
“ANDOLSUN biz insanoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları
karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları
yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.”(İsrâ, 70)
Aslında o kadar birikmiş hâlde yazmak istediğimiz mesele
var ki...
Meselâ, öncelikle Osman Kavala meselesi… Hani bütün
akvam-ı Frenk, okyanusun ötesi, ABD ve Avrupa’daki cümle Hıristiyan ve dahi
yerli mankurtların, Bremen mızıkacısı taifenin varlığı için bir bardak suda
fırtına kopardığı yerli Soros... Hani şu “Gezi Parkı eylemlerine omuz veren
kartondan kahraman”, sosyal entel...
Ama uzun yazmayacak, böylece söyleyip geçeceğim sadece.
Unutmadan, bu meselenin ardından, sırada, içki
masalarına Kadir Gecesi’ni meze eden Pegasus çalışanları var. Güya
özgürlüklerine düşkün edepsizlerin keyfinin adı özgürlük imiş. Fakat onu da
yazmayacak, kısasını söyleyip geçeceğim sadece: Hangi dinden, hangi inançtan
olursa olsun, kutsalına saldırılan insanın hımbıl hımbıl köşesine çekilmesi,
onun izzet ve şeref yoksunu bir ezik olduğunu gösterir. Müslümanların
yapabilecekleri, adı geçen uçak şirketindeki uçuşlarına ara vermeleri, hatta o
uçağa hiç binmemeleridir. Bakalım o taife-i zillet sonra neler yapacak…
Yazacağımız ise, naçizane konu başlığından da
anlaşılacağı veçhile Bezm-i Elest’te verdiğimiz misakın yerine getirilmesi/getirilmemesi
ile alâkalı olacak. Müracaat mercii Hazreti Kur’ân ve Sünnet-i Resûlullah’tır.
***
Allah’ın insanı yaratacağını meleklere bildirmesinden
söz eden ayete göre, insan, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi/yeryüzünün
yöneticisi” olarak yaratılmıştır: “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 30)
Halife, “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden
kimse” demektir. “Allah’ın halifesi olmak”, yeryüzünde adaletle hükmetmek,
yeryüzünü imar etmek, hesap gününü unutmamak gibi yükümlülükleri kapsar: “Ey
Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık, onun için insanlar arasında adaletle
hükmet, nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır. Kuşkusuz
Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir
azap vardır.” (Sâd, 26)
Halife, kendisine verilen görevleri onun yerine
kullanan kişidir. Malik/sahip değildir ve kendisine verilenin dışında bir gücü
yoktur. Bu nedenle kendi isteklerini yapma hakkına sahip değildir. Onun görevi,
Rabbinin isteklerini yerine getirmektir. “Her zorlukla beraber iki kolaylığın
olması” (İnşirah, 5-6) ve “Allah’ın darda kalanın duasına icabet etmesi,
sıkıntıları gidermesi” (Neml, 62), insana bu sorumluluğu yüklerken onu belli
meziyetlerle donattığını, görevini yerine getirirken karşılaşacağı zorlukları
Allah’ın desteğiyle aşabileceğini dile getirmektedir.
Bu İlâhî emirlere muhatap insanı şuna benzetebiliriz:
Eski duvar saat sarkacının yarım dairesi içinde gidip gelen saniyeleri gösteren
ibre misali, yarım daire içinde bir uçtan diğer uca gider gelir. Bu iki uçtan
biri müspettir ve insanın “eşref-i mahlûkat” vasfına sahip olmasına, diğer uç
ise ferman-ı İlâhî’ye muhalefet ederse “esfel-i safilîne müstahak olmasına/girmesine
sebep olur. Bundan dolayı, “a’lây-ı illiyyîn” Cennet’in en yüksek mertebeleri, “esfel-i
safilîn” ise Cehennem’in en aşağı tabakalarıdır.
Bir damla sudan, nutfeden, pıhtıdan halk edilen (yaratılan)
insan, ubudiyet (kulluk) görevini unutur da şeytana tâbi olursa dünyanın düzeni
bozulur. Olur ki zalimler kürre-i arzın idaresinde yetki ve hükmetme mevkiinde
yer alırlarsa, racon kestiği bir arena hâline gelir. Halifelik görevini alan
kul, niye yaratılış hikmetini unutur? Hilkatin özü, yaratılmak, kulun görevli
olduğu hakikatidir. Bu önemli görev, insanda unutkanlık, dünya nimetlerine
gereğinden fazla bağlılık, kibir, şükürsüzlük, acelecilik gibi zaaflar yüzünden
kesintiye uğrayabilir. O, bu özelliklerinden dolayı bazen kendini, bazen
Rabbini unutacak kadar ileri gider.
Sonuçta insan, ismiyle müsemmadır. “İnsan” kelimesi “nisyan”dan
gelir ve insanın unutkan bir varlık olduğunun altını çizer. İbni Abbas’a
dayandırılan bir rivayete göre, insan kelimesinin aslı “insiyân”dır ve bu ismi
almasının nedeni, insanın Yüce Allah’ın kendisiyle yaptığı anlaşmayı
unutmasıdır. Onun aklını, malını, sağlığını, zamanını kaybetmesine sebep olan
alışkanlıkları ve bağımlılıkları da böyle nisyan dönemlerinin sonucudur. Ruhu
doyurulmadığı zaman insanın başına gelebilecekleri tahmin etmek çok da güç
değildir.
***
Malikü’l-Mülk olan Allah’ın bize işaret ettiği, “Yedi
göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında
hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor
musun?” sırrı değil midir?
Hazreti Muhammed’in (sas) hayatını yazanların ortak
kanaati, Siyer-i Nebî’den şu ana fikirde birleşmişleridir: Resûlullah, vefat
eden oğlu İbrahim’in kabri başında, oğlunun derin acısı kor gibi yüreğinde
yanarken, çevresindekileri bir iş yapacakları zaman ellerinden gelen gayreti
göstererek en güzel şekilde yapmaya yönlendirmiştir. Ölüm gibi hayatın rengini
soldurabilecek bir vakıada geleceğe umutla bakabilmeyi, hayattan kopmamayı öne
çıkaran bu anlayış ve hassasiyet, Müslümanları kısa zamanda dünyanın en üretken
ve derinlikli sanatkârları hâline getirmiş, tarihten günümüze, iç güzelliğin
dışa yansıdığı eserler böylece ortaya çıkmıştır. Böylelikle insana, baktığı ve
yaptığı her şeyde güzel olanı arama ve aslında bir yandan da kâinattaki
güzellikleri fark edebilme inceliği kazandırarak kemâlât yolunda yeni bir yön
tayin edilmiştir.
Allah’ın yarattığı güzelliklerle uyum içinde, ilkesini
Tevhid’den alan bu bakış, gündelik hayatı dahi sarıp sarmalayarak estetiğin
dünyadaki tüm güzelliklere yansıyan İlâhî bir nitelik kazanmasına sebep
olmuştur. Rabbimizden, kulluktaki güzelliğe ulaşma çabamızda yeni güzellikler
üretenlerden olmayı nasip etmesini diliyoruz. Allah’ın dinine ve düzenine savaş
açanların gidecekleri yer Cehennem’dir. Zalimler için yaşasın Cehennem!
Vesselâm…