TÜKENİYORUZ… Sadece biz mi?
Yaşam da, dünyamız da hızla tükeniyor. Yaratılan her şey, sonuna doğru
kendisine verilen süreyi tüketiyor.
İnsan
doğduğu anda başlar tüketmeye. Önce bebekliğini, sonra çocukluğunu tüketir.
Belki çoğu zaman birçok güzelliklerle tükenmiştir her şey. Ne hazindir ki, akıl
başa geldi mi, akılsızlık da başa gelir. İnsan daha hızlı, daha insafsızca
tüketmeyi öğrenir. Sadece kendi varlık ve kaynaklarını tüketse iyiydi, bazıları
sınırları ve imkânları zorlayıp birçok insanın da hayatını tüketiyor.
Öyle
bir yere doğru gidiyoruz ki mescitteki saflar gibi kimsenin kimseye üstün
olmadığı o yerde saniye saniye bize emanet verilen, zaman, varlık, akıl ve nefsi
nasıl kullandığımız ayan beyan ortaya dökülecek. Gelin, o çetin hesabı burada
görelim! “Hazırlıksızdım, haberim yoktu” gibi bahaneler hiçbir işe yaramayacak
ne de olsa. Şöyle yukarı doğru biraz sağa meyilli, biraz da sonsuzluğa bakarmış
gibi öyle dalgın dalgın bakalım çok uzaklara. Kendimizi görelim. Yaşadığımız ve
düşündüğümüz her şeyin, niyetlerin anbean önümüze dökülüp de hesabın görüldüğü,
sevap ve günahların anında yazıldığı o sahneyi canlandırıp görelim. “Hayâl
edelim” demiyorum, “görelim”. Çünkü olması kesin bir gerçek “o çetin hesap günü”…
Kendinizi
izlemek nasıl bir şey? Niyetleriniz, yaptıklarınız ve hatta yapmadıklarınız bir
bir önünüze getiriliyor ve ya sevap yazılıyor ya günah. Hiçbir şey boş çıkmıyor
oradan. Endişeleniyorsunuz: “Acaba sevaplarım günahlarımı geçebilecek mi?”
Şaşırıyorsunuz. Her şey, ama her şeyiniz var orada. Her an kayda alınmış. Tam o
esnada, hesabınızı endişe ile izlerken, çok değişik bir şey oluyor. O hesap
gününde, hesabın tam ortasında bir an, bir farklı zaman dilimi açılıyor. Tam o
an, şu anki sizinle karşılaşıyor ve göz göze geliyorsunuz. Hadi, çetin hesabı
izleyen kendinize bir şeyler söyleyin! Destek olun ya da dinlemeye çalışın!
Belki tâ oralardan bir mesaj iletir...
Bana
iletilen mesajı sizinle paylaşmak isterim: “Ben burada, hesabım ayan beyan
ortaya çıkarken fena hâlde tükeniyorum, eriyorum, soğuk soğuk terler döküyorum.
Dönüşü olmayan bir yoldayım. Birazdan ebedî akıbetim belli olacak. Ya cennet,
ya cehennem… Sonuç ne olursa olsun, artık sonucu değiştirebilecek hiçbir şey
yapma imkânım yok. Sana seslenebiliyor olmam büyük bir mucize, büyük bir
fırsat! Sen, evet şu an orada daha yaşamı son bulmamış ben, bir şeyler
yapabilirsin! Hatta çok şey yapabilirsin! Buradaki sonucu artı yapabilmek için
daha fazla gayretin ve sorumluluğun sahibi olabilirsin. Şu âna kadarki hesap
anları için çok net bir şey söylemek isterim ki, zamanı çok insafsızca
tüketmişsin. Akıl nimetini yerli yerinde kullanmamışsın. İslâm dini üzere
olmuşsun, Allah’ı kısmen de olsa bilmişsin, Türk milletinin bir ferdi olmuşsun,
bir şeyler okuyup yazmışsın, ama büyük hizmetlerde bulunamamışsın!
İbadetlerinde ruh, heyecan yok! Sahip olduklarının şükrünü yeterince
bilememişsin! İnsan olmanın, var olmanın, Allah’ın kulu olmanın gereklerini iyi
düşünüp tartamamış ve gerekli adımları atmak için üstün bir gayretin sahibi
olamamışsın!”
Sert
bir şekilde yutkunuyor, daha fazla dinleyemiyorum. Bir şeyler söylemek
istiyorum ama kalsın. Benimkisi yine bahane üretmek olacak. Hayatımın yarısı
bahanelerden oluşuyor zaten.
Dünya
halkından her gün birileri göçüyor ahiret hayatına doğru. Her yeni günde yeni
doğumlar oluyor, yeni yüzler, yeni yaşamlar açıyor.
Varlık
ailesine katılan her fert, bir gün o aileyi terk etmek üzere yol alıyor. Gelmek
ve gitmek bizim seçimimiz değil. Elimizden gelen bir şey yok. Gelmişsek ve bir
şeylerin farkına varmışsak, nasıl gideceğimizi biraz daha düşünebiliriz diye
düşünüyorum.
Yaratılmış
olmak, adı konulmaz bir nimet! Kâinat, büyük bir mucize... İnsan vücudu
inanılmaz bir tasarım… Hücreler, atomlar, ağaçlar, su, kar, güneş ve bahar
inanılmaz bir teknoloji… Her şey ne kadar da olağanüstü! Öylece kalakalıyorum
hayranlıklarda.
İyi
ama bu kadar mucizenin içinde niye kendimi bu kadar sıkışmış hissediyorum? Niye
kimse bana kalbimi ikna edici ve doyurucu cevaplar veremiyor? Bir sonsuzluğun
içinde sonsuz parça varlık ile çepeçevre kuşatılmışken çektiğim bu yalnızlık
sancısı da ne? Üzerimde bir tükenmişlik hissi var. Bu sözü buraya yazmak beni
çok üzüyor ama gerçek bu. Rabbime ve nimetlerine rağmen, bunca mucizeye, ilme
rağmen bazen kendimi kötü hissediyorum. Saraylar içinde, bahçeler içinde,
nimetler içinde boğulmaz mı insan? İnsan sadece denizde mi boğulur? Şu an belki
de bu yazımla sizi boğuyorum. “Sıkıntı verdi, devamını okumasam da olur”
diyorsunuz belki…
Üzgünüm, bazen boğulmak, sıkılmak gerekiyor. Mutluluk ve rahatlık, işlerin yolunda gitmesine perde oluyor. Sağlık güzel şey ama hastayken bilinebiliyor bedenin kıymeti. Tıptaki en büyük gelişmeler, keşifler hastalıklar incelenirken bulunmuyor mu?
Tefekkür
Size
bir şey daha sormama izin verin: Işıkta, aydınlıkta mı daha fazla şey
görürsünüz, karanlıkta mı? Kendi adıma ilimde, düşüncelerde, öğrenmede ve
gelişimde, geceleyin yani sesler, ışıklar ve hareketler azaldığında daha fazla
yol alabiliyorum. Bildiklerimle değil, bilmediklerimle önümü daha net görebiliyorum.
Düşünsenize, aydınlık ve bildiklerimiz sanki gözümüze tutulan kuvvetli bir
fener ve biz o fenerin ışığından başkasını yani sonsuzluğu göremiyoruz. Bütün
bunlar yani yapabildiğim birkaç şey ile yetinmek benim canımı sıkıyor. Çevremin,
kendilerini geliştirmek adına bir gayretin, heyecanının olmayışı canımı
sıkıyor. Allah’a, ilme, sonsuzluğa aç olamayışım, ara sıra merak edip bir
şeyler yapıyor gibi görünüşüm canımı da sıkıyor, boğuluyorum.
Sevgili
okurlarım, zaman, dönüp de arkasına bile bakmadan öylece gidiyor. Çok az bir
vaktimiz var. Ömür sermayesi çok kısıtlı… Kendi adımıza, bu güzel ülke için,
sonsuzluk için, bir şeyler yapabilmek, daha fazla keşif, daha fazla hizmet için
imkânlar sınırlı. Ama Allah büyük! Yeter ki isteyelim, yeter ki şu zaman ve
imkânı biraz daha insaflı tüketelim. Neler tükettiğimizi biraz düşünelim. Bize
neler neler emanet edildi… Aman Allah’ım, düşününce insanın içi ürperiyor! Bu
beden, ömür sermayesi, bu kâinat bize emanet… Bu çocuklar, bu çiçekler bile
bize emanet... Yarınlar bize emanet... Bir güzel imza atmadan tüketmeyelim her
yeni günü. Yepyeni bir dokunuşla dokunmadan, dünün kopyası bir yaşamla
sonlandırmayalım yeni gündeki yeni kâinatı. Hücreleri, sayısız atomu hangi dâvâda,
hangi niyetlerde tükettiğimizi düşünmek bile bir ibadet değil midir?
Uyanmaya
çalışmak bir ibadet değil midir? Hâddimi aşıyorumdur muhakkak ama uykuda, rehavette,
ruhsuz, heyecansız bir namaz ibadetinden, Kur’ân okuma ibadetinden daha değerli
değil midir bir saatlik tefekkür.
O
tefekkür ki, bizi sıfırdan formatlasın ve her seferinde yeniden tâbi olalım
İslâm’a, her yeni günde yeniden doğalım yaşama, her akletmede yeniden
başlayalım ilim okullarına; ilk defa kılıyormuş gibi kılalım namazı, aile
yuvasındaki yaşamı her fırsatta yeniden inşâ edelim, hep taze kalsın sevgiler. Yeniden
sevelim, yeniden başlayalım. Öyle olmadı ise başka türlü yapalım. Öyle yaşayalım
ki, tükettiğimiz her şey, yarın hesap gününde bize, sevap hanemizde artı
katsın. Yoksa tükenen her şey, bir de diğer tarafta bizi tüketmesin!
Şimdilerde
tarihimize dair bilgi ve şuur artışı var. Millet olarak daha fazla sahip
çıkmaya başladık özümüze. Bir şeyler canlanıyor gibi. Hem de çok güzel! Bu
gelişmelerin hızla artmasını temenni ediyorum. Diğer yandan çok üzülüyorum, “Acaba
kaç nesil geçmişinin büyük bir kısmından, tarihinden, kültüründen,
destanlarından, cesaretinden, sanat ve estetiğinden mahrum yetiştirildi, uzak
tutuldu?” diye. Bir milletin özü nasıl kabuk bağladı? Bir milleti topyekûn, birçok
yönden nasıl tükettiler? Hangi gizli çirkin oyunlar, hangi güçler büyük bir
ihanet projesini devreye koydu da bizi savaşla değil, tüketerek bitirdi, uyuttu,
başka kültürlere özentili hâle getirdi, başka medeniyetlerin kahramanlarına,
filmlerine hayran bıraktı? Yabancı bilim ve sanat adamlarını, film kahramanlarını,
teknolojilerini nasıl bu kadar iyi takip ediyor ve biliyoruz?
Çağlar
açıp kapatırken, kıtalar keşfederken, uzayı avucumuzun içi gibi bilirken, Türk
denince dünyayı titretirken ne oldu? Bizi er meydanlarında, ilim meclislerinde
tüketip bitiremeyeceklerini anlayanlar, bizi bizle tükettiler. İçimize
yerleştiler, yüzümüze güldüler, sırtımızı sıvazladılar ve yavaş yavaş erittiler
bizi.
Üretmeyen
tükenir!
Okuyalım,
ama düşünerek. Yazalım, ama bizi ufuklara itelesin. Merak ve heyecan duyalım,
keşfedilecek çok şey var. Paylaşalım, bereket olsun. Aile yuvasını koruyup
güçlendirelim, toplum ayağa kalksın. Şahsî çıkar ve menfaatlerden millî ve
manevî menfaatlere terfi edelim.
Evimdeki
iki meleğe bakıyorum. Biri dört buçuk yaşında kızım, diğeri anaokuluna başlamış
oğlum… Merak ve heyecanla beni takip ediyorlar. Dünyaya geleli daha ne oldu ki
bu meleklerin? Tanımaya, öğrenmeye çalışıyorlar. “Babamız bizi sırtında
taşısın, komik şeyler yapsın, hikâyeler anlatsın, yapbozlar alıp öğretsin”
istiyorlar, “Gezdirsin, yedirsin, çeşit çeşit oyuncaklar alsın” diyorlar.
Kısaca benden rengârenk, sıcacık ve patırtılı gürültülü bir yaşam eğitmenliği,
arkadaşlığı istiyorlar. Bunları yapabilmem için, nükleer santral gibi her gün
aktif ve hazır olmam ve farkındalığımın hep açık olması gerekiyor. Olamıyorum
tabiî her zaman. “İşten geldim, yorgunum”, “Canım istemiyor”, “Hele yemek
yiyeyim”, “Saat geç oldu, bugün olmaz”…
“Çocukların
beklentisini karşılayamayınca, karşılayacak yeri iyi biliyorlar. Televizyon,
tablet ve cep telefonları onları oyalar. Bol bol oyun oynarlar, istedikleri
çizgi filmleri saatlerce seyrederek vakitleri güzelce tüketirler. Anne ve
babalar da rahatça dinlenir ve işlerini güçlerini hâllederler. Ne olacak
televizyondan, tabletten ya da yazları gün boyu dışarıda oynamaktan?”
düşüncesiyle tükeniyor çocukluklar. Mucizeler, heyecanlar, meraklar böyle
tükeniyor. Televizyondan, sokaktan, tabletten hangi insanlığı öğrenecek bu
çocuklar? Dünyayı nasıl tanıyacaklar? Ruhları nasıl doyacak, nefslerinden nasıl
haberdar olacaklar? Büyüyünce nasıl bir doktor, lider, manav, asker, imam
olacaklar? Büyüyünce çevrelerine, milletlerine, ailelerine ne aşılayacaklar?
Televizyon, sokak, teknoloji büyüdükçe büyüyen sevgiler, bilgiler, ahlâk, saygı, öz kültür mü inşâ edecek, yoksa büyüyen bir boşluk ve o boşlukta boğulan kalpler mi? Biz vermezsek, vermemiz gerekeni el verir. El de ne verir, Allah bilir…