Üretmezsem tükeniyorum!

Çağlar açıp kapatırken, kıtalar keşfederken, uzayı avucumuzun içi gibi bilirken, Türk denince dünyayı titretirken ne oldu? Bizi er meydanlarında, ilim meclislerinde tüketip bitiremeyeceklerini anlayanlar, bizi bizle tükettiler. İçimize yerleştiler, yüzümüze güldüler, sırtımızı sıvazladılar ve yavaş yavaş erittiler bizi.

TÜKENİYORUZ… Sadece biz mi? Yaşam da, dünyamız da hızla tükeniyor. Yaratılan her şey, sonuna doğru kendisine verilen süreyi tüketiyor.

İnsan doğduğu anda başlar tüketmeye. Önce bebekliğini, sonra çocukluğunu tüketir. Belki çoğu zaman birçok güzelliklerle tükenmiştir her şey. Ne hazindir ki, akıl başa geldi mi, akılsızlık da başa gelir. İnsan daha hızlı, daha insafsızca tüketmeyi öğrenir. Sadece kendi varlık ve kaynaklarını tüketse iyiydi, bazıları sınırları ve imkânları zorlayıp birçok insanın da hayatını tüketiyor.

Öyle bir yere doğru gidiyoruz ki mescitteki saflar gibi kimsenin kimseye üstün olmadığı o yerde saniye saniye bize emanet verilen, zaman, varlık, akıl ve nefsi nasıl kullandığımız ayan beyan ortaya dökülecek. Gelin, o çetin hesabı burada görelim! “Hazırlıksızdım, haberim yoktu” gibi bahaneler hiçbir işe yaramayacak ne de olsa. Şöyle yukarı doğru biraz sağa meyilli, biraz da sonsuzluğa bakarmış gibi öyle dalgın dalgın bakalım çok uzaklara. Kendimizi görelim. Yaşadığımız ve düşündüğümüz her şeyin, niyetlerin anbean önümüze dökülüp de hesabın görüldüğü, sevap ve günahların anında yazıldığı o sahneyi canlandırıp görelim. “Hayâl edelim” demiyorum, “görelim”. Çünkü olması kesin bir gerçek “o çetin hesap günü”…

Kendinizi izlemek nasıl bir şey? Niyetleriniz, yaptıklarınız ve hatta yapmadıklarınız bir bir önünüze getiriliyor ve ya sevap yazılıyor ya günah. Hiçbir şey boş çıkmıyor oradan. Endişeleniyorsunuz: “Acaba sevaplarım günahlarımı geçebilecek mi?” Şaşırıyorsunuz. Her şey, ama her şeyiniz var orada. Her an kayda alınmış. Tam o esnada, hesabınızı endişe ile izlerken, çok değişik bir şey oluyor. O hesap gününde, hesabın tam ortasında bir an, bir farklı zaman dilimi açılıyor. Tam o an, şu anki sizinle karşılaşıyor ve göz göze geliyorsunuz. Hadi, çetin hesabı izleyen kendinize bir şeyler söyleyin! Destek olun ya da dinlemeye çalışın! Belki tâ oralardan bir mesaj iletir...

Bana iletilen mesajı sizinle paylaşmak isterim: “Ben burada, hesabım ayan beyan ortaya çıkarken fena hâlde tükeniyorum, eriyorum, soğuk soğuk terler döküyorum. Dönüşü olmayan bir yoldayım. Birazdan ebedî akıbetim belli olacak. Ya cennet, ya cehennem… Sonuç ne olursa olsun, artık sonucu değiştirebilecek hiçbir şey yapma imkânım yok. Sana seslenebiliyor olmam büyük bir mucize, büyük bir fırsat! Sen, evet şu an orada daha yaşamı son bulmamış ben, bir şeyler yapabilirsin! Hatta çok şey yapabilirsin! Buradaki sonucu artı yapabilmek için daha fazla gayretin ve sorumluluğun sahibi olabilirsin. Şu âna kadarki hesap anları için çok net bir şey söylemek isterim ki, zamanı çok insafsızca tüketmişsin. Akıl nimetini yerli yerinde kullanmamışsın. İslâm dini üzere olmuşsun, Allah’ı kısmen de olsa bilmişsin, Türk milletinin bir ferdi olmuşsun, bir şeyler okuyup yazmışsın, ama büyük hizmetlerde bulunamamışsın! İbadetlerinde ruh, heyecan yok! Sahip olduklarının şükrünü yeterince bilememişsin! İnsan olmanın, var olmanın, Allah’ın kulu olmanın gereklerini iyi düşünüp tartamamış ve gerekli adımları atmak için üstün bir gayretin sahibi olamamışsın!”

Sert bir şekilde yutkunuyor, daha fazla dinleyemiyorum. Bir şeyler söylemek istiyorum ama kalsın. Benimkisi yine bahane üretmek olacak. Hayatımın yarısı bahanelerden oluşuyor zaten.

Dünya halkından her gün birileri göçüyor ahiret hayatına doğru. Her yeni günde yeni doğumlar oluyor, yeni yüzler, yeni yaşamlar açıyor.

Varlık ailesine katılan her fert, bir gün o aileyi terk etmek üzere yol alıyor. Gelmek ve gitmek bizim seçimimiz değil. Elimizden gelen bir şey yok. Gelmişsek ve bir şeylerin farkına varmışsak, nasıl gideceğimizi biraz daha düşünebiliriz diye düşünüyorum.

Yaratılmış olmak, adı konulmaz bir nimet! Kâinat, büyük bir mucize... İnsan vücudu inanılmaz bir tasarım… Hücreler, atomlar, ağaçlar, su, kar, güneş ve bahar inanılmaz bir teknoloji… Her şey ne kadar da olağanüstü! Öylece kalakalıyorum hayranlıklarda.

İyi ama bu kadar mucizenin içinde niye kendimi bu kadar sıkışmış hissediyorum? Niye kimse bana kalbimi ikna edici ve doyurucu cevaplar veremiyor? Bir sonsuzluğun içinde sonsuz parça varlık ile çepeçevre kuşatılmışken çektiğim bu yalnızlık sancısı da ne? Üzerimde bir tükenmişlik hissi var. Bu sözü buraya yazmak beni çok üzüyor ama gerçek bu. Rabbime ve nimetlerine rağmen, bunca mucizeye, ilme rağmen bazen kendimi kötü hissediyorum. Saraylar içinde, bahçeler içinde, nimetler içinde boğulmaz mı insan? İnsan sadece denizde mi boğulur? Şu an belki de bu yazımla sizi boğuyorum. “Sıkıntı verdi, devamını okumasam da olur” diyorsunuz belki…

Üzgünüm, bazen boğulmak, sıkılmak gerekiyor. Mutluluk ve rahatlık, işlerin yolunda gitmesine perde oluyor. Sağlık güzel şey ama hastayken bilinebiliyor bedenin kıymeti. Tıptaki en büyük gelişmeler, keşifler hastalıklar incelenirken bulunmuyor mu?


Tefekkür

Size bir şey daha sormama izin verin: Işıkta, aydınlıkta mı daha fazla şey görürsünüz, karanlıkta mı? Kendi adıma ilimde, düşüncelerde, öğrenmede ve gelişimde, geceleyin yani sesler, ışıklar ve hareketler azaldığında daha fazla yol alabiliyorum. Bildiklerimle değil, bilmediklerimle önümü daha net görebiliyorum. Düşünsenize, aydınlık ve bildiklerimiz sanki gözümüze tutulan kuvvetli bir fener ve biz o fenerin ışığından başkasını yani sonsuzluğu göremiyoruz. Bütün bunlar yani yapabildiğim birkaç şey ile yetinmek benim canımı sıkıyor. Çevremin, kendilerini geliştirmek adına bir gayretin, heyecanının olmayışı canımı sıkıyor. Allah’a, ilme, sonsuzluğa aç olamayışım, ara sıra merak edip bir şeyler yapıyor gibi görünüşüm canımı da sıkıyor, boğuluyorum.

Sevgili okurlarım, zaman, dönüp de arkasına bile bakmadan öylece gidiyor. Çok az bir vaktimiz var. Ömür sermayesi çok kısıtlı… Kendi adımıza, bu güzel ülke için, sonsuzluk için, bir şeyler yapabilmek, daha fazla keşif, daha fazla hizmet için imkânlar sınırlı. Ama Allah büyük! Yeter ki isteyelim, yeter ki şu zaman ve imkânı biraz daha insaflı tüketelim. Neler tükettiğimizi biraz düşünelim. Bize neler neler emanet edildi… Aman Allah’ım, düşününce insanın içi ürperiyor! Bu beden, ömür sermayesi, bu kâinat bize emanet… Bu çocuklar, bu çiçekler bile bize emanet... Yarınlar bize emanet... Bir güzel imza atmadan tüketmeyelim her yeni günü. Yepyeni bir dokunuşla dokunmadan, dünün kopyası bir yaşamla sonlandırmayalım yeni gündeki yeni kâinatı. Hücreleri, sayısız atomu hangi dâvâda, hangi niyetlerde tükettiğimizi düşünmek bile bir ibadet değil midir?

Uyanmaya çalışmak bir ibadet değil midir? Hâddimi aşıyorumdur muhakkak ama uykuda, rehavette, ruhsuz, heyecansız bir namaz ibadetinden, Kur’ân okuma ibadetinden daha değerli değil midir bir saatlik tefekkür.

O tefekkür ki, bizi sıfırdan formatlasın ve her seferinde yeniden tâbi olalım İslâm’a, her yeni günde yeniden doğalım yaşama, her akletmede yeniden başlayalım ilim okullarına; ilk defa kılıyormuş gibi kılalım namazı, aile yuvasındaki yaşamı her fırsatta yeniden inşâ edelim, hep taze kalsın sevgiler. Yeniden sevelim, yeniden başlayalım. Öyle olmadı ise başka türlü yapalım. Öyle yaşayalım ki, tükettiğimiz her şey, yarın hesap gününde bize, sevap hanemizde artı katsın. Yoksa tükenen her şey, bir de diğer tarafta bizi tüketmesin!

Şimdilerde tarihimize dair bilgi ve şuur artışı var. Millet olarak daha fazla sahip çıkmaya başladık özümüze. Bir şeyler canlanıyor gibi. Hem de çok güzel! Bu gelişmelerin hızla artmasını temenni ediyorum. Diğer yandan çok üzülüyorum, “Acaba kaç nesil geçmişinin büyük bir kısmından, tarihinden, kültüründen, destanlarından, cesaretinden, sanat ve estetiğinden mahrum yetiştirildi, uzak tutuldu?” diye. Bir milletin özü nasıl kabuk bağladı? Bir milleti topyekûn, birçok yönden nasıl tükettiler? Hangi gizli çirkin oyunlar, hangi güçler büyük bir ihanet projesini devreye koydu da bizi savaşla değil, tüketerek bitirdi, uyuttu, başka kültürlere özentili hâle getirdi, başka medeniyetlerin kahramanlarına, filmlerine hayran bıraktı? Yabancı bilim ve sanat adamlarını, film kahramanlarını, teknolojilerini nasıl bu kadar iyi takip ediyor ve biliyoruz?

Çağlar açıp kapatırken, kıtalar keşfederken, uzayı avucumuzun içi gibi bilirken, Türk denince dünyayı titretirken ne oldu? Bizi er meydanlarında, ilim meclislerinde tüketip bitiremeyeceklerini anlayanlar, bizi bizle tükettiler. İçimize yerleştiler, yüzümüze güldüler, sırtımızı sıvazladılar ve yavaş yavaş erittiler bizi.

Üretmeyen tükenir!

Okuyalım, ama düşünerek. Yazalım, ama bizi ufuklara itelesin. Merak ve heyecan duyalım, keşfedilecek çok şey var. Paylaşalım, bereket olsun. Aile yuvasını koruyup güçlendirelim, toplum ayağa kalksın. Şahsî çıkar ve menfaatlerden millî ve manevî menfaatlere terfi edelim.

Evimdeki iki meleğe bakıyorum. Biri dört buçuk yaşında kızım, diğeri anaokuluna başlamış oğlum… Merak ve heyecanla beni takip ediyorlar. Dünyaya geleli daha ne oldu ki bu meleklerin? Tanımaya, öğrenmeye çalışıyorlar. “Babamız bizi sırtında taşısın, komik şeyler yapsın, hikâyeler anlatsın, yapbozlar alıp öğretsin” istiyorlar, “Gezdirsin, yedirsin, çeşit çeşit oyuncaklar alsın” diyorlar. Kısaca benden rengârenk, sıcacık ve patırtılı gürültülü bir yaşam eğitmenliği, arkadaşlığı istiyorlar. Bunları yapabilmem için, nükleer santral gibi her gün aktif ve hazır olmam ve farkındalığımın hep açık olması gerekiyor. Olamıyorum tabiî her zaman. “İşten geldim, yorgunum”, “Canım istemiyor”, “Hele yemek yiyeyim”, “Saat geç oldu, bugün olmaz”…

“Çocukların beklentisini karşılayamayınca, karşılayacak yeri iyi biliyorlar. Televizyon, tablet ve cep telefonları onları oyalar. Bol bol oyun oynarlar, istedikleri çizgi filmleri saatlerce seyrederek vakitleri güzelce tüketirler. Anne ve babalar da rahatça dinlenir ve işlerini güçlerini hâllederler. Ne olacak televizyondan, tabletten ya da yazları gün boyu dışarıda oynamaktan?” düşüncesiyle tükeniyor çocukluklar. Mucizeler, heyecanlar, meraklar böyle tükeniyor. Televizyondan, sokaktan, tabletten hangi insanlığı öğrenecek bu çocuklar? Dünyayı nasıl tanıyacaklar? Ruhları nasıl doyacak, nefslerinden nasıl haberdar olacaklar? Büyüyünce nasıl bir doktor, lider, manav, asker, imam olacaklar? Büyüyünce çevrelerine, milletlerine, ailelerine ne aşılayacaklar?

Televizyon, sokak, teknoloji büyüdükçe büyüyen sevgiler, bilgiler, ahlâk, saygı, öz kültür mü inşâ edecek, yoksa büyüyen bir boşluk ve o boşlukta boğulan kalpler mi? Biz vermezsek, vermemiz gerekeni el verir. El de ne verir, Allah bilir…