BAHARIN müjdecisi
cemrelerin ilki Şubat’ın üçüncü haftası havaya, ikincisi son haftasında suya
düşer. Üçüncüsü de bir hafta sonra toprağa.
Toprağa
düşmeyen ne var ki zaten? Daldaki elma da, ağacın yaprağı da… Yağmurla kar da… İnsan
da… Hepsi vade dolunca toprağa düşüyor.
37
yıl önce Necip Fazıl Kısakürek de toprağa kavuşmuştu. 25 Mayıs 1983’te
kaybetmiştik.
Cemrelerin
sonuna doğru Yozgat’ta “Kaldırımlar’dan Sakarya’ya Necip Fazıl Sempozyumu”
düzenlendi. Valilik, Belediye, Bozok Üniversitesi ve Türkiye Yazarlar Birliği
tarafından düzenlenen dört günlük sempozyum büyük ilgi gördü. 24 oturum
yapıldı, 120 civarında akademisyen ve yazar katıldı.
Çok farklı açılardan Üstad’ın eserleri ve hayatı üzerine bildiriler
sunuldu.
Necip
Fazıl’ın Düşünce Dünyası, Hikâyeleri, Şiirinde Kimlik Dokusu, Çevresi, Büyük
Doğu ve Gelecek Tasavvuru, Poetikası, Edebiyatımızdaki Yeri, Eleştiri Dünyası,
Dil ve Üslûbu, Şiirleri, Davası, Eserlerine Tematik Yaklaşım, Sanat Dünyası,
Yakın Tarihimize Bakışı, Tiyatro Eserleri, Gençliğe Bakışı, Anadolu Mektebi
Mensubu Gençlerin Dilinden Necip Fazıl, Şiirlerinde ve Hikâyelerinde Şehir,
Hakikat Arayışı, Fikir Çilesi, Tasavvuf Anlayışı, Sanat ve Düşünce Dünyamızda
Necip Fazıl Kısakürek, Devlet ve Cemiyet Tasavvuru gibi ana başlıklar altında
düzenlenen oturumların her birinde akademisyenler ve yazarlar kendi alanlarıyla
ilgili bildiriler sundular.
Necip
Fazıl’ı tanıyanlar, yanında bulunanlar, sohbetine katılanlar, konferansını
dinleyenler günden güne azalıyor. Bir vakit sonra bu gibi toplantılarda Üstad’ı
tanıyanları tanıyanlar konuşacak demektir. Sakıncası yok elbette.
Bugün
Yûnus Emre, Fuzûlî, Şeyh Galib, Nasreddin Hoca, Yesevî hakkında bir toplantı
yapıldığında, konuşanlar arasında bizzat tanıyan birini bulmak mümkün mü?
Necip
Fazıl’ı yakın dönemde kaybettiğimiz için, hatıraların kıymetine dikkat çekmek
istedim sadece. Sözün burasında, “Bizim klasiğimiz yoktur” diyen birini
hatırladım.
Ülkemizin
pek çok büyük şairi vardır. Pek çok fikir adamı yetişmiştir. Pek çok aksiyon
adamı da bulunmaktadır. Fakat bu üçünü bir arada barındıranların sayısı
maalesef fazla değildir. Geçmişten bugüne
ulaşan kıymetli bir nükte, Bekri Mustafa ile ilgili. Demiş ya, “Öte tarafta
‘Dünyanın hâli nasıldır?’ diye sorarlarsa ‘Bekri Mustafa, Ayasofya’ya imam oldu’
de, ötesini anlarlar”.
Şimdi
burada Necip Fazıl hakkında bana da söz düşmüşken, ister istemez bunu
hatırladım.
Bizim
kısaca “Üstad” bildiğimiz Necip Fazıl Kısakürek, ülkemizin en önemli şairleri,
fikir adamları ve aksiyon adamları arasında yer alır. Fakat bu üçünü bir arada
barındıranların sayısı maalesef fazla değildir.
***
Kısaca
“Üstad” deyişimiz, kolay olduğundan değil şüphesiz. Şayet Sokrat gibi, Diyojen
gibi tek kelimelik bir adı olsaydı, buna mukabil ülkenin kaderini etkileyen,
pek çok insana önderlik eden, aynı zamanda kitleler yetiştiren biri olarak
“üstad” kelimesinin anlamı uzunca olsaydı, biz bu defa o şekilde hitap eder,
birkaç kelimelik uzun hâlini kullanırdık.
Şiir,
hikâye, roman, tiyatro, deneme, biyografi, otobiyografi, fıkra, senaryo,
hatırat gibi edebiyatın hemen her dalında 100 civarında eser veren Necip Fazıl,
mizah alanına pek girmemiştir. Büyük bir
zekâya sahip olduğunu, onu düşman bilen ve hayat boyunca engelleyip yok etmek
isteyenler bile inkâra yeltenemez.
Mizah
için “zekânın zekâtı” tanımı yapılır. Üstad’ın zekâsından kimse şüphe etmediği
hâlde, niçin mizah alanında eser vermediğini edebiyat tarihçilerine bırakmak
gerekir. Belki zekâsını ve birikimini diğer eserlerine vakfetmesine
bağlayabiliriz.
Yine
de yazdıklarında hiç mizah bulunmadığını söylemek haksızlık olur. Çay içindeki
şeker misali, gözle görünmez ama içildiğinde hemen fark edilir. Anekdot
şeklinde anlatılan hatıralara bakıldığında ise bariz şekilde karşımıza çıkar.
Meselâ…
Üstad
bir gün bir ağaca çıkmış. Elinde testere. Bir dalı kesiyor. Fakat bindiği dalı
kesmekte. Yoldan geçen biri onu görmüş, düşeceğini söylemiş. O da az sonra
düşmüş.
Bir
başka zaman, elindeki yoğurt kabından kaşık kaşık göle yoğurt döktüğünü
görmüşler. Ne yaptığı sorulunca, “Göle maya çalıyorum” cevabını vermiş.
Necip
Fazıl başka bir gün eşeğe ters binmiş…
Bu
sözlere itiraz ederseniz, şaşırmam. Fakat
biraz izah gerek. Belki izahla beraber ikna edebilirim. Dikkatinizi toparlamak
yahut eğlence olsun da biraz gülelim niyetiyle anlatmadım bunları.
Elbette
bu nükteler Nasreddin Hoca’dan. Ancak
unutmamak gerekir ki, büyükler arasında bir ünsiyet vardır. Yakınlık, dostluk,
ahbaplık… Aynı iklimde dolanırlar bazen. Hatta çoğu zaman… Bazen de
birbirlerine katkıda bulunur, yardımcı olurlar.
Necip
Fazıl’ın kitaplarından biri de Nasreddin Hoca üzerinedir. O da Hocamız gibi bindiği dalı kesmişti; çünkü lâyık
görülen ve üzerinde durması beklenen dalın kesilmesi gerekiyordu. O kendine
yeni dallar bulmak, kendi inancına, kendi idealine göre seçtiği dalda olmak
istiyordu. Bütün hayatını buna adadı.
Hoca
göle maya çalmıştır, evet… O göl bütün Türkiye, hatta bütün kültür coğrafyamızdır.
Onun eserleriyle, konferanslarıyla pek çok nesil yetişmiştir. Şükürler olsun ki,
Hoca’nın mayası gibi Üstad’ın mayası da tutmuştur.
Eşeğe
ters binmek de aynı açıdan değerlendirilmelidir. O, geriden gelenlerin yüzünü
görmeyi seçmiş, onlara temas etmek, etkilemek ve yönlendirmek için birçok işi
başkalarına göre ters yapmıştır. Eğer beklendiği şekilde davransaydı, kendi
iradesini kullanmasaydı, bugün farklı bir yerde olurduk.
Üstad’ın
bir gazetede yazdığı Nasreddin Hoca fıkraları, daha sonra kitap hâline geldi.
Nasreddin Hoca bir komedyen değil şüphesiz. Ona “mizahçı” demek de haksızlık
olur. Derdi güldürmekten ibaret değildi.
Necip
Fazıl, şöyle söyler:
“Nasreddin
Hoca, İslâm teknesinde yuğurulan millî ruhun, hâdiseleri espri çerçevesinde âni
bir zevk çakışıyla değerlendiren, dünya çapında bir kahramanıdır ve bildiğimiz
âdi mizahın ötesinde ve çok üstündedir. Onun belirttiği, derin ve her biri
kıymet hükmü gerektiren mizah tablolarına, ancak komik Şarlo dediğimiz dehâ
çapındaki sanatkârdır ki, biraz yaklaşabilmiştir.
Nasreddin
Hoca’nın, doğrudan doğruya Türk karakteri içinde, İslâm mizacını canlandıran
menkıbeleri, muhtevalarındaki ince tenkit, tahlil ve teşhir kıymetleriyle,
teker teker izah ve tespite muhtaç birer şaheseridir ve bugüne kadar onların
kaba kahkaha cephelerinden başka noktalarına görülememiş ve gösterilememiştir.
Gerçek
millî kahramanlarımızın başında… Fakat onu, ne tarihî bir gerçek, ne de mânâ ve
şahsiyet olarak tanıdığımızı iddia edebiliriz. Keloğlan ve İbiş tuhaflıklarına
bayılan halk, Hoca’yı bir güldürme örneği diye görür ve bu bakımdan yedi
yaşındaki çocukla yetmişindeki ihtiyar, aynı hissi besler.
Hâlbuki
o, ayağının tozu bile olamayacak meşhur Şarlo ile aynı ruh kıvamındadır.
Filozof Bergson’un ‘Gülmek’ isimli eserine tahlil mevzuu olarak almaya dek
değer verdiği ve İngiltere Kralının Londra Garı’nda karşılamaya kadar
yücelttiği Şarlo, hâdiselere hikmet gözüyle bakmak, içyüzleri aramak ve onları
kaba akıl dışı özleştirici mizahî bir bedahet ifadesine sahip olmak noktasından
Nasreddin Hoca’nın, ağaca çıkarken boynuna aldığı pabucu bile olamaz. Ne var
ki, her şey gibi o da meçhulümüz ve yeni baştan bir keşif mevzuu.”
***
Bu
önemli tespitlerden sonra şu satırlara bakmamız gerekir:
“İşte
bizim burada yapacağımız, ileride Hoca’yı mânâlandıracak mütefekkir sanatkâra
yol vermek üzere, onu hikmet cephesiyle göstermek olacaktır.
Evvelâ,
zatiyle de evliyadan olduğu zannı beslenen Hoca hakkında, onun ilk oluş
hesabını veren rivayeti kaydedelim.
Nasreddin
Hoca, çocukluğunda birkaç arkadaşıyla beraber evliyadan bir zatın talebesidir.
Hocalarına bir tepsi baklava hediye ediliyor ve çocuklar, hocalarının
bulunmadığı bir ânı fırsat bilerek baklavayı yiyorlar.
Hoca
gelip de tepsinin bomboş olduğunu görünce, talebelerinden her birine neler yaptığını
soruyor. Kimi ‘Raftan indirdim’, kimi ‘Kestim’, kimi ‘Dağıttım’ veya ‘Kaşıkladım’
gibi cevaplar veriyor. Sıra Nasreddin’e gelince, cevabı, ‘Ben bir şeye
karışmadım, sadece uzaktan güldüm!’ oluyor. O zaman, talebelerinden her birinin
baklava mevzuundaki fiiline göre dua eden Hoca, Nasreddin hakkında da şu
dilekte bulunuyor: ‘Sana da dünya âlem gülsün.’
Ve
işte Nasreddin Hoca, böyle bir velî duası neticesinde yetişiyor.”
Necip Fazıl’ın yazdıklarıyla büyüyenler, şiirlerini ezberinde tutanlar, çizdiği yolda yürüyenler, açtığı gedikten fethi tamam etmek için çırpınanlar, bugün ülkenin önemli makamlarında.
Necip
Fazıl, bilinen fıkraları tekrarlamakla yetinmemiş, onların öncesine, hatta
bazılarının hem başına, hem sonuna birkaç cümlelik açıklamalar yazmış.
Birkaç
misâle bakalım.
“(Unsur unsur malik olduğumuz bir şeyin, sırrından
mahrumluğumuza misal:)
Hoca
bakkala sorar: ‘Bu yağ, bu un, bu şeker, bu yumurta senin mi?’ ‘Evet!’ ‘Ya
niçin kaygana yapıp da yemiyorsun?’”
***
“(Birtakım kemiyet hasislikleri içinde keyfiyeti görmemeye misal:)
Hoca,
eşeğine verdiği arpaya bakıyor da, ‘Bu bir yığın yemden her gün birkaç tanecik
kessem, sanki ne zararı olur?’ diye düşünüyor ve her gün birkaç tane eksiltmeye
başlıyor. Nihayet eşek ölüyor ve Hoca, hâdiseyi yorumluyor: ‘Tam alışacağı
zaman eceli müsaade etmedi.’
(Paranın değerini düşürenlerin
kulakları çınlasın.)”
***
“(Bir ilme talip ve muhatap olmak için, insanda o ilimden bir ilk ilimcik
payı bulunmak lâzımdır. Kimse, büsbütün bilmediğini öğrenmeye talip ve ona
muhatap olmaya lâyık değildir. Bu, hikmetlerin hikmetini, bakın, büyük tefekkür
kafası Hoca, nasıl lezzetlendiriyor.)
Hoca
minberde:
-Ey
cemaat, ben size bir şeyler söyleyeceğim. Ne diyeceğimi biliyor musunuz?
-
Hayır. Bilmiyoruz.
-
Öyleyse ne diye söyleyeyim?
İkinci
defa:
-
Biliyor musunuz?
-
Evet, biliyoruz.
-
Bildiğiniz bir şeyi niçin dile getireyim?
Üçüncü
defa:
-
Biliyor musunuz?
-
Yarımız biliyor, yarımız bilmiyor.
-
Bilenler bilmeyenlere öğretsin.”
***
“(Öyle hakikatler vardır ki, insan onu bildiği hâlde benimsemez ve
hükmüne baş eğmez.)
Gafletin
bu türlüsünü en güzel teşhis, Hoca’nın ucuna bindiği dalı kesmesidir. Biri onu
bu işi yaparken görür ve seslenir.
-
Bindiğin dalı kesiyorsun, düşeceksin.
Hoca
düşer ve aynı adamın arkasından koşarak sorar:
-
Madem düşeceğimi bildin, öleceğim zamanı da bilmen gerek, söyle!
(Bu noktada da basit bilgilerin sahiplerindeki gurura bir tokat vardır.)”
Yıl,
1975... Hasan Aycın ve öğrenci arkadaşları, Üstad Necip Fazıl'ı Bursa'da
konferansa çağırırlar. Üstad, Bursa'ya gitmek için İstanbul'dan vapurla
Mudanya'ya hareket eder.
Üstad’ı
külüstür bir arabayla karşılamaya giden Ali Bakkal ve arkadaşları, gelecek olan
misafirlerini daha önce hiç görmemişler.
Vapurdan
bütün yolcular inmiş, fakat beklenen misafir ortalıkta yok. Ali Bakkal ve
arkadaşları artık umudu kesip ayrılacaklarken, bakmışlar ki bir kenarda,
kayanın başına çıkmış yaşlı bir adam, bulduğu sarımsı bir çimento kâğıdına yazı
yazıyor.
“Amca”
demiş Ali Bakkal, "Bu gelen son vapur muydu? Biz bir misafir bekliyorduk
fakat gelmedi".
Üstad
hiç istifini bozmadan bir yandan yazısına devam ederken, "Necip Fazıl'ı mı
bekliyorsunuz?" demiş.
Tabiî
bizimkiler mahcup bir şekilde ellerine sarılmış ve özür dilemişler.
Üstad
bir süre sonra binmesi için kapısı açılan eski arabayı görünce, "Bu ne,
Mercedes yok mu?!" demiş. Ancak arabaya ister istemez binmiş.
Üstad
Bursa'da arabadan indikten sonra, o günlerde Millî Gazete'de tefrika edilen
"İhtilâl"in bir gün sonra yayınlanacak bölümünü, yazdığı çimento
kâğıdını, beraberinde geldiği gençlerden birine vererek, "Al şunu,
gazeteye faksla" demiş.
***
Üstad
Necip Fazıl'ın vefat haberini aldığımızda, nasıl bir üzüntüye kapıldık, tarife
gelmez. Ankara'da bir dergi çıkarıyorduk o zamanlar. Hazırlanmakta olan yeni
sayının kapağını değiştirdik. Üstad’ın fotoğrafı ve ondan bir beyit yer
alacaktı.
“Surda
bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,/ Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen
es!”
***
Derginin
içi tipo basılıyor, kapak ofset. Elimizde bilgisayar yok, Kızılay'da bir büroda
iki mısra dizilecek. Gittim dizgi bürosuna. Kızlardan biri “Hemen yazarım” dedi,
dakika içinde çıkışı verdi. Baktım ki fecaat! “Şurda bir delik açtık…” diye
yazmış. “Öyle değil, şöyle olacak” dedim. Sakız
çiğneyen kız, “Ha delik, ha gedik, ne fark eder?” demesin mi?
Şaka
yapar gibi bir hâli yoktu, gayet ciddî söylüyordu. Necip Fazıl vefat etmiş, kız
“Ne fark eder!” diyor. Ben sanıyordum ki o mısraları herkes bilir. En azından yazıyla çiziyle uğraşan, bütün gün
dergiler kitaplar için dizgi yapan biri…
Öyle
değilmiş, herkes bilmezmiş.
Üstad’a
yapılmış büyük saygısızlık karşısında susmak olmazdı ama benim acelem vardı,
matbaa bekliyordu. Doğrusunu yazdırıp çıktım.
***
Şu
işe bakın ki, yıllar sonra tekrar aynı mısraları değiştiren birine rastladık.
Üstelik sakız çiğneyen topuzlu kız gibi cahillikten değil, “başka bir
şey”likten. Üstad “rüzgâr” yerine “fırtına” deseymiş, daha iyi olurmuş.
“Ey
kahpe fırtına demek belki daha iyi olur ama bir hece fazla oluyor” diye şerh
düşüyor. Bak sen! Demek bir hece artacağını hemen fark edilebiliyor. Bravo!
Peki,
o hâlde ne diye sonrasını bütünüyle değiştiriyor, araya reklâm alan diziler
gibi o muhteşem beyti darmadağın ediyorsun?
“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,/ Ey kahpe rüzgâr
Yezid'lerin, Haccac'ların, Tiran'ların estirdikleri, gelip geçici sun'i
rüzgârlar, hangi taraftan esersen es!.. Surda gedik açıldı bir kere Allah'ın
izniyle: fetih yolu göründü!”
El
insaf! Kol insaf!
Hatırladınız
mı kim olduğunu?
Hani
evlere ateşler salan biri vardı...
Bu
arada bir noktaya açıklık getirelim. Bazıları o mısraları “Sakarya” şiirinden
bir bölüm sanıyor. Fena hâlde yanılıyorlar. Sakarya Türküsü’nden değil.
Necip
Fazıl’ın yazdıklarıyla büyüyenler, şiirlerini ezberinde tutanlar, çizdiği yolda
yürüyenler, açtığı gedikten fethi tamam etmek için çırpınanlar, bugün ülkenin
önemli makamlarında. “Üstad bugünleri görseydi” dediğim olur bazen. Sanki
görmediğini biliyormuşum gibi.