çıktı. Güneş sımsıcak gülümsüyordu masmavi gökyüzünde. Kırmızı, beyaz, pembe güller açmıştı bahçede. Derin bir nefes aldı. Allah’a şükretti. Hayat ne güzeldi. Yaşamak ne güzeldi. Sene sonu da yaklaşmıştı; hasret bitecekti yine bu sene için. Annesine sarılacaktı doya doya bir ay sonra.

Sigarasını içerken bahçede yürümeye başladı. Annesini düşünüyordu yine. Güldürmek için ne şakalar yaptığını, ellerini yıkadıktan sonra gidip buz gibi ellerini annesinin yüzüne sürdüğünü, onun da eline ne geçerse alıp fırlattığını, “Oğlum, yapma yavrum! Hasta olacağım bak, sonra üzülürsün” dediğini hatırladı. Bir eli cebinde, ötekinde sigara, başı önüne eğik yürüyor, durmadan gülümsüyordu kendi kendine. Durdu. Dönüp sağına soluna baktı. Allah’tan kimse yoktu. Biri görse “Deli” derdi herhâlde. Ne bilecekler ne düşündüğünü, ne diye güldüğünü.

Dört ders de bitmiş, doğruca evin yoluna koyulmuştu dersten sonra. Ders arasında birkaç defa yine hoşuna giden kızı görmüş, güzel başlayan gün daha da güzelleşmişti. Artık bütün gün ayrı bir güzel geçecekti. Rüyada anne, arabada ve sınıfta sevimli mi sevimli bebekler, sonra o kız… Ne bozabilirdi ki artık bugün neşesini?

Arabaya bindi. Oturduğu cam kenarından dışarıyı izleyerek şehre ulaştı…

İndi arabadan. Eve doğru yürümeye koyuldu. Yürüdüğü kaldırımda karşıdan gelen adamı hatırlar gibi oldu. Hafızasını zorladı, hatırladı. Dolar bozdurmak için girdiği bir döviz bürosunda kendisine eksik para veren adam… Aynı kini tekrar duydu adama karşı. O gün sabah sabah tam bir belâydı adam. Cebindeki son otuz dolarlık parasını bozduracak, neredeyse bir hafta kendisine yetecekti bu para. Adam paranın üçte birini vermişti ama “Hepsini verdim, sen cebine koydun” diyor da başka bir şey demiyordu. Sinirinden ne yapacağını şaşırmış, dönüp etrafına bakınmıştı. Okula da geç kalacaktı. Biraz ileride duran polisi görmüştü. Gidip durumu anlatmış ve parasının tam karşılığını almıştı. Her insanın iyisi kötüsü olurmuş. Arada sırada da olsa ona da rast geliyordu işte birkaç tane. “Allah’tan, iyiler var şu dünyada” diye düşündü…

Kapıyı açıp girdi eve. Arkadaşlarından biri de gelmişti; her gün yaptığı gibi uykusunu uyuyordu. Odaya girince arkadaşı başını kaldırıp annesinin aradığını, para havalesi yaptıklarını söyledi. Meğer uyumuyordu da demek yeni gelmişti. Çantasını masanın altına koydu, yatağa uzanıp dinlendi birkaç dakika. Çıkıp havaleyi alması lâzımdı. Allah’a şükretti. Anne ve babası için dua etti içinden. Ellerini başının arkasına aldı, düşünmeye başladı. Arada bir gülümsüyordu kendi kendine. Çantasından not defterini ve kalemini çıkardı:

“Bölünmüş uykularım, darmadağın/ Saçımı okşa, gel yanağımdan öp/ Uzaktayım ben, ardında kaç dağın/ Üşüyorum anne, gel üstümü ört./ Kokunu alsam, ah esse de bir yel/ Çeksem sîneme de anneyle dolsam/ Ak saçlı başından, getirse bir tel/ Öpsem. Âh! Öpsem de başıma koysam…/ Pul olmuş burda, hem söz, hem de nâmus/ Yüzüme güler, kuyumu kazar el/ Çok geceler sabahladım uykusuz/ Ağlarım, yok yaşımı silen bir el.”

Para havalesi geldi aklına. Aceleyle çıktı dışarı. Hava bozmuştu. Sabahki güneşten eser yoktu. Tekrar içeri girip montunu aldı. Bir sigara yakıp durağa gitmek için yola koyuldu. Yolda, ev sahibi yaşlı kadını gördü, elini öpüp hâlini hatırını sordu. Üç yıl olacaktı bu sene, aynı evdeydiler. Ev sahibi nineleri gibi olmuştu artık. İlk başlarda birtakım sorunlar yaşasalar da günden güne her şey daha iyiye gitmişti… (Devamı gelecek…)